- 1231 Okunma
- 4 Yorum
- 6 Beğeni
'İki Ayaklı Nadan'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Aptalların Kargası kendini bilme adına hep şu duayı okumuştur:
‘Yüce ruhlar
Bana acıyın
Dürüstçe kendime bakmama yardımcı olun
Hakikat geliyor
Canımı acıtıyor
Sevinçliyim.’
Kimsin Sen?
Bir gün hiç alışık olmadığım üzere kitap fuarlarından birine uğramıştım. İnsanlar kitap sevgilerini tabulaştıracak şekilde yazarlarla hemhal olurken, ağzımdan şu kelime çıkıvermişti:’ Dostoyevski bile mezarından kalksa gelse, şu insanlar gibi hiçbir yazarın önünde durup da, onlardan dileniyormuş edasıyla kitapları hakkında malumat vermelerini istemem.’ Arkadaş sözümün akabinde şöyle demişti:’ Sen haset ediyorsun, kıskanıyorsun! Belki de hakkındır kıskanmak ama boşuna kendini harap ediyorsun. Hem kimse kimseyi yemiyor. Başka türlü okuyucu yazarlarla tanışacak fırsat mı buluyor?’
Fuarı dolaşırken, muhtevası felsefeye dair bir kitabı yüzde kırklık bir indirimle alınca mutlu olmuştum. Mutlu olmanın o kadar da kolay olmayacağını hatırlatır gibi Allah’ım, iki stant sonra karşıma bir yazarı ve onun etrafını saran okuyucuları çıkardı. Sinirlendim. Az biraz yürüdükten sonra, stant kurulmamış bir yerde çömelip, aldığım kitabın en arkasına şunları yazdım:
‘Ey sahtekâr hayalci! Tezgâhından geçerken sana uğramak istedim. Sen ve senin gibi o büyük hayalciler… Şiirin, öykünün kanatlarında güzel kuşlara özenen beyinsizler! Yeryüzünde sizden daha aptal insanlar yok, biliyor musun? Her kelimenle miraca yükseldiğini zannediyordun. Kulaklarından çekilmediğin için hala kendini Babil’e tırmanan cin gibi tahayyül ediyorsun ve kendini kandırıyorsun. Sizin içinizde olan, yeteneğine nazaran çevresi evren kadar zannedilen o büyük şairleriniz, yazarlarınızda kafesteki papağan kadar anlamlı değiller! Hepiniz yalancısınız! Buradan bir çıkış varmış gibi, hayal âleminizde insanları kelime heykelciklerinize tapındırıyorsunuz. Feda ettiğiniz şey, hiçbir zaman ruhunuzu yüceltmedi. Rahatlık içinde mutlu olma çabasındasınız. Hala bazı insanları kandırıyorsunuz. Mutluluk tabloları sunuyorsunuz kelimelerinizle. Sizi gidi pis yalancılar! Hadi ayrılın birbirinizden. Ayrılında sonra türlü övgüler ve hakaretler savurun birbirinize. Neye gülüyorsunuz sizi pis yalakalar? İmzalı kitaplarınızı ne yapacaksınız? Bana soracak mısınız? Sormazsınız, soramazsınız. Çünkü hepiniz ödleksiniz! O yazarından imzalı kitaplar, tuvaletinizdeki tuvalet kâğıdından bile daha değersiz gözümde.’
Fuarı biraz daha dolaştıktan sonra dışarı çıktık. Kitaba bakıyordum. Arkasına yazdığım şeyleri düşünmek istemiyordum. Kitabı açtım ve sayfalarına göz gezdiriyordum. Kitapta Kızılderililere ait felsefi cümlelerin olması hoşuma gitmişti. Farkında olmadan yanımdaki arkadaşa şöyle dedim:’ Aldığım bu kitap var ya, muhteşem!’ İlk önce gülmüştü sonra ciddi bir şekilde ‘daha kitabı alalı bir saat oldu, bu kanıya nasıl vardın’ dedi. Ona hemen Topal Karaca’nın fikirlerinden alıntılanmış bir yeri okudum.
‘Siz (beyaz insanlar) yalnızca kanatlı ve dört ayaklı kuzenlerinizi değiştirmek ve sakatlamakla kalmıyor, bunu kendinize de yapıyorsunuz. Siz insanları yönetim kurulu başkanlarına, büro işçilerine, zamana ayarlı kuklalara çevirmişsiniz. Kadınlarınızı ev kadınlarına, gerçekten korkan yaratıklara çevirmişsiniz. Bir zamanlar böyle bir kadının evine konuk olmuştum. ‘Külleri yere dökme, tütün içme, perdeleri kokutacaksın. Balık kavanozuna dikkat et, başını duvar kağıdına sürme, saçların yağlı. Likörü masaya dökme, cilası çok hassastır. Botlarını temizlesen iyi olur, yerler yeni temizlendi. Şunu yapma, bunu yapma…’ Bu çılgınlık… Siz kendiniz için inşa ettiğiniz hapishanelerinizde yaşıyorsunuz ve onlara ‘ev, büro, fabrika’ adı veriyorsunuz. Amerikalılar her şey temiz olsun istiyor. Kokusu yok. Hatta güzel, doğal kadın ve erkek kokusu bile olmayacak. Koltuk altlarınızda, deride koku kalmasın. Yıkayıp çıkarın kokuları ve sonra kendinize insani olmayan bazı kokular püskürtün veya sürün…’Beden kokusu’, ağız kokusu, ‘Mahrem kadın kokusu’ –TV’de gördüm. Yakında vücudunda delikler olmayan damızlık insan yetiştirirsiniz siz.’
Arkadaşıma baktım. Az düşündükten sonra şöyle saçmaladı: ‘Ne yani, bu Kızılderili modern hiçbir şeyi kabul etmiyor mu? Hayvan mıyız biz, elbette bazı kurallarımız olacak.’ Arkadaşıma sadece ‘okuduklarımdan anladığın bu mu’ dedim ve yürümemize devam ettik.
...
‘Muhtaç Olduğun Kudret…’
Çocuktum. İdrak sınırlarımın ailem ve okulla çevrelendiği bir zaman da bir sözü duymak hiç hoşuma gitmezdi; inşallah! Babam bir işe kalkışmadan önce hep ‘inşallah’ derdi. Babama bir gün demiştim ki:’ Baba inşallah deme, yapacağım de!’ Cevap olarak yine ‘inşallah oğlum, yapacağım’ demişti. Sebebini sormamıştı. Neden inşallah denildiğine sözü söyleyene inanmadığımı önemsememişti. Sonra zaman geçti. Kürek mahkûmu gibi yılları devirdim. Geride kalanlardan hiçbir şey beni mesut kılmadı ancak bir söze inanır oldum ki, o söz çocukken büyüklerden duymamayı arzuladığım kelimeydi:’ İnşallah!’
Mevsimler geçti. Geçeceklerdi, usulen zamanın ilerlemesi mevsimlere bağlı değil, mevsimlerin geçişi zamanın yaşlandığını gösteriyordu. Bir söz aşığı bir gün şöyle demişti bana:’ Zaman asla yaşlanmaz. O hep genç ve güzeldir. Yaşlanan biziz. Bedenimiz. Bizim ruhumuzda zaman gibidir, hep aynı yaştadır. Gençken de, yaşlı olduğunda da kabına sığmaz ruh! Hep çıkmak ister kafesinden.’ Gülümsemiştim. Hakikatin varlığına inancım tamdı ama herkes haktan, hukuktan bahsederken hakikat kendini gizliyordu. Ezberimde olan Fuzûli’nin nadir beyitlerinden biri dilime dolanmıştı:’ Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var, Âşık-ı sâdık benem Mecnûn’un ancak adı var.’ Hakikat de böyleydi benim için. Hakikat bendim, çevremdeki insanlardı. Hakikat biz isek, adını anmaya ne lüzum vardı?
Usul usul aktım. Ağaçlara bakındım. Değişiyordum. Eğer mümkün olsaydı, sevdiğim bir insana verebileceğim hediye etrafı desenli güzel bir ayna olurdu. Zemheri vücut derisi her ne kadar söz gibi yanlış da terennüm eylese hakikati, ayna tüm çıplaklığıyla kendisine bakanı doğruyu söyleyecekti. Kimi zaman cenneti hayal ederken, etrafında sonsuz bir ayna topluluğu olan yerlerin de olduğu bir yer olarak düşünürüm. Buna engel olamaz ya bazı insanlar! Allah’la arasındaki muhabbetten dolayı hakir görülen bir çoban kadar temiz olmasam da, bu hakkı bana veren yine O’ydu. Ondan aldığım kuvvetle hareket ediyorken, hayal edemez miydim? ‘Amentü!’ Kıssa da çobanın duasından bahis açılır. Çoban şöyle dua eder Yaradana:’Kurban olduğum Allah’ım. Seni ne kadar severim, bir bilsen. Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste! Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir Allah’ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadından yenmez olur. Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben seni. Sana çok hayranım.’ Hikâyenin gerisinin pek bir önemi yok benim için. Çobanın tertemiz hislerine hayran olduğumu tekrar anımsamamla beraber, kalbimi dinliyorum. Zehir üstüne zehir eklenmiş, kapkara çukurlarda, bataklıkların var olduğu kalbim böyle seviyor mu Allah’ı? Maalesef ve elemle tezahür edip, aynamda hakikat gösteriyor ki:’ Sen zulmedensin!’ Zulmedenim her türlü, zulmedeniz her türlü! Batının hakikati yüceltmesi gereken yer de, avare, hissiz yaratıklarız. Irk tartışmalarında biyolojik olarak hayvanlarla akrabayken, insanlığın gerçek haysiyetini yok sayan açıklamaları görünce de hala insan gibi yaşayanlardan da utanıyorum. Bertrand Russell insanlık hususunda şöyle özetliyor hakikati:’ İnsan olduğunuzu hatırlatın. Geriye kalan her şeyi unutsanız da olur!’
Ah insan! Kimine göre hazreti insan, kimine göre aldanan insan! İnsan odur ki, hayatı merdiven gibi, gökdelen gibi görüp, katları çıktıkça, aşağı düşmenin ona vereceği zararı bilip, kendisini asla üstün görmeyendir. Nasıl her insanda yazma kuvveti vardır, ancak yazmak kabiliyeti yoktur, öyle de insanlığımızın içinde de üstün ahlak kuvveti vardır ancak bu kuvveti uygulayabilecek yetenek her birimizde yoktur. Bunun için her şeyi bizimle eşit, ancak kabiliyeti olduğuna inandığımız insanları öğretmen yapıp, onlardan bir şey bekleriz. Bu medresede de, ilkokullarda, liselerde, üniversitelerde aynıdır. Ama bizim eğitimlerimiz ‘kardeşin kardeşe baba hükmü ve iradesiyle’ davrandığı’ biçimi aldığından beri, kaybetmekteyiz. İnsanlık üstün kimliğini kendi mesleklerine göre ayarladığı günden beri, aynı problemler yumak gibi etrafımızı sarıyor. Kaybediyoruz. Hal böyleyken hakikatin adını kirletmeye, onu var eden bizmişiz gibi ondan bahsetmeye hakkımız olabilir miydi? Olamazdı. Çünkü biz kendimize sahip değiliz. Kendimizi bir yerlerde kaybetmişiz. Belki şahsımda ben, babamın inşallahlarında kayboldum. Belki bir başkası oyuncak ayısında, cüzdanında, evladında, mesleğinde… Bir yerlerde kaybolmuşken, kendimizi arıyorken ve kendimize sahip değilken, bir şeylere sahip olmaya çalışıyoruz. Uyduruk ekonomilerle, hiçbir zaman hakiki politikalar gütmeyecek devletler içerisinde, maruz kalıyoruz. Maruzatımız bir ihtiyar hastanın doktoruna şekvası kadar uzun! Cevap belli:’ İhtiyarlıktan hepsi efendim!’ Evet, kendimize sahip olamayışımızdan bu hastalıklarımızın hepsi! Kendisine sahip olamayan ancak gözü hiç doymayacak canavarlar aklımızda, ruhumuzda dolaşıyor.
Zaman geçiyor. Günümüz devran bile değil, insan olmayı istemek dahi suç! Devranın var olmadığı geçimin, bilmemekle alakası da yok! Cahillik inatçılığımızda, gururumuzda yatıyor. Cehaletin okul sıralarından, kitaplardan geçtiğini sananlar okudukça merhametsiz şeytanlara dönüşüyorlar. Sınavlar insanları modern kurtlar haline dönüştürüyor. Bilmek istemiyoruz, bilmemizi istedikleri şeylerle kafa yoruyoruz.
Matematiğimiz kötü! Zenginden fakiri çıkartabilirken, fakirden zengini çıkarırsak matematiğimiz sıfır!
Coğrafyamız kötü! Evler yapıyoruz barınmak için. Koca koca evler dikiyoruz ormanların içine. Kırk katlı binalara yığıyoruz insanları. Manzaramız mahvoluyor, resmini çekemiyoruz ağaçların, kuşların özgürce! Coğrafya diyorlar, hocam, nerede ırmaklarımız, göllerimiz, o zengin göçmen kuşlarımız! ‘Otur, sıfır!’
Edebiyatımız kötü! Bize öğrettikleri alfabelerle okuyabiliyoruz kitapları ancak anlayamıyoruz. Hocam ne diyor bu şair? Ya şu yazar? Demiş ki ‘kadını kalkındıran, onu uçurumun dibine yuvarlanmaktan koruyarak hayata yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvet aşktır.’ Hangi operatörün hangi kampanyasıyla mesaj göndereceğiz şimdi sevgililerimize? Aşkın katilini niye yazmaz şu yazarlar hocam? Edebi edep miydi yoksa insanlığın muhtaç olduğu kudret? Bu haysiyetsizce vurulan darbelerin kaçını yazıyor mecmualar? ‘Sana ne, otur sıfır!’
Din bilgimiz kötü! Evlerin, ocakların görünmez bekçileri Fatihalar çocukların dilinde işkence çekerken, hocam sen diyanet kurumundan bahsediyorsun. Kendi dinim alevler içinde yanarken, iman uçsuz bucaksız şehirlerde sahibini ararken, sen bizden Yahudilerin, Hristiyanların, Budistlerin tarihsel kesitlerini okumamızı istiyorsun? Benim başımda ağrı varken, aspirin içmek isterken, sen bana saçlarını kes, tıraşın düzgün olsun, krem sür yüzüne, alnın parlasın diyorsun. ‘Benim dinimi sevdirmeyen dersten utanıyorum hocam!’ ‘Otur kâfir, sıfır!’
Hayattan bahsedelim hocam. Daha kaç ders var, kaç proje, kaç yalancı tedrisat ve tahribat detayı?
Çocuktum. Çamura bulanmıştım. Kurtuldum sandım, o çamur dediğim şey, saflık benim hamurumdu. Biliyorum ki Allah’ım, günah, günahtan kurtulmak için el açıp, yalvarana verilmiş bir arınma yazgısıdır. Bana arınacağım aynalar lazım! Bana faiziyle beraber otuz yıl ödeyeceğim evler, ayaklarımın yaradılışına küfreder gibi zevkime alet edilmiş arabalar, eşek gibi taşıyacağım, bir hiç hükmünde kitaplar değil! Bana kendimi hatırlatacak aynalar lazım.
Allah’ım! Bana ‘ben’ lazım! Bana ‘Hak’ olduğumu hatırlatacak bir ‘sen’ lazım! Gayri lütfunda hoş, kahrında!
...
‘Bir Cuma Hatırası ‘
Ağlamak istedim, olmadı. Günahkârın gözyaşı olur mu hiç? Yatağına bağlanmış, uyanıklığını tuvalette hisseden bedenim sırtından başlayıp bacaklarına kadar uzanan sızıyla mustaripti. Dost aradım, tüm dostlar vefayı ceplerinden atacakları bir kâğıt parçası olarak sahiplenmişlerdi. Başıma ağrılar girince, mecbur gözlüğü takmak zorunda kaldım. Gözlük dünyanın sızlayan yanını daha iyi görmemi sağladı. Gazeteyi açtım. Sayfaları atlaya atlaya spor sayfasına kadar geldim. Durdum. Düşünecek mecalim kalmamıştı. Bir gün zahidin birinin mezarlık önünden geçerken söylediği söz aklıma takıldı. Mezarlıkla tuvalet yan yanaydı ve o zat şöyle haykırmıştı:’ Ey insanlar! İşte budur dünya ve dünyaperestlik!’
Arkadaşlarımdan biriyle camiler hakkında konuşuyorduk. Edirne’den, Bursa’dan, İstanbul’dan, Konya’dan bahsediyordum. Bu şehirlerden hala ruhumu dinlendirebileceğim camiler var demiştim. Nasıl öyle dersin, diğer şehirlerdeki, ülkelerdeki camiler, cami değil mi dedi. Ben ruhumu dinlendirmekten bahsediyordum, o ise bir mabedin tanımlanmasından. Uzatmadım fazla mevzuyu. Ankara’da hemfikirdir. Özellikle Kocatepe’den duyduğumuz inleyişi, caminin sadece cami olduğunu, mabet olmadığını dile getiriyorduk. Cami insanların toplandığı yer manasına geliyordu ama mabedin manası mistikti. Sonra Cuma namazlarından bahis açıldı. Artık Cuma namazlarına gitmek bile istemiyorum dedim. ‘Niye’ diye merakla ve sinirlenerek sordu. Kanımda ve vücudumda taşıdığım ecdad ruhu birazcık kalmışsa, ben artık Cuma namazlarından tat almadığımı itiraf ediyordum. ‘Olamaz, sen farz bir namaz hakkında nasıl olurda böyle söylersin’ diye bana çıkıştı. Bana yine ortamı sakinleştirmek vazifesi düşmüştü. ‘Hayır’ dedim, ‘ben namazı kılmayalım demiyorum ki! Sadece tat almıyorum. Ne hutbesi hutbe ne de namaz huşusu sağlıklı.’ Anlamıyordu. Daha detaylandırmak istemiyordum ama beni mecbur bırakmıştı.
‘Cuma namazlarında minbere çıkıp, elindeki kâğıttan hutbeyi okutan imam efendiler, bir kez olsun önceden adamakıllı o yazılanları okumazlar mı? Resmen kâğıttaki yazıyı okurken kem küm eden imamlar gördüm. Bir Müslüman bu kadar karşısındaki alaya alır mı? Niye işlerimizde muvaffak olamıyoruz diyoruz değil mi? En basit örnek; Cuma namazlarında imamlar daha ciddiye almalı değil mi bu işi? Cumadan cumaya namaza gelen bir insana yapılan bu zulüm değil de nedir? Ah Ömer yaşasaydı da, böyle insanlara gününü gösterseydi!’
Uzatıyordu arkadaş, farklı konulara dalmaya başlamıştık. Ömer’den bahsettiğim içinde yüreğim burkulmuştu. Onun gibi bir insan bir mevzu arasına sıkıştırılacak ve üzerinden hızlıca geçilecek biri olmamalıydı. Kendime kızdım. Bu konuyu bir nebze uzatan da bendim. ‘Tamam’ dedim arkadaşıma, ‘sen haklısın, farzdır, kılınması lazım, herkes gelsin, imam da istediği gibi okusun hutbesini!’ Kâğıtta yazılanları okuyamayan imamlar haricinde, bir de kâğıtta yazılı olanlar zaten başlı başına sıkıcıydı. Bir hadis, bir ayet ve gerisini de artık diyanette çalışan memur arkadaşın zevkine göre ayarlanmış hutbede okunan yazı, okullarda okutulan resmi yazılardan farksızdı. Ne iman haşyeti vardı, ne de insanın alabileceği bir nasihat! İmam dininden habersizdi. Kurandan bihaber kâğıtta yazılanı okuyordu. En son arkadaşa şunları söyledim de, sonunda onu susturabilmiştim.
‘Arkadaşım, sen beni dinlemiyorsun sanırım. İmam bile çaresiz, bihaber Kurandan. Engelliler haftası olarak kutlanılan haftada, hutbe mevzusu ‘engellilere saygı ve onlara yardımcı’ olmaktı. Abese süresinin ilk ayetlerini okudu imam efendi. Yahu insaf, Allah aşkına insaf! Diyanet bu kadar bedbaht durumda olur? Nedir bu dinin insanlardan, hele ki kurumlardan çektiği? Ortada kanıt yok, ortada rivayet yok adamakıllı! Buhârî, Müslim, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, Hâkim’in Müstedrek’ten hiçbiri bu hadise hakkında rivayet bildirmemiş. İmam efendi hiç utanmadan yazılan şeyleri okuyor. İmamın suçu ne? O da bilmiyor, memuriyetini yerine getiriyor. Sürede geçen hadisede deniliyor ki yani göre:’ Ümmi Mektum geliyor ve Resulden ‘bana dini anlat’ diyor.’ Bir kere yalanın en başlangıcı bu ki, Ümmi Mektum Hatice anamızın dayısının oğlu. Amadır, kördür, hatta iki yerde Allah Resulüne vekâlet etmiş biridir. Sözünü, edebini bilir. Peygamber konuşurken bir mecliste, gelip de ulu orta dikte edercesine ‘bana dini anlat’ demez. Arkadaşım konunun derinliğine girmeyeceğim ama yalan, yalan şu meal! İsteyen istediği gibi çeviriyor, Arapça bilmeden yorum yapıyor. Sen Arapça mı biliyorsun diyeceksin, bilmiyorum ama bu mevzuyu evvelden en az yüz kere araştırdım. Mehmet Akif’e geliyorlar ve Kuran meali yaz diyorlar. Yazıyor Mehmet Akif ama sonra ülkeden gidiyor. Meali de yazıyor ve bir arkadaşına veriyor; yak onu diyor. Çünkü başına gelecekleri bilip, gurbette vatanına hasret çekiyor. Şimdi kafanda bir yerde Mehmet Akif’in Abdülhamid’e karşı yazdıkları da gelebilir. Konumuz o değil hiç gelmesin ki, gelse de Mehmet Akif de bu konuda hatasını anlıyor. İnsan arkadaşım, herkes yanlış yapacak. Biz insanları gözümüzde çok büyütüyoruz. Din değildir insan yaşamları, onları hatalarıyla görebilmeliyiz. Demem o ki, ben meallere güvenmiyorum. Okuyorum, alacağımı alıyorum ama aklımın takıldığı yer de araştırıyorum. Sen hadisi yok hükmünde görenlere bak, Kuranı biz kendimiz de anlarız diyorlar. Onların durduğu yer minberdeki o imamla aynı! Ve Allah’ım şahit, imam hutbeyi okurken Abese süresinden, Ümmi Mektum’dan ve Allah Resul’ünden bahsettiği yerlerde hep kekeledi. Bu da bana göre mucizedir, dil sürçmesi bir cümle, iki cümle ile olur ama Allah’ım şahit diyorum sana imam bir dakikaya yakın okurken kem küm etti, kekeleyerek okudu. Şimdi sen bana Cuma namazından zevk almamı nasıl beklersin? Evet, farz namazdır. Tek kılınmaz. Bir arkadaşım hiç kılmıyor. Bence o da yanlış, fitne doğurur. Eğer illa Cuma hutbesinden feyz almam gerekiyorsa, namazdan sonra vakit ayırır Kuran okurum, bazı yerlerinden yanlışlık olduğunu bile meali de okur, nasihatimi alırım. Gazali okurum, İmam Rabbaniden okurum, Mevlana okurum, Bediüzzamandan okurum, okurum da okurum ama Diyanet’in işlerine pek güvenmem. Bu benim şahsi görüşüm. Çünkü diyanet resmi bir kurum ve camileri resmi kuruma çeviriyorlar. Dua ederken dahi Allah’a haşa arz ederim diyeceğiz bir gün!’
Sustu, bir şey demedi benim bu sözlerimden sonra. Arkadaşımın yanından uzaklaştım. Yolumu çeviren pis kokular arasından geçtim. O pis kokular arasında temiz, mis kokular hayal ettim. Cezaevinin tabelasını gördüm, içim sızladı. Müebbet yemiş insanın özgürlüğe aşkıyla tutuştum. Ayaklarım kaldırıma her basışında, topuklarımdan beynime siyah kanlar hücum etti. Nasıl bir memur, resmi yazıdan başka bir yazı gönderebilirdi ki amirine? Yazmayı hayal ettim, doymadan, sayfalarca, dikte edilmemiş, ilhamlarla dolu, cennet gibi bir hayal peşinde, oysa insanları anlatan, yenilgilerini daha aziz bilen yazılar… Ya savaş? Savaşla doğmuş bir çocuğun barışa aç ellerini düşündüm. Benim her adımım içimdeki boşluğa, susuz çölüme kurulan zindana bir taş daha koyuyordu. Ya çocuğunu kaybetmiş bir anne? Hangi hediye onun boşluğunu doyurabilirdi ki? Bu kadar hüzün içinde kime anneden, sevgiliden, dostlardan, evlerin aziz ve muhabbet dolu sıcaklığından, güzel çeşmelerden, kedilerden, bahçelerden, çiçeklerden bahsedebilirdim ki? Hangi duygu bu boşluğu yaşayanın ruhunu cennetten bir bahçeye çevirebilirdi ki? ‘Susmak gerekiyorsa, sustur beni Rabbim’ dedim ağzım kapalı, gözlerim yaşlı. Sonra sesli olarak:’ Yeter Allah’ım! Dayanamıyorum. Al canımı.’ Dedim. Fakire zenginliğe ait dizileri izletenlerin arasında mutluluktan bahsetmem doğru olabilir miydi? Selin’in, Okan’ın, Yıldız’ın, Sema’nın, Kaan’ın yaşadığı lüks konutları, villaları izlerken bodrum katında hangi saadeti yaşayacaktı o insanlar? Ya hür fikir peşinde koşan, yazan yazarlar? Diktatör gibi her şeye söz yetiştiren insanların arasında hangi hür fikir var olabilecekti? Fikir varken, karşıdaki insana küfreder gözlerle bakacak insanların varlığı hangi gerçeğe işaret edecekti? Cehalet dururken, kitaplar kime kalacaktı? Açlıkla sınanırken bazıları, bazılarının sofralarından geriye kalan yemeklerin hesabı kim verecekti?
Dedemle gurur duyduğum bir şey vardı. Tabağında yemeği bitirdikten sonra, tabağın tüm yağını, salçasını, pirincini, artık içinde ne varsa, silip süpürür, öyle sofradan kalkardı. Bizim evlerimizde ekmek zayi olmazdı. Eğer bir yerde unutulmuş, küflenmiş bir ekmek varsa, hüzünle o ekmek dışarı atılırdı. Belki çöpe de atılmazdı, ıslatılır tavuklara verilirdi ama israf edilmezdi. Yanından geçerken arka tarafındaki büyük çöplüğü hayal ettiğim şu lüks lokantanın bir günlük israfını düşündüm. Bana mı kalmıştı? Ezildim, büzüldüm. Çılgın ateşler içerisinde yürüyordum. Eziyet çekiyordum, yanıyordum, ayağımdaki prangaların az ötesinde fare kapanlarından daha feci şuursuzluk kapanım vardı. Putlaştırılmış heveslerim kaçmaya yelteniyordu. Kafesim vardı, çok yakındı. O büyük, görkemli şehirlerin yerinde yeller eserken, insanlar paralarının faizleriyle büyük binalar yapıyorlardı. Faiziyle ev alıp, bir ömür ev kredisi ödeyen insanlar karşımda duruyordu. Minarelerde ezanlar okunuyordu ama kalbimdeki Allah nidasını yerini çoktan başka şeylere bırakmıştı. Dışarıda bir yerde, benim gibi insanların haksız yere eziyet çektiği rutubetli odalar, karanlığın içinde aşkla yapılan işkencelere feryatları vardı. Tanrının bile Tanrısı sabrediyordu bu hadiselere. Bana sabrediyordu, karşıdan karşıya geçerken kendisi gibi insan olana yol vermeyene sabrediyordu, mermilere sabrediyordu…
Biraz sonra her şeyi unutup, yemeği yedikten sonra sigaramı yakıp, çayımı içecektim. Dizim başlayacaktı. Kaçırmamalıydım!
YORUMLAR
ilk yazıyı okudum sadece, koku meselesine gelince demek ki insan pis kokan bir yaratık :) yani şimdi bunu mu anladın sadece? diyeceksin :) tebrik ederim çok beğendim yazıyı..bu arada uyanık bir arkadaş vardı .....noktaları sıralar" ne demek istedin?" deyince de "çok şey" derdi, bende uyanıklık yapım dedim................!
aysemujgan tarafından 12/10/2013 1:04:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
Yazının ele aldığı konunun önemine binâen bizde düşündürdükleri öyle unutulup gidecek şeyler olmamalı.
Her birimizin zaman zaman, kimilerimizin ise sürekli bu düşünce silsilesinden yolunun geçtiği muhakkak.
Bir şeylerden şikâyetleşmekle kalmamalı tüm bunlar.
Okuduklarımız, yazıp çizdiklerimiz, hayatı yaşarken içinden öylece geçtiğimiz ve nicelerini duyumsayıp duymadıklarımız, kör sağır kaldıklarımız, farkına vardıklarımız veyahut varamadıklarımız…
Bizi biz yapan, bizi “ insan “ yapan onca ulvi farklılıklarımız… tüm bunların idrâkında mıyız?
Konuyu ele alışı itibarı ile bütünsel olarak baktığımda yazı, tümüyle çok etkileyici.
Lâkin bende zuhur eden tesirini gösteren bazı bölümler var ki bunlara az da olsa değinmeden edemeyeceğim.
İnsanı insan yapan değerler değersizleşiyor, enaniyet bu denli insanlara dikte edilmeye çalışıldıkça kimsenin kimseyi ya da kimsenin hiçbir şeyi önemsediği bir durum kalmayacak gibi görünüyor.
Bir şeyler ruhunu kaybediyor bir şeylerden bilinci bir uzaklaştırılma var.
Yaptığı işlere, söylediği sözlere, attığı adımlara inancını, yüreğini katamayan nicelerimiz yok değil mi?
“Usul usul aktım. “
Bu öylesi es geçilecek bir cümle değil… ki bu yavaşlık önemli.
Bir şeylerin farkına varamamanın hızını kesen.
Biz ki; ruhumuzun peşi sıra bedenimizi sürüklememiz gerekirken, ruhumuzu çok geride bırakan bir hızlılıkla tüketiyoruz insani tüm değerlerimizi.
Bir cesetten farksız yük gibi taşıyoruz ruhsuz bedenlerimizi…
Kendimizi nefyediyoruz kendimizden ötelere.
~~
Böyle kıymetli bir yazıyı okumaya sebep olana teşekkürlerimle…
~~Saygı ve selâm..