- 501 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 15
Söylediklerinin bir şakadan ibaret olduğuna sonunda Mukadddes’i ikna ettiklerinde, salonu müthiş bir neşe sardı. Herkes yeniden gülmeye başladı. Adamın kahvedeki işleri, Fikret’e okuldaki dersleri soruldu, arkadaşlarını anlatmasına izin verildi. O, önce kedisi ve köpeğinden söz etmeyi tercih etti. Babasına kahvede yardım ettiğini, çay yapmayı bile öğrendiğini anlattı ; herkesten aferinler almayı başardı.
Akşam yaklaştığında, sohbetin bittiği, yolculuğun başlaması gerektiği akıllara geldi.
’’ Bize müsaade. Yolumuz epeyce uzun.’’ deyip ayaklandı adam.
’’ Haydi bakalım Fikret ; sen de giy ceketini.’’
’’ Yaaa ; daha erken baba. Ne olur biraz daha kalın !’’
’’ Yine geliriz kızım. Yolu, evi öğrendik artık. Sık sık geliriz ; sen merak etme.’’
Baba oğul ceketlerini giyip , herkesle tek tek vedalaşmaya başladı. Fikret, herkesin elini öptü. Engelli çocukları, F’yi de, ablasını da gözlerinden yanaklarından öpüp kapıya yöneldi. Eşi ile birlikte bir devlet bankasında memur olan Ü.Hanım, üç tane birden kâğıt beş lirayı Fikret’e uzattı. Güneş bile görmemiş kadar yeni olan bu paralar çok hoşuna gitse de, almak istemedi çocuk. Fakat alması için ısrar edilip, babası da izin verince, sevinerek alıp cebine koydu.
Hafta içinde notere gidip Mukaddes’le ilgili sözleşme yapılmaya karar verildikten sonra ayrıldılar evden.
Çocuğun gelirken üçüncü mevkide, denizi görmeden yolculuk etmesinden etkilenen baba, bu defa ikinci mevki bilet alıp, vapurun orta katında yolculuk etmeyi seçti. Çocuğun mutluluğu ikiye katlandı. İstanbul’u, Boğaz’ı, bu şekilde vapurdan seyretmek çok hoşuna gitmişti. Hele ki , vapurla birlikte, öterek uçan martılar, neşesine neşe katmıştı.
Çok yüksek moralle geldiler kahveye. Çocuk, kendisine verilen, güneş görmemiş paraları babasına verdi. Kahvede, hemen herkes, Mukaddes’i ve verildiği yeri merak etmişti. Oyunlarını bırakıp onları dinlediler . Soru üzerine soru sorup cevap beklediler.
’’ Nasıl, iyi bakıyorlar mı çocuğa ? ’’
’’ Memnun mu çocuk ? ’’
’’ Annesini sormuyor mu ?’’
’’ Okula yazdırmışlar mı ?’’
Tek tek hepsine, en çok da Fikret cevap verdi. Ablasının çok rahat olduğunu, annesini hiç sormadığını, yep yeni kıyafetlerinin, takılarının olduğunu, okula da gittiğini, övüne övüne, defalarca anlattı.
Çocuğun ablası hakkında anlattıkları, ertesi gün okulda da devam etti. Evlâtlık da olsa, İstanbul gibi bir yerde, zengin bir ailenin yanında, hem de hizmetçisi olan bir evde yaşaması, ona gurur veriyordu.
Baba da, kızı adına en doğru olanı yaptığının, kızını kurtardığının inancıyla, büyük bir rahatlık içindeydi.
Bir kaç gün sonra Kemal beyle haberleşilip notere gidildi. Ablası S. hanım ile baba arasında, Mukaddes’in hangi koşullarda onların yanında kalabileceğinin belirtildiği bir sözleşme yapılıp imzalandı. En önemli koşulllar, çocuğun mutlaka okutulacağı, orada kalmak istemediğini belirttiği anda geri alınacağı ve on sekizini bitirdiğinde ise, kimin yanına gitmek isterse oraya gidebileceğiydi.
Anne çaresizlik içinde, kendi başına kaldığı her gün, her an ağladı, yüreği yandı. Kocasından bir daha akıl, yardım isteyecek cesareti bulamadı. Uzun süre Mukaddes’i göremediğini söyleyen oğlu Ferruh’a, durumu anlatmak zorunda kaldı. Çok sert tepki gösteren çocuk, hiddetle Kurtköy’e kadar gitti.
’’ Fikret’i çok özledim.’’ deyip dikildi eski üvey babasının karşısına. Adam, onu çok iyi karşılayıp, çay ikram etmek istese de, kabul etmedi çocuk. Bakışları öfke doluydu adama karşı. Saldırmamak için kendini zor tutuyordu aslında.
’’ Neredeyse öğlen yemeği için döner okuldan ! derken, öfkesi yüzünden belli olan çocuğu, yumuşatma amacı olduğu belliydi adamın.
Kasım ayının ilk günleri, havanın da aslında soğuk olmasına rağmen, dışarıda beklemeyi tercih etti.
’’ Niye orada oturuyorsun oğlum, üşüyeceksin. Gel içeride bekle.’’
’’ Yok yok, üşümem ben. ’’
Başını iki yana sallayıp işine devam etti adam.
Biraz sonra Fikret okuldan geldi. Ağabeyini gördüğüne pek sevinmedi çocuk. Kırgındı ona da. Günlerdir buradaydı, üstelik evden kovulmuş hissediyordu kendini. Kimse de arayıp sormamıştı o güne kadar. Şimdi ne diye gelmiş ti ki ağabeyi ? Eğer alıp eve götürmek isterse ; gitmeyecekti. Alışmıştı artık babasıyla yaşamaya.
’’ Hoş geldin ağabey.’’ deyip elini öptü soğukça. Çocuk, şefkatle, özlemle sarıldı ona. Aslında çok seviyordu kardeşini. Hiç bir zaman da ayrılmak istememişti.
’’ Nasılsın Fikret ?’’
’’ İyiym ağabey. Sen nasılsın ?’’
’’ Çok durgun görünüyorsun ; hasta falan mısın yoksa ?’’
’’ Yoo. Çok iyiyim ben .’’
’’ Okul nasıl gidiyor bakalım ?’’
’’ İyi gidiyor. Tıpkı bizim Tepeören’deki gibi ; beş sınıfa bir öğretmen bakıyor burada da. Beşinci sınıfta var ya ; bir tek nesrin abla var ağabey .’’
Biraz açılmaya başlamıştı çocuk. Konuştukça, soğukluğu atmaya başladı üzerinden. Fakat, aklına gelse de, merak etse de, annesini sormak istemiyordu bir türlü.
’’ Annem çok özlemiş seni. Arada gelsene. Baban göndermiyor mu yoksa ?’’
’’ Özleyecek olsa kovmazdı, babama göndermezdi!’’ diye haykırmak geçse de içinden, susmayı, cevap vermemeyi tercih etti.
’’ Babam hiç bir şey demez bana. Nereye istesem oraya giderim. Pendik’e pek gitmiyorum da ondan.’’ dedi.
Adamın kendilerini dinlemek gibi bir çabası olmadığını fark edince, asıl konuya girmeye çalıştı Ferruh.
’’ Mukaddes’i evlâtlık vermiş galiba baban.’’
’’ Ha evet. İstanbul’a. Çok iyi insanların yanında o. Rahat, Okula da gidiyormuş.’’
’’ Gittiniz mi yanına ?’’
’’ Gittik geçen Pazar. Bir de oyun ettik ki, sorma.’’ deyip, babasıyla birlikte yaptıkları şakayı, ablasının gösterdiği tepkiyi anlattığında, bozuldu Ferruh. Demek ki Mukaddes, artık annesine dönmek istemiyordu. İnanmakta zorlandı . Bunun da kardeşine öğretilen bir oyun olabileceğine inanmak istedi.
’’ Sen adresini biliyor musun ?’’
’’ Babamda.’’
’’Alabilir misin ?’’
’’ Ne diyeceğim babama ?’’
İstemekle adresi vermeyeceğini anlamıştı Ferruh. Ancak gizlice alınabilirdi.
’’ Bak Fikret ; ben şimdi gideyim. Sen bir yolunu bulup babanın cebinden adresi gizlice almaya çalış. Sonra da Pendik’e anneni görmeye gideceğini söyleyip izin iste, gel. ’’
Aklı aldı çocuğun. Böyle bir şeyi yapabilirdi aslında. Fakat, bunu yapmayı asla istemeyecekti. Yine de bu isteksizliğini belli etmemeye çalışarak ;
’’ Peki ağabey ; uğraşırım.’’ deyip savuşturdu.
Gitmek üzere ayağa kalktığını gören adam yanlarına geldi.
’’ Hemen gidiyor musun Ferruh ? Karnın açtır senin. Kuru fasulye pişirmiştim. Fikret’le beraber yiyin de öyle gidersin.’’
Karnı açtı Ferruh’un. Fakat adama karşı kin doluydu. Yıllardır annesi hep kötülemiş düşman etmişti ona. Üstelik şimdi de kardeşini annesinden alarak , başkalarına evlâtlık veren bu adama karşı kini iki katına çıkmıştı. Yemezdi onun yemeğini.
’’ Tokum ben tokum. Şey diyeceğim. İzin verin de ara sıra bize gelsin Fikret.’’
’’ Ne zaman isterse gidebilir. Ben hiç karışmam oğlum.’’
’’ Tamam. Gideyim ben. Duydun değil mi Fikret. Bekliyoruz bak ; unutma.’’ deyip uzaklaştı.
Böyle bir şey yapmamakta kararlıydı Fikret. Annesine gitmemekte de kararlıydı. Sevmiyordu annesi onu. Sevseydi evden kovar gibi buraya göndermezdi.
Günler böylece geçmeye başladı. Anne , Ferruh’un anlattıklarından sonra umutlanmış , pencere önlerinde Fikret’in adresi getireceği günü bekliyordu.
Kasımın ortaları olmuş, havalar da soğumaya başlamıştı. Baba, çingenelerden bir at arabası ağaç kütüğünü çoktan almış, bitişikteki ahırda sakladığı bidondan bozma sobayı ve eski püskü boruları kahveye taşımıştı. Müşterilerin de yardımıyla, bin bir zahmetle, defalarca yıkılıp yeniden takılan borularla sobayı kurmayı nihayet başarıp, kütükleri , çalı çırpıyı, biraz da gaz yağı ile ıslatarak tutuşturduğunda, öyle bir tütmüştü kü soba, kahvenin iki kapısı birden açılmasına rağmen, dumandan göz gözü görmemişti.
Devam edecek
Fikret TEZAL