- 584 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 19
Pendik’in tren istasyonunun alt kısmındaki cadde üzerinde, köylere çalışan minibüslerin durağı vardı. Bu günkü gibi hat satın almak, hatta belediyeden ruhsat almak zorunluluğu bile yoktu minibüsler için. Parayı bastırıp arabayı alan ister Pendik-Kadıköy hattına, isterse Pendik-Kurtköy hattına çekebiliyordu minibüsü. Hatta, sürekli aynı hatta çalışmak zorunda da değildi. Köyler hattı, biraz da kafasına göre takılanların, fazla para kazanmak hevesinde olmayanların hattıydı. Durağa çektikten saatler sonra sıra ancak gelirdi. Saatle değildi kalkışlar ; ne zaman dolarsa o zaman ! Bazen tek bir boş yer için dakikalarca beklendiği olurdu. En çok Tempo marka minbüsler vardı.
Köyler hattının belli başlı beş , altı durağı vardı. Pendik’ten kalkışta ilk durak Dörtyol. İkincisi Toprakyol. Üçüncüsü Dolayoba köyü. Burası küçük bir köydü ve çoğu zaman içeriye girilmez, müşteriler köy girişinde bırakılırdı. Daha sonraki Yayalar köyüne ise, inecek müşteri varsa girilirdi. Dönüşte ise, müşteri çıkar umuduyla girilirdi. Sonraki durak Şeyhli köyü, son durak da Kurtköy.
Kurtköy’den sağdan devam edilirse Orhanlı, Tepeören, soldan düz devam edilirse Kurna, Kurtdoğmuş ve Emirli köyleri vardı. Buralara o köylere ait başka vasıtalar , çok seyrek olarak - sabah,akşam - çalışırdı. Orhanlı’nın en sağındaki Aydınlı ise, civarın en büüyük ve halkının en zengin bilindiği köy idi. Aydınlı’nın minibüsleri İçmeler tarafından, E-5’ten çalışırdı.
Kurtköy minibüslerinin ve o civara çalışan diğer vasıtların, özellikle karlı kış günlerinde korkulu rüyası, Şeyhli- Yayalar arasındaki Kayalıdere idi. İki taraftan da rampa ile inilen bir köprü ile geçilirdi buradan. Her iki tarafı da uçurum olan bu alan tüm araç sahiplerinin korkulu rüyasıydı. Özellikle karlı günlerde, orayı nasıl geçtiklerini, saatlerce kahvelerde anlatırdı şoförler.
Kışın bu karlı günleri, soğuklar bile annenin yüreğindeki ateşi söndürememiş, ziyarete gelen kızı Nermin’i yalvar yakar Kurtköy’e göndermişti. Bitişikteki bakkal dükkânına gelen Nermin, oraya çağırdığı kardeşi Fikret’i hasretle kucaklayıp sevdi uzun süre. Orta boylu, tombul, esmer bir kadındı Nermin. Bir baltaya sap olmaya hiç de niyetli olmayan bir adamla yaptığı talihsiz evliliğin tüm izlerini bakışlarında, kıyafetlerinde sergiliyordu.
Hiç de fazla uzatmadan, asıl amacının Mukaddes’in adresini almak olduğunu açık ediverdi.
’ Mukaddes’i İstanbul’a vermiş baban . ’
’ Evet. Çok rahat orada ablam. Çok zengin insanlar. Kocaman da evleri var. Hem de İstanbul’un orta yerinde.’
’ Gidiyor musunuz siz ?’
’ Hem de üç defa gittik. Vapura biniyoruz giderken. Denizi seyrediyorum ben. Vapurla beraber uçan martılar var denizde. Çok güzeller. ’
’ Şey, bak ne diyeceğim : Ben çok özledim Mukaddes’i. Necla ablan da çok özlemiş. Onlar Almanya’da, biliyorsun herhalde. Biz gidemeyiz İstanbul’a. Necla ablan da gidemez. Mektup yazarız belki. Adresi olsaydı ! ’
Fikret, daha önce kendine tembih edildiğini hatırladı. Annesi geri alabilmek için mutlaka adresini almaya çalışacaktı. Ablasının iyiliği için adresin onların eline geçmemesi gerekiyordu.
’ Vallahi, daha önce Ferruh ağabeyim de istedi ama çok kızdı babam. Adres bulunursa rahatı bozulurmuş ablamın. ’
’ Ama biz sadece mektup yazacaktık. Kardeşimiz o bizim !’
Bunları söylerken, düştüğü ümitsizlikten ağlamaya başlamıştı Nermin. Bu haline duygulandı çocuk ablasının.
’ Belki gizlice alabilirsem, getiririm. Sen sakın babama bir şey söyleme.’
Umutlandı kadın. Elleriyle sildi göz yaşlarını.
’ Hoş geldin kızım !’
Kahveciydi gelen.
’ Ne o , ağlıyor musun sen ?
’ Şey, Fikret’i çok özlemişim de. Sökükleriniz falan varsa, getirin de dikeyim. ’
’ Ha evet. Okul önlüğüm sökülmüştü benim. ’ deyip koşarak kahveye girdi çocuk. Biraz sonra elindeki önlükle döndü. Kolundaki söküğü gösterdi ablasına. Çantasından çıkarttığı iğne iplikle önlüğü dikmeye başladığında bir kez daha boşaldı gözleri.
’ Bunun düğmeleri de noksan. Sizde bu renk düğme var mı ?’ diye bakkal İbrahim ağaya seslendi.
’ Olacak kızım .’ deyip raftaki düğme kutusunu çıkarttı adam. Nermin’in gösterdiği düğmelerden bulup uzattı.
’ Kızım, karnın aç mı ? Makarna pişirmiştim, getireyim de ye. ’
’ Sağol, sağol tokum ben. Kim pişiriyor bu çocuğun yemeğini, çamaşırlarını kim yıkıyor ? Nerede yıkanıyor bu çocuk ? ’ derken sesli sesli ağlıyordu .
’ Sen hiç merak etme ablacığım. Babam benim yemeğimi de pişiriyor, çamaşırlarımı da yıkıyor. Kuru fasulye bile pişiriyor. Sütlaç, börek bile yapıyor. Kirlendiğim zaman da geceleyin kahvenin ortasında, sobanın yanında, bir güzel yıkıyor beni. Hiç de üşümüyorum, tertemiz oluyorum.’
İki eliyle birden sarıldı kardeşine ve başını göğsüne sımsıkı yasladı. Şimdi bu sefaletteki vebalini düşünüyordu. Annesinin bu adamla evlenmesini, Necla ablasıyla birlikte hiç istememişlerdi. Ona karşı her türlü huzursuzluğu çıkartmışlar, bir türlü rahat vermemişlerdi. Sonunda da, beraber gittikleri sığırda, ablasına attığı bir tokat yüzünden ona birkikte iftira atmışlar, sapık damgası vurulmasına, dayak yemesine ve köyden kovulmasına sebep olmuşlardı. Bu, onlar için bir zafer niteliğindeydi o zaman. Fakat, şimdi karşılarında duran iki günahsız yavru ve evde Mukaddes için yanan annelerini hatırladıkça, zafer sandıkları bu olayın vebalinin hiç de küçük olmadığının farkına varmıştı.
Vedalaşıp Kurtköy’den ayrılırken, gözleri derinlerdeydi şimdi Nermin’in. Ne olacaktı bu çocukların sonu ? Biri sefil bir kahve köşesinde, diğeri hiç tanımadıkları yaban ellerin evinde. Telâfisi mümkün müydü acaba ? Peki ya telâfisi mümkün değilse, bunun vebali, günahı nasıl ödenecekti ? Oysa aonlar, ablası ile birlikte, hatta anneleri de beraber ; nasıl da sevinmişlerdi o üvey babadan kurtulduklarına ! Ona attıkları iftirayı hiç de öemsememişler, günah olduğunu bile düşünmemişlerdi.
Oysa müslümandı onlar ; dinleri İslâm’dı. İslâm’da Allah’ın adaletinden şüphe etmek var mıydı ? Öyleyse, bu adalet bir gün mutlaka tecelli etmeyecek, işlenen bu günah karşılıksız mı kalacaktı ?
Devam edecek.
Fikre TEZAL