- 813 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAĞMURDAKİ DÜŞ İZLERİ
Kadın, kapının zili ile uyandı. Gözlerini ovuşturdu. Terliklerini giyerken "Geliyorum!" diye seslendi kapıdakine. Aceleci adımlarla ilerlerken gözü girişteki saate takıldı. "Saat dokuz buçuk olmuş. Bu saatte kapıcı ekmek dağıtır. Nasıl da uyuyakalmışım!" diye söylenerek kapıyı açtı.
Her sabah olduğu gibi kapıcı: "Ekmek!" dedi. Kadın, mis gibi taze ekmek kokuları gelen sepetten bir ekmek aldı. Antredeki konsolun üzerinde duran minik ayı biblosunun kucağından bir 50 kuruşluk alarak kapıcıya uzattı. Abone olduğu gazeteler de kutudaydı. Gazetelerini aldı oradan. Artık uykusu kaçmıştı. Yeniden yatsa da uyuyamayacaktı zaten... Ekmeği ve gazeteleri mutfak masasına bıraktı, banyoya doğru ilerlerken "Ah, şu yalnızlığın gözü kör olsun!" dedi.
Ilık bir banyo iyi gelmişti ona. Gevşediğini hissetti. Derya Baykal, bir televizyon programında "Banyodan sonra bütün vücudunuza krem sürün hanımlar..." demişti. Bir bildiği olmalıydı. O halde o da ilk kez bütün vücuduna krem sürecekti. Şimdiye kadar yoğun iş temposu nedeniyle kendine yeterince vakit ayıramamıştı. Bundan sonra kendine daha fazla vakit ayırmaya karar verdi.
"Kuaföre gitmeliyim, bıktım monotonluktan... Yıllardır aynı renge boyanmış ve aynı tarzda kesilmiş saçlarımdan başlamalıyım değişikliğe... Sonra yeni giysiler, yeni ayakkabılar da almalıyım. Üç yıldır eski nişanlımın boy takıntısı yüzünden topuklu ayakkabı bile giyemedim." dedi aynadaki siluetine...
Mutfağa geçti. Çaydanlığı ocağa koydu, çay demlenirken kahvaltı sofrasını hazırladı. Ocağı 15 dakikaya kurdu. Günlük gazetelerini alarak salona geçti. Her zamanki gibi berjer koltuğuna oturdu. Önce gazetelerin başlıklarına göz attı. Pek de iç açıcı değildi yazılanlar... Canı sıkıldı. Sevdiği köşe yazarının yazısını okudu. Yazarın tarzıydı, alaycı bir dille yazardı. Olayları komik yönleriyle ele alır ama acı gerçeği de anlayanın yüzüne bir şamar gibi patlatırdı. Bunları aklından geçirirken ocağın saati öttü. "İyi ki saati kurulan bir ocak almışım, yoksa gazetelere dalardım, çaydanlığı bile yakardım." düşüncesiyle mutfağa gitti.
Kahvaltısını yaptıktan sonra masayı topladı, bulaşıkları yıkadı. Aheste aheste yatak odasına geçti. Giyindi, tarandı, süslendi. Gardırobun boy aynasında kendini süzdü, fena da sayılmazdı bu görüntüsüyle. Evden çıkmadan kuaförünü aradı, kalabalık olup olmadığını öğrenmekti amacı. Kalabalıksa tenha bir saatte gitmeyi plânlıyordu.
Kuaför:
"Sema Hanım, şu an tenha, hemen gelin." dedi.
Kuaföre gittiğinde fön çektiren havalı bir bayan etrafındaki elemanlara emirler yağdırıyordu. "Kızım, su istemiştim." derken suyu eline verilmişti bile... Yine de bayan memnuniyetsizdi. Ojesi yeni sürülmüştü. Elini bardağa uzatırken tırnağının birindeki oje bozulmuştu.
Kadın, yine elemana bağırdı:
"Senin yüzünden! Bak gördün mü, beğendin mi yaptığını? "
Eleman:
"Affedersiniz, şimdi tazelerim ojenizi..." dedi.
Kadın:
"Hayır, hepsini sileceksin, koyu pembe ojeden sür bu defa!"
Sema şaşırmıştı. Bu kadar kapris de fazlaydı. Kuaförlük çok zor bir meslekti, ama hangi meslek kolaydı ki! Kuaförün gösterdiği yere oturdu. Saçlarını kızıla boyattı: katlı, hareketli bir model kestirdi. Kaşlarının şeklini değiştirtti. Katalogdan havalı bir saç modeli seçti. Kızıllığın çok yakıştığı ipeksi saçlarına fön çektirdi. Manikürü, pedikürü de istediği gibi olmuştu. Kırmızı oje sürdürdü. Makyajını da yeşil gözlerini belirginleştirecek şekilde yaptırdı. Sema, aynadaki görüntüsünü çok beğendi. Kuafördeki yardımcılara, çıraklara yüklü bahşişler vererek oradan ayrıldı.
Arabasını şehrin en büyük alış veriş merkezinin önüne park ettiğinde dudağındaki gülümseme kaybolmamıştı. En lüks mağazaların, en seçkin ürünleri arasından seçtiği kendine çok yakışan kırmızı bir elbisesi, ona uygun aynı renkte ayakkabıları, kırmızı çantası ile model dergilerinden fırlamış gibiydi. Yine aynaya baktı, mutluydu." İşte bu!" dedi. Satıcı kız da gülümsüyordu. Gerçekten müşterisi çok özel ve çok güzeldi. Bir kıyafet ancak bu kadar yakışabilirdi birine...
Alış veriş merkezinden ayrılırken Sema’nın cep telefonu çaldı. Arayan, arkadaşı Ayça idi. Ayça, resim sergisine Sema’yı mutlaka beklediğini, işlerinin yoğunluğu nedeniyle davetiyeleri geç postaladığını söyledi. "Belki eline geçmemiştir davetiyem ama seni mutlaka sergimde görmek isterim canım!" derken o kadar içtendi ki!
Sema:
" Ayça’cığım, gelirim elbette... Davetiyenin elime geçmemesi önemli değil, çağırdın ya, sözlü davetin daha önemli benim için." sözleriyle Ayça’nın içini rahatlatmıştı.
Yarım saat sonra Güzel Sanatlar Resim Galerisi’ndeydi. Arkadaşı onun gelmesiyle çok mutlu oldu. Ondaki değişime de çok sevindi. "Ne iyi etmişsin kendini yenilemekle..." diyerek onu kucaklayıp öptü. Serginin açılışını vali bey yapmış ama gideceği başka yerler olduğu için hemen ayrılmış. Arkadaşlarına Sema’dan söz etmiş, Ayça’nın arkadaşları da merakla onu bekliyorlarmış. Bunları bir çırpıda heyecanla söyledi Sema’ya. Bir kokteyl tutuşturdu eline ve ressam arkadaşlarıyla Sema’yı tanıştırdı.
Sergi kalabalıktı. Sema, sağ taraftan başlayarak tabloları incelemeye başladı. Güzel bir sergiydi, belli ki çok emek harcanmıştı. Bazı resimler yapılırken kendisi de gözlemlemişti arkadaşını ama sonuçta bu kadar güzel eserler çıkacağını düşünmemişti doğrusu...
Arkadaşı, portakal rengi hayranıydı, tablolardan turuncunun yansıması etrafa sıcaklık yayıyordu âdeta. Zaten serginin adı da "Ayça’nın Turuncu Sevdası" idi. Soyut bir resmin önünde durdu, hayallere daldı. "Bir içki alır mıydınız?" diyen garson, onu düşlerinden kopardı. Kokteyl almak üzere tepsiye yöneldi. Tam o esnada uzun boylu, geniş omuzlu, esmer bir beyefendinin bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran gülümsemesiyle karşılaştı. Beyefendinin iki içki alıp birini kendine uzatmasıyla kendine geldi. Teşekkür ederek aldığı kadehi dudaklarına götürürken bu adamın düşlerinin bir uzantısı olduğunu düşündü.
Tablo hakkında konuşmaya başladılar. "Turuncu Düşler" adlı bu tablo derinliği olan, insanı gerçekten düşlerde gezdiren bir tabloydu.
Adam gülümsedi.
"Henüz tanışmadık, resimlerin güzelliği bize tanışmayı unutturdu. Ben Mehmet Tufan Canoğlu..."
Sema:
"Memnun oldum, ben de Sema Nil Yılmaz..."
Tanışma faslı bittikten sonra tablo üzerinde konuşmaya daldılar. Sema, tabloyu unutmuş, düşlere dalmıştı. Aradığı adam, hayallerini süsleyen kahraman buydu belki de... Neden olmasın ki, böyle tanışıp mutlu sona ilerleyenler yok muydu sanki? Mehmet Tufan, çok kültürlüydü, resimden anladığı yaptığı yorumlardan anlaşılıyordu. Sema, gittikçe tablolardan, yorumlardan uzaklaşıyordu. Bu adam, düşlerindeki beyaz atlı prensine ne kadar çok benziyordu! Belki onu bir kahve içmeye davet ederdi, telefon numaralarını birbirlerine verirlerdi, belki dost olurlardı, sonra da...
Mehmet Tufan, başka bir tablonun üzerinde konuşuyordu. Sema, sadece ona bakıyor, dinlermiş gibi yaparak başını sallıyordu. Bir ara kuaförde gördüğü kaprisli kadının gülümseyerek kendine doğru yaklaştığını fark etti. Bu aksi kadını burada görmek onu huzursuz etti. Nezaketen gülümsemesi gerekirdi oysa... Bu nedenle zoraki gülümsedi.
Kadın, Mehmet Tufan’a:
" Sevgilim, sergiye gelemeyecektim ama son anda dernekteki işimi kısa keserek yanına geldim." dedi.
Mehmet Tufan: "İyi etmişsin. Bak seni Ayça’nın arkadaşı Sema Nil Yılmaz’la tanıştırayım." dediğinde Sema dudaklarında kırık bir gülümsemeyle "Memnun oldum. Benim çok önemli bir randevum vardı. Şimdi hatırladım. İyi günler..." diyerek yanlarından uzaklaştı. Ayça’yı tekrar tebrik etti ve buruk bir halde sergi salonunu terk etti.
Nişanlısından ayrıldı ayrılalı ilk kez birine yakınlık duymuştu. Belki de düşlerinde gördüğü adama bu kadar benzemiş olmasıydı onu Mehmet Tufan’a yaklaştıran. Bir anda hayallere dalmış, kendi kendine gelin güveyi olmuştu. Kendinden utanmalıydı. Dışarı çıktığı anda birkaç damla yağmur düştü yüzüne. Sanki kendine gelmesi için ilahi ve küçük uyarılardı bunlar... Birden yağmur yağmaya başladı, Sema’nın gözyaşlarıyla karışarak toprağa düşen hüzün yüklü damlalar, onun kısa süren düşünün izlerini taşıyordu.
HARİKA UFUK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.