SENİN DE HAYATIN BAŞLAMIŞ SAYILIR
Yorgun ve halsiz görünen adam, hemen yanıbaşında dalgın dalgın neredeyse hareketsiz, uykulu gibi duran akrabası çocuk yaştaki gence sesleniyordu: “Bak, işte beklediğimiz adam geliyor, topallamasından da belli oluyor zaten. O topallayan ihtiyar, gördün mü? Beyaz kirli fotörlü olan. Sen onun o haline bakıp da acımayasın. O hem çok zengin hem de katı yüreklidir. Parayı da çok sever, anlıyor musun?” Köyden yeni gelmiş olan genç, evet der gibi başını öne doğru eğdi. Öteki, ara vermeden devam ediyordu: “Onun evlerinin sayısı belli değil, Allah bilir milyonları bile vardır ama yine de bir sekreteri, yardımcısı, bürosu falan yoktur. Sanırım masraf olur diye yapmıyordur. Bu, tutumluluk mu sayılır cimrilik mibilmem? En az üç senedir tanırım bu Herr Schimit’i. Aynı fotör aynı eski araba, bir zavallı bir fakir gibi dolaşır durur.
Bu şehre yeni gelen ve eve ihtiyacı olan herkese onun adresini verirler. ‘Git, onda ev vardır’ derler. Herr Schimit çoktan beri yalnız yaşıyor olmalı, karısı ölmüş galiba... Neyse, işte geldi zaten. Biliyorsun benim seninle gelecek kadar zamanım kalmadı. Bak, sen şimdi onunla beraber gidersin, Almanca bilmemen de sorun sayılmaz, korkma. Adam kendi kendine konuşur durur. Cevap beklemez, soru da sormaz. Ben ona her şeyi anlattım zaten. Odanın anahtarını alırsın, kira işini o halleder, aydan aya gelir kendi eliyle kirayı alır ve deftere yazar. Bazen bir kaç gün geç versen de bir şey demez. Tamam mı?
Her şeyi sana anlattım, önemli olanları unutma... Bu hayatı sen de öğreneceksin. Hadi Allaha ısmarladık. Görüşürüz. Benim daha işe yetişmem lazım... Ara sıra bize gelip gitmeyi de unutma ha, tamam mı?”
Adam, konuşmasını bitirdikten sonra hemen gitti.
Genç çocuğun akrabası olan adam, bir tekstil fabrikasında işçiydi. Almanya’ya geldiğinden beri aynı fabrikada günde 12 saat, değişmeksizin çalışıyordu...
Köyden yeni gelmiş olan genç çocuk ve Herr Schimit, tanıştıktan sonra hemen yürüdüler. Genç, ev sahibinin bazen yanında bazen arkasında biraz da şaşkın gibi sağa sola baka baka yürüyordu. Ana caddenin yakınında sıralanmış hepsi aynı yükseklikte ve aynı renkte olan şu beş katlı binalardan birinde olmalıydı tutacağı oda. Bu binaların karşısında pazar yeri, kilise, bir de otobüs durakları bulunuyordu.
Evin kapısına geldiklerinde Herr Schimit anahtarı bulamaya çalışırken, genç çocuk da dikkatlice binayı, kapıyı, kapının yanındaki sayısı belirsiz zil kalabalığını inceliyordu. Kırık dökük zil tabelasının zavallı görünümü ve üzerindeki isimlerin anlaşılmazlığının yanı sıra, kapının durumu da pek iç açıcı değildi. Çizik, kir, yamuk haldeydi. Binanın boyası da oldukça eskidiğinden bazı yerlerin sıvası dökülmüş, altındaki eski boyalar dışa çıkmıştı.
İçeri girdiklerinde hoş olmayan bir kokuyla karşılaşan genç adam, ihtiyar ev sahibinin arkasından yavaş yavaş çıkarken her şeyi tek tek inceler gibi bakıyor ve içinden “artık hayata başlayacakmışım” diye geçiriyordu.
Herr Schimit, ara sıra durup fötörünü çıkarıyor ve devamlı bir elinde tuttuğu mendiliyle de terlemiş başını sildikten sonra, yeniden merdivenlere yukarı çıkmaya başlıyordu. Beşinci kata varmak pek de kolay olmadı. Bu, daha çok ihtiyar ev sahibi için geçerliydi.
En son beşinci kata vardıklarında ise, Herr Schimit bir top anahtarı cebinden tekrar çıkarıp sağdan ikinci kapıyı açtı. Genç köylü orda durmuş sağ tarafa, koridora doğru dalgın dalgın bakıyordu. Koridor, lamba yanmasına karşın aydınlık değildi. Uzun koridorda sağlı sollu kapılar görülüyordu. İhtiyar, kendisine bir şeyler söylediğinde dalgınlığından koparak, onun peşinden tutacağı mobilyalı odaya girdi.
Oda bir çatı katıydı. Beş katlı binanın en üstüydü. Ancak çok az bir bölümünde kafayı eğmeden yürüne bilirdi. Yatağın olduğu yere de yine eğilerek girmek mümkündü. Odanın ortasında ağaç bir direk ve direğe monta edilmiş küçük bir hava gazı sobası vardı. Diğer bir köşeye sıkışmış, kirli paslı eski gaz ocağı duruyordu. Odada alışılması zor ağır bir koku vardı. Tavandan sarkan çıplak ampül de içeriyi pek aydınlatmıyordu. Ayak parmaklarının üzerine kalkıldığında, gökyüzüne doğru duran pencereden pazar yerinde bulunan kilisenin en uç kısmını görebilmek mümkündü. Sandalyeye çıkıldığında ise, aşağı caddenin bazı yerleri ve otobüs durağının bir kısmı görülebiliyordu.
Odanın kirasını, ev sahibi ihtiyar her ay kendisi gelip alacaktı.
Ev sahibi gittikten sonra, genç adam, kiralamış olduğu odanın içinde yeni başlayacak hayatı düşünüyordu. “Burada her taraf kokuyor. Merdivenler, koridor, oda ve yatak... Zamanı geldiğinde bu kokulara alışacak mıyım acaba? ‘İnsan her şeye alışırmış’ diye söylenirdi, duymuştum. Daha nelere alışmam lazım kim bilir? Nelere?...
Gün gelir ben de kokabilirim. Sonra her şey için geç bile olabilir. Hayatım, düşüncelerim de kokabilirler. Bundan şimdiden az bir şey korktuğumu hissediyorum. “
TEKSTİL İŞÇİSİ ADAM ÜZERİNE
1966 yılında, tekstil işçisi olarak, Adana’dan, bu Rheydt şehrinde ki, Dahlener Str’de bulunan Winnans Textil fabrikasına dokuz günlük bir gün tren yolculuğu sonucu gelmişti.
İlk iki gün boyunca, işverenin tutması, şımarık bir bayan tercümanın öğüt ve talimatlarından sonra, üçüncü gün, on iki saatlik işe başlamıştı. Yattığı yer bir heim1(yurt) idi. Heim, hemen fabrikanın karşısında bulunuyordu. Tüm vardiyalar on iki saat idi.
Sadece kadınlar sekiz saat, bir de cumartesi, bazen de ihtiyaca göre pazar günleri gündüz çalışabiliyorlardı. Bir şeye itiraz eden yoktu. Çalışmanın dışında vakit kalırsa da, çamaşır yıkamayla sökükleri dikmekle, bir de ara sıra karısına mektup yazmakla geçiriyordu zamanını.
Ayda, sadece bir iki pazar boş olabiliyordu. Onun dışında ne ülkede olup bitenlerden ne de şu dünyadan bir şey duyuyor sayılırdı. Kendisi gibi çalışanların çoğunluğu da öyleydi. Yöneticiler bir şey söylemek istediklerinde ise, çoğunlukla söylenir soru sorulmazdı. İşverenin kiraladığı bir tercüman aracılığı ile iletişim kuruluyordu. Çalışanların hemen hemen hiç istekleri olmazdı. Zaten kendi ülkelerinde de onlara, bir şey istemenin, soru sormanın gereksizliği öğretilmişti. Her şeye rağmen şu hayat denilen şey sürüyordu işte nasıl oluyorsa. İyi ki aklından geçenler kimse tarafından bilinmiyordu. Tüm zorluklara rağmen o kendi hayallerinde yaşamaya devam edecekti.
Almanya’ya geldiğinden bir yıl sonra karısını da getirmiş, onu da aynı fabrikanın gündüz vardiyesine başlatmıştı. O zamanlar bir yakınını getirtmek çok kolaydı, işlemler hemen çok çabuk yapılırdı. Çoğu yerde ilanla işçi aranıyordu.
Daha sonra ise, karısının kardeşi olan şu genç adamı da, kadının ricasını kıramayıp buraya getirmişti. Bu genç çocuk, köyün ilk okulunu bitirdikten sonra başıboş kalmıştı. Karısı, “getirelim de o çocuk da hayatını kurtarsın yazık, hem sana da sevap olur“ demişti. Kesin geleceği anlaşılınca ise, çocuğun annesi, “tam da bana yararlı olacakken, elimden alıp götürüyorsunuz, o benim elim ayağımdı ben onsuz ne yaparım şimdi“ diye ağlamıştı.
O zamanlar Almanya da iş çoktu. Genç köylü daha 17 yaşına yeni girmiş olmasına karşın onu bir tekstil fabrikasına aldırmış, bir de oda bulup ayırmıştı. Böylece onun da hayatı başlamış sayılırdı.
Ama, bu gençte anlayamadığı bir tuhaflık hissediyordu. Hatta, bu konuyu karısına da açmış, ona şöyle demişti. “Bak canım, lütfen beni yanlış anlama, bu kardeşin bir tuhaf çocuktur. Dilimin döndüğü kadarıyla her şeyin iyisini, doğrusunu anlattım kendisine. O ise, bir kerecik haklısın demedi. Ne evet diyor, ne hayır. Yüz ifadesi anlaşılır gibi değil. Çoğu zaman sorularıma cevap bile vermiyor. Yüzüne baktığmda da anlayamıyorum. Almanya‘ya geldiğine sevindin mi? diye sorduğum da yine ağzını açmadı, cevap vermedi. Yalnız şunu da belirteyim ki, asık bir suratı yok. Ben yüz ifadelerini biraz anlarım da. Yani kötü bir yüz ifadesi yok, anlıyor musun? İşte zor anlaşılacak bir yüzü var demek istiyorum. Allahtan hayırlısı olsun.” Kadın, “amin” dedi.
Köyden yeni gelen genç, bir yanıyla beklemediği, tanımadığı yalnızlığa girmiş, diğer yandan, tam da anlamadığı ruhsal özgürlüğü hissediyordu ama, bu bile, belirsizlikle korkuyla karışıktı. Yine de bazen kendini tüy kadar hafif sanıyordu. Anlayamadığı bir çok düşünce, duyduğu yenilikler, mayıs ayında köyden gelen gencin gözlerini kamaştırıyordu. Bu konuda ne söylense çok sayılmazdı. Uçmakla düşmek, hafiflikle ağırlık, sevinçle hüzün ve daha nice şeyler onu sallıyordu.
Bir kaç gün içinde, şehirde sersem gibi o yana bu yana yürüdü. Bu ara, bir kaç akrabası yanına gelmiş, kendi durumundaki gençlerle tanışmıştı. Onların anlattıklarını dinledi. En azından onlar neşeli ve hayatlarından menmun görünüyorlardı.
Ne fabrikanın pisliği, ne akort çalışma işi, ne de ancak asgari yaşam standartı altında alınabilen aylığa şikayet eden vardı. Bazıları ileride almak istedikleri arabanın markasını ve özelliklerini anlatıyordu ona. Bir tanesi; çok mesai yaptıktan sonra, mutlaka o arabayı almak istediğini, belki kardeşinin düğününe bile yetiştirebileceğini söylüyordu.
BEŞİNCİ KATIN HİKAYELERİ
Sessiz sakin görünen köylü gençle karşılaşan beşinci kat oturanları, karşılaştıklarında isteksizce bir “hoş geldin” diyorlardı. Şişko göbekli bir adamla merdivenin başında karşılaşmışlardı ilk defa. Derin derin nefes alan göbekli adam, “hoş geldin” dedikten sonra, “görüyorsun ya, bu Allahın ahırını, bize mobilyalı oda diye kiraya veriyor işte, o puşt, Herr Schimit ibnesi” demişti. Başka bir şey de demeden arkasını dönüp odasına doğru yürümüştü.
Bitişik odada, kırk beş yaşlarında bıyıklı, çökük yüzlü, parmağında kocaman bir altın yüksüğü olan işçi kalıyordu. Bu kişi neredeyse her gün içip içip koridora çıkıyor ortaya küfürler savuruyordu. Bir kere genç adam da raslamıştı. Her şeye küfreden adam bağıra bağıra: “Bu bizimki de yaşamaksa? Bu hayat yerin dibine batsın... Ben de batayım. Böyle işi de... Böyle yaşamayı da...” küfrediyordu. Odalarının kapısı önünde durmuş, ona bakmakta olan komşularına: “Ne bakıyorsunuz lan öyle? Ben burada ayı mı, oynatıyorum lan? Yoksa arkam mı açık? Haa?..”
O anki haline bakılırsa çok içkili olduğu belli oluyordu. Birisi bağırmaya başladığında, evde olanlar odalarından çıkar bakarlardı. Bazen bir iki laf ederler, bazen de sadece dinlerlerdi. Koridora çıkıp bağırma işini kimse sorun yapmıyordu. İşte o akşam, çökük yüzlü adam bağırıp küfrederken, herkes odalarından çıkmış bakıyorlardı. Şişko göbekli adam, odasının kapısını yarı aralamış, bir eliyle de kapıyı rüzgar kapatmasın diye tuttuğu halde, dayanamayıp çökük yüzlü adama, “kudurdun be arkadaş, yine kudurdun, erken akşamdan, maaşallah” dedi. O ise aldırış etmeden küfretmeyi sürdürüyordu. “Ulan siz nesiniz ki, be? Nesiniz? Hiç bunu düşündünüz mü, haaa? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz ha?.. Ne? Aslında sizler birer hiçsiniz. Evet... Sizin hayatınız, bir hiç hayatıdır. Siz de öyle. Belki bu Tanrının bir cezası da, olabilir... Biliyorum, ben size göre sarhoş bir serseri, kendini bilmez alçağın biriyim. Bunu anlamayacak ne var. Evet, bunda doğru yanlar da var. Olabilir. Benim alçaklıklarım vardır. Şerefsizliklerim de var, yok değil. Bazı zamanlar çocuklara parayı geç gönderiyorum. Bazen de şu zıkkımı elinde yarılanmış bir viski şişesini gösterir alıp da içiyorum. Ne bok varsa? Ama, bu zıkkımı da içmezsem bu hayat nasıl çekilir ki? Büsbütün kendimi iş vardiyasındaymış gibi sanıyorum. Başka bir şeyin farkında bile olamıyorum. Duyduklarım hep aynı ton, değişmeksizin aynı tonda. Bir şey anladığım yok. Sahibine yararı olmayan iyi muamale görmez! Sahipsiz köpeklerin bile kalmayacağı şu yerde kalıyoruz... İçmeyip de ne yapayım lan, haa... ne yapayım? Bilen varsa söylesin... Ama, yine de kötü yürekli biri değilim ben. Aslında benim de iyi yanlarım var. Bunu da bilmelisiniz... Ahh, eğer şu kaderim beni bıraksaydı... Var ya... ben... eksiksiz iyi bir adam olurdum. Çok yararlı bir insan bile olabilirdim. Ne yazık ki, kaderim kötüymüş ne yapayım. Ah, eğer... “
Şişko göbekli, kafasını oyana bu yana döndürüp duruyordu. Arada bir “Allah allah.. cık cık cık...” gibi sesler çıkarıyor, ardından da “Allah yardım etsin yazık, bu adam çıldırmış galiba?” diyordu kendi kendine.
Orada seyredenlerden biri, diğer yanında durana doğru eğilip, fısıldayarak, “bu adam eğer bir Kral olsaydı, herkesi öldürtür tek başına yaşardı. Böylelerinden korkulur” dedi.
Bir diğeri de konuşmaya katılarak, “ne tek yaşayacakmış, erkekleri öldürtür kadınlarla tek başına kalırdı. Bir de, ne kadar içecek alkol varsa evine taşıtır sadece kendisi içerdi. Sonunda içe içe bir gün geberip giderdi” dedi.
Çökük yüzlü adamın, bir de kendi yaşına yakın bir Alman sevgilisi vardı. Kadın, haftada bir iki defa yanına gelir giderdi. Kadın geldiğinde bazen belli bir zaman nedense odasının kapısını açık bırakırdı. Kadını şapır şupur öptüğü koridorda bile duyuluyordu.
Ama bazen de kadını yumruklardı. Kadın, “polizei polizei hilfe...2“ diye bağırırdı. Bir kere, kadını merdivenden aşağı yumruklayarak yuvarladığını da görmüştü. Kadının yüzü kan içindeydi. Adam, bir yandan yarı Almanca küfürler savururken, diğer yandan da kadına ait eşyaları arkasından merdivene aşağı fırlatıyordu.
Bütün bu olanlara rağmen, kadın yine de düzenli gelmesini sürdürüyordu. Ordakiler için anlaşılır şey değildi bu. Bu kötü muameleye ve dayağa karşın bu sarhoşun yanına nasıl geliyordu o kadın? Hayret doğrusu...
Söylentilere göre, çökük yüzlü adam, bu kadınla en az üç dört yıldır beraberlermiş. Tanıdıklarından beri hep aynı kavga gürültü varola gelmiş. Kadın, yediği bu dayağa karşın yine de bu adama geliyorsa, çamaşırını yıkayıp odasını temizliyorsa bu adamda anlayamadıkları bir durum olmalıymış.
Diğer yandan kadından çok paralar kopardığı da söyleniyordu. Akıllı olup da kadından aldığı paraları içkiye kumara vermeseymiş ev bile alabilirmiş deniyordu.
Komşulardan bir başkası, “hadi canım sen de, hepsi palavra.. O pis sarhoşa, bir de o surata hangi akıllı kadın para verecek Allah aşkına? Parası olan kadın, kendine daha iyi birisini kolayca bulurdu” diye itiraz ediyordu.
Koridorun en sonunda, şişko göbekli işçi kalıyordu. Bakıldığında, bu adamın beşinci kata nasıl çıktığına hayret ederdi insan. Aşırı şişman olan bu adam, uyuduğunda horultusu koridorun her yerinde, kapalı odaların içinde bile duyulurdu. Söylentilere göre, yedi sekiz sene boyunca, bayram pazar demeden çalışıp para biriktirmiş ve kendine memlekette üzerrine iki küçük ev yapılacak kadar bir arsa, bir de taksi almış. Şişko, işini de gurur duyarak her yerde anlatırmış. Bir komşu, şişkonun, taksinin kendisine iyi para getirdiğini, bu işten çok memnun olduğunu, sadece durak parasının bile ileride kendisi için bir sermaye sayılabileceğini herkese anlattığını, biraz daha çalışıp para yaptıktan sonra ise ülkeye geri dönmek istediğini söylüyordu. “Ondan sonra da, gel keyfim gel diyerek lokmaları yutup yaşıyacakmış.“ “ Arkadaş, hayvanlar gibi itirazsız, gece gündüz demeden, yağlı tozlu pis işlerde çalıştık, akort çalıştık, yıprandık da, ama hiç olmassa ondan sonra rahat edeceğim, bu kadarcığını hak ettim herhalde” diyormuş.
Yine aynı kişi, şişkoyu iyi tanıyan, onun hemşerisi sayılan başka birinden duyduğuna göre: Aslında, şişkonun memleketteki karısı, sekiz on ay kadar önce, taksinin şoförü ile kaçmış. Bu yüzden, şişko buradaki işinden de ayrılmış. “Her gün yiyip içip şişiyor işte, zavallının halini görmüyor musun?” demiş. Bir diğeri de, “şişko, memlekette parayla adam tutup, karısıyla taksi şoförünü vurduracakmış. İçtiği zaman her şeyi çekinmeden anlatıyor. Bence bu gidişle bu adam fazla yaşamaz zaten. Para, mal, mülk ise kadına kalacak. Yazık arkadaş, ben bu adama üzülüyorum” diye anlatıyormuş.
Beşinci katın en küçük odasında ise, bir işsiz kalıyordu. Oldukca zayıf, yanakları çökmüş, kısa boylu ve sessiz, yürürken düşecekmiş gibi sallanarak giderdi. Orada oturanların en komik buldukları yanıysa, bu adam yaz kış demeden neredeyse hiç çıkarmadığı kahverengi bir kazağı giymesiymiş. Yaz günlerinde dahi bu kazağı çıkarmazmış. Soranlara ise, “ben hep üşüyorum arkadaş, içim hiç ısınmıyor ki” dermiş. Bu yüzden ona çok takılıyorlarmış ama, onun kimseye aldırış ettiği bile yokmuş.
Beşinci kata çıkıldığında soldan birinci oda onun odasıydı. Kapı açıldığında ancak eğilerek içeri girilebilirdi. Burası olsa olsa güvercinlik ya da kedi odası olabilirdi. Kirası 50 markmış. Bu adam kırk yaşlarındaydı. Karısı ve çocukları memleketteymiş. Talihsizlik olarak nitelenen durumu ise, dokdorların ona kalp yetersizliği nedeniyle çalışamaz raporu vermiş olmasıymış. Bu yüzden çok sıkıntı çekiyormuş. Gelecekle ilgili planları suya düşmüş. İyi ki, memlekette karısının ve çocukların bu durumdan henüz haberleri yokmuş. Bu tallihsiz işçi, ileride doktorlar belki kendine çalışabilir raporu verirler diye umutlanıyormuş. Bazen bir kaç bira alıp da odasında içtikten sonra, koridora çıkıp, kendine çalışamaz raporu veren dokdorlara, “can benim değil mi lan? Size ne, ölürsem ben öleyim, size ne oluyor lan puşt oğlu puştlar? Siz beni nasıl anlayacaksınız ki lan?” diye öfkesini dışa vurduktan sonra, oraya oturup ağlamaya başlıyormuş.
Beşinci katın küçüklükte ikinci sırayı alan odasında ise genç bir işçi kalıyordu. Ancak on sekiz ya da on dokuz yaşlarında gösteriyordu. Temiz giyimli, uzun boylu, geniş omuzlu, haltercileri andıran bir görünümü vardı. Genç köylüyü bir keresinde çay içmeye davet ettiğinde tanışmışlardı. Odalar içinde en temiz oda onun odasıydı. Gerçi oda içerisinde ayakta gezinmek mümkün değildi. Odada bir lavabo, bir ocak ve yine küçüçük bir buzdolabı vardı. Ancak eğilerek girilebilecek yerde ise yatak duruyordu. Halterci yapılı genç adamın konuştukları zor anlaşılıyordu. Konuşurken kelimeleri yutuyor gibi, kesik kesik konuşurdu. Doğru dürüs oturmaz hep yemek, çay, temizlik gibi bir şeylerle uğraşırdı. Gelen misafirlerine ise her şeyi bonkörce ikram ederdi.
Anlatılanları dinler pek konuşmaz, hoşuna giden bir şey olduğunda ise çok içten bir kahkahayla gülerdi.
Bir gün, orada oturanlardan biri, temiz odalı geniş omuzlu genç hakkında şunları anlatıyordu: “Çok iyidir, dedikodu bilmez, temizdir, eli açıktır. Yemek yapıyorsa yemeğe, çay içiyorsa çaya davet eder. Neşelidir, surat asmaz. Dünya sorunlarıyla hiç ilgilenmez. Bence doğrusu da odur zaten. Ama yine de bazı durumlar hafiften kafama takılıyor. Hani, beni ilgilendirmez aslında, bir başkasına anlattığım yoktur zaten. Dedikoduyu pek sevmem. Gerçi, kimse de sevmez ya. Neyse. Demek istediğim, bu adam genç, boylu poslu, omuzları geniş, sigara içmez, alkol kullanmaz. Az bir şey o koca vücuta, o kafa küçük kalıyor. Tek kusuru kafasının küçük oluşu. Anlatabiliyor muyum? Neyse, anlamadığım; bu genç adamın kız arkadaşı neden yoktur? Daha da anlayamadığımı açık söyleyeyim. Buraya bazen arada bir böyle iyi giyimli, temiz görünen hali vakti iyi olduğu anlaşılan adamlarla geliyor. Odayı kapatıp saatlerce kapıyı açmıyor. Derken sık sık, hem de değişik, yine iyi giyimli, temiz görünen adamlardan gelip gidiyorlar. Yanına gelenler yaşlı da değiller. Çoğu sarışın, genç yaşta adamlar. Tabii başkaları da bu durumu farketmişler. Bu, omuzu geniş arkadaşın yanına gelenlerin sağlam kişiler olmadıklarını, ayıptır söylemesi, şey diye söylüyorlar. Gel de sen bu işi anla be kardeşim. Bunu ben değil, başkaları diyor. Ama ben de şüpheleniyordum doğrusu, yine de, bana ne diyordum. Bana ne...”
Köyden yeni gelen genç adam, anlatılanları şaşarak dinliyordu ama, nasıl anlayacağını dahi bilmiyordu.
Koridorun en sol köşesinde, şişko göbeklinin odasının karşısında iki küçük oda vardı. Beşinci katta, iki odalı tek yer orasıydı. Odalar aşırı derecede küçük olduğu halde, diğerleri ona, en lüks yer senin yerindir, villa gibi yerin var diye takılırlarmış. Orada kalan bir metal işçisiydi. Adamın yüzüne bakıldığında, “üç gün sonra bu adam ölür” diyesi gelirdi insanın. Söylediklerine göre yaşı elli üçmüş. Günde iki paket Harman (Ernte 23) sigarası içermiş. ’Dünya da bu sigaranın üzerine sigara yok arkadaş’ diyormuş. Zamanı olduğunda ise, bir yerlere seks filmi seyretmeye gidiyormuş. Bir de, sık sık “bu ülkenin sarışınları var ya, beni öldürecek“ diye anlatırmış.
Memlekette evli ve altı tane de çocuğu bulunan bu üç gün ömürlü adam, uzun uğraştan sonra nihayet yakında yirmi beş yaşında olacak oğlunu yanına getirebilmeyi başarmış. Çok uğraştım. Para yedirmediğim yer kalmadı. Memlekette parasız bir şey olmuyor arkadaş, ne olacak böyle bu gidiş? diye yakınırmış. “Burada ise, on altı senedir fabrika da yuttuğum demir tozlarını Allah bilir ancak. Dökümde çalışmak kolay mı? Ömrümüz geçti. Köpek kadar da hatırımızı sayan var mı? Gün gelecek, çürük sebze gibi, ya da kullanılmış eşya gibi bizi bir yerlere atacaklar. Bu belli... Öyle değil mi?” diye anlatırmış. “Bizleri insan yerine koyan var mıdır? Size soruyorum var mıdır?” diyormuş.
Oğlunun yaşı yirmibeş olduğundan, buraya gelmesi için yaşını küçültmesi gerekiyormuş. Onun anlatımına göre, bu iş için sürüyle para dökmüş. Sonunda on yaş birden küçülttürmüş. İşlemler için yabancılar dairesine gittiğinde ise, oradaki görevli memur tercümana, “oğlunuz daha önce yirmi beş yaşındaydı. Şimdi nasıl on yaş birden küçülmüş? Bu nasıl oluyor? Sizin ülkenizde kanun yok mu? O nasıl devlet öyle? Dünya da böyle şey olmaz“ diye kızmış. Kaçıncı gidiş gelişten sonra ise memur, kafasını o yana bu yana salllayıp da, ne.. ne.. ne.. ne.. dedikten sonra, nihayet gerekli damgayı vurmuş. Diğerleri ona, “eğer bunlara işçi lazım olmasaydı, ölünceye kadar da beklesen yine yapmazlardı bu işi“ demişler. Bunun üzerine, üç gün ömürlü denilen metal işçisi, bu işi yapan memur için, “ben ona, altı yaş küçült dedim; o on yaş küçültmüş” diyerek dalga geçiyordu. Bunun üzerine, “bizi sanki kendiler yaratmışlar. Gördüğümüz muamele, hep de şu bildik kul muamelesi işte. Haram olsun onlara aldıkları paralar“ diye söyleniyormuş.
Hikayeler böyle uzayıp gidiyordu...
Yeni köyden gelen genç adam, bu duydukları için bazen gülüyor, bazen ise, şu insanlar neler yapabilirmiş diye kendi kendine şaşırıp kalıyordu.
Genç adam, ilk defa, biraz çekinerek biraz utanarak gidip aşağıdan kendine üç şişe bira alıp getirmişti. Bu akşam onları içmeyi düşünüyordu. Kirli yatağın üzerine oturup birayı yudumlamaya başladı. Bu, hayatında alkol ile ilk tanışması olacaktı. On yedi yaşına daha yeni girmişti. Birinci şişeyi su içer gibi içtikten sonra kalkıp aynanın karşısına vardı. O gür ve sarışın saçlarını parmaklarıyla sağa sola yatırdı. Henüz daha traş olacak kadar sakalı bile çıkmamıştı. Aynanın karşısında öyle dalmışken, dizleri yavaş yavaş çözülüyor aklı karışıyordu.
Zorlukla pis kokan yatağa geldiğinde kendini yatağa bırakıverdi. Kısa zaman sonra ise uyudu.
Artık hayatı başlamış sayılırdı...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.