- 1048 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ölümün Rengi
Ölümün Rengi…
Adam kapının kilidine anahtarını soktu. İki defa çevirip tık sesini duyduktan sonra kapının kolunu kendine doğru çekip aşağıya indirdi. Kapıyı sağ ayağının burnuyla itip ayakkabılarıyla hole girdi. Elindeki poşeti yere, vestiyerin önüne bıraktı. Boynuna taktığı ufak çantasını boynunda alıp vestiyerdeki askıya astı. Sonra parmağındaki nişan yüzüğünü, kol saatini, cebindeki demir paraları ve arabanın anahtarını vestiyerin üzerine bıraktı. Tam kapıyı kapatırken anahtarın kapının üstünde olduğunu fark etti. Anahtarı alıp vestiyerin üzerinde duran terliğin üstüne fırlattı. Giriş kapısının karşısında duran odaya doğru yürüyüp ceketini çıkardı. Oradaki ayaklı askıya ceketini astı. Kemerini açıp pantolonunu çıkardığında pantolonun arka cebindeki sertliği fark etti. Cüzdanını çıkarıp odanın kapısından vestiyerin üstüne fırlattı. Sonra geri dönüp çoraplarını çıkarıp iç içe koydu askının dibine bıraktı. Eşofmanlarını giyip lavaboya doğru gitti. Giderken bir yandan da eşofmanının kollarını dirseklerine doğru kıvırmaya çalışıyordu. Kollarını kıvırıp tuvaletin kapısında durdu ve eğilip paçalarını da katladı. Tuvaletten çıkıp abdest aldı. Önce kılamadığı ikindi namazının kazasını yaptı sonra akşam namazını kıldı ve seccadesini toplayıp ışığın düğmesini dokundu. Işığı kapatıp üst kata çıktı.
Merdivenlerden yukarı çıkıp ikinci katın kapısına anahtarını sokup kapıyı açtı. Kapıyı açtıktan sonra sağ adımını içeri attı ama atmasıyla yerinde durması bir olmuştu. Şaşkınlıktan nerdeyse gözleri yerlerinden çıkacaktı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı bile. Şuan nabzını tutsan normal bir insanın çok üstünde çıkardı herhalde. Adam afallamıştı.ne olduğunu nasıl olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Bir an kapıyı kapatıp bir daha anahtarı çevirmek istemişti. Nitekim de öyle yaptı. Sessizce sağ adımını eşiğin dışına geri çekti ve kapıyı kendi yüzüne kapattı. Bir süre durduktan sonra anahtarı tekrar çevirip tık sesini duyduktan sonra kapıyı açtı. Bu sefer adımını içeri atmadı. Sadece içeriye bakmakla yetiniyordu. Sadece içeriyi görmek istiyordu. İçeri girmese de orayı görmek istiyordu.
Kapı yavaşça açılıp az önce gördüğü şeyle bir daha karşılaşınca bu sefer yüzünce şaşkınlıktan ziyade bir sevinç belirtisi oluştu. Önce gülümsemeye başladı sonra sevinçle gülerek karşısındakinin boynuna sarıldı. Adeta kemiklerini kıracakmış gibi sarılmıştı boynuna. Doğruya ya niye sarılmasındı ki. On bir yıldır görmemişti. Onu. Dile kolay tam on bir yıl. Gittiği günü artık hayal meyal hatırlıyordu yada hatırlamak istemiyordu. bunca yıldan sonra insan unutur her şeyi derdi bazı zamanlar kendine. Lakin yine yüreğinin bir köşesine düşmüyor değildi. Sonuçta aynı anadan aynı babadan öz kardeşiydi. İnsan kardeşini bu kadar süre görmeden yaptığını zannetsede aslında yapamıyordu işte. Bu sadece onun için geçerli değildi. Herkes için geçerli olan bir şeydi. Bazen kendine unutmak da bir hikmettir diye fısıldayıp dururdu. Ama bu fısıldamalar zamanında bile içi içini kemiriyordu.
Şimdi anlıyordu. Kardeşine bu kadar içten ve sevinçle sarıldığında anlıyordu. İnsan ne hikmetse unuttuğunu zannediyor ama bir türlü unutamayan bir varlıktı işte. Oda öyleydi. Kardeşinin gidişi onun yüreğinde derin yaralar açmıştı. Çünkü ikisinden başka kimseleri yoktu. Uzun süre önce memleketlerini bırakıp bu uzak vatana göç etmişlerdi. Ama oda olmamıştı. Kardeşi burada tutunamamış, daha fazla kazanmak umuduyla hep başka ülkelere gitme hayali kurmuştu. Zamanın birinde de bu hayalin gerçekleşmesi için önüne fırsat çıkmış ve basıp gitmişti. Lakin kardeşinin o kadar kolay gitmesi ona o kadar da kolay gelmemişti. Burada tek dayanağı oydu. Evliydi ama çocuğu yoktu. Hiç de olmayacaktı. Kardeşi onun için bir kardeşten öte bir evlat ve babasının yerine koyduğu bir ataydı.
Ama kardeşi çok kolay onu bırakıp gitmişti. Kim bilir belki o da bizim iyiliğimiz için bu düşmüştür diye düşünürdü hep. Yoksa niye onca yıl o yabancı ellerde kalıp da her ay düzenli olarak kazandığının çoğunu bize yollasındı. Bide böyle bakmak gerekir diye düşündü. Fakat bütün düşünceleri bir yana kardeşi şimdi yanındaydı. Boynuna sarılmış sevinçten gözyaşı dökmekteydi. Hemde hüngür hüngür ağlıyordu.ama onun bütün bu içten cevaplarına karşı kardeşi soğuk bir kütle gibi duruyordu. Öylece, olduğu yerde kıpırdamadan. Sanki halinden hiç de memnun olmayan bir tavır takınmış abisini seyrediyordu. Abisi ağlıyordu o ise sadece seyretmekle yetiniyordu.
Uzun bir süre öyle kaldıktan sonra kollarını kardeşinin boynundan çekip inşaatlarda nasır tutmuş sert ve iri parmaklarıyla kardeşinin kafasını ellerinin arasına aldı ve ona o kadar sevgiyle baktı ki bunu gören kim olursa olsun, hatta bir melek dahi olsun hüngür hüngür ağlayabilirdi. Ağzından önce bir kelime tek çıktı. Zaten o kelimeyi kendiside duymayacak derecede yavaş söylemişti. Sonra yüksek sesle tekrar etti bir daha. ‘kardaşım, evladım, babam’ dedi üç kelimeninde üstüne arşı titrer gibi basarak. Lakin kardeşi gıkını dahi çıkarmıyor, hiçbir şey demiyordu. Ne bir evet ne de hayır çıkıyordu ağzından. Bir süre öylece birbirine baktıktan sonra kardeşi onun elinden tutup koridordan arka odaya doğru götürdü. Odanın kapısının önünde bir müddet durdu. Düşünceli bir hali vardı. Kapıyı açmadan önce sanki bir şeyler söylemek istiyor gibi bir hali vardı. Ama nedense söylemiyordu yada söyleyemiyordu. Düşündü düşündü düşündü. Neden sonra aklına bir şey gelmiş gibi kapının koluna elini attı ev kapıyı açtı. Büyük bir sevinçle kardeşinin elinden tutup odaya giren adan birdenbire olduğu yerde durdu. Yine afallamıştı. Ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Düşündü düşündü ne var ki bulamadı. Odanın ortasında büyük bir mezar vardı. Mezarın etrafı ve üzeride rengarenk çiçeklerle süslüydü. Adam içinden ‘iyi ama bu kimin mezarı’ diye geçirdi. Tarttı, biçti, beyninin ve yüreğinin en derin kuyularına indi. Arşın en üst katmanına çıktı. Kimsesizler yolunda herkesin sahibi olan seyyahlara danıştı. Lakin yine de bir cevap bulamadı.
Eksik kalmıştı. Yada adam eksik düşünüyordu. Olmuyordu. Çıkartamıyordu neler olduğunu. Sonra birden karısı aklına geldi. Doğru ya o ölmemiş miydi zaten. Daha bir ay önce ölmüştü. Hem de bu odada. Ne olduğunu anlayamadan birden bir kriz gelip göğsünün üzerine oturmuş ve son nefesini verene kadarda onu bırakmamıştı. Evet böyle olmuştu. Yada böyle olması gerekiyordu. Fakat nedense sonra aklına geldi. Kendi kendide ‘ iyi de burası ikinci kat, burada böyle bir mezar nasıl olur. Ben eşimi mezarlığa defnettim’ dedi. Durduğu yerde bir daha düşündü. Hemde bu sefer uzun uzun düşündü. Aklını bir yerlerde mi kaybetmişti yoksa gerçekte bu olanlar doğru muydu?
Birden bir şey hatırlamış gibi kardeşine döndü. Az önce kendi kendine mırıldadığı şeyi kardeşine söyledi. ‘ kardaşım biz yengeni mezarlığa defnettik, burası da ikinci kat. Bu mezar bu toprak çiçekler nasıl burada olur. Ne zaman oldu?’ dedi. Sessizce kardeşinin yüzündeki mimiklerin yer değiştirmesini bekledi. Bir süre sonra kardeşi gülümsemeye başladı. ‘Artık anladın der’ gibi bakıyordu abisine. ‘Artık beni abi’ der gibiydi. Birkaç saniye öylece abisinin karşısında gülümser bir halde durdu. Sonra yüzünü çevirip mezara baktı. Mezardan birden bir kapı açıldı. İçinden çok güzel kokuların şarkısı insanın burnunun direğini sızlatıyordu. Bunu abisi de çok güzel duymuş ve koklamıştı. Abisinin gözleri bu sefer fal taşı gibi açılmış hayretle bakıyordu. Mezara gitse o takati kendinde bulamıyordu, geri dönse ayakları geri dönmek istemiyordu. Bu düşünceler içinde hayretle bakınırken kardeşinin elini bıraktığını bile fark etmemişti. Birden kendine kapının arkasında kardeşini de mezarın yanında görür gibi oldu. Sonra açılan kapıdan kardeşinin girdiğini ve basamaklardan teker teker indiğini hissetti. Lakin o kadar hoş kokulara ve güzelliğe rağmen yine de kardeşinin ardında bütün gücüyle bağırıyor ama kardeşi onu duymuyordu. Koşup peşinden yetişmek istiyor ama yerinden bir türlü kıpırdayamıyordu. Bir yandan ağlıyor bir yandanda kardeşinin inişini seyrederek çığlık atıyor ama elindende bir şey gelmiyordu.
Kardeşi tamamen kaybolduktan sonra açılan kapı açıldığı gibi yine aynı şekilde kapandı. Kapandığı gibi adam dizüstü yere düştü ve başını ellerinin arasında alıp ağlamaya başladı. Hüngür hüngür ağlayıp sızlanırken birden sert bir tokadın sağ yanağında çınlayışını hissetti. Daha o geçmeden sol taraftanda aynı sertlikte bir şamar suratına indi. Şamarların inmesiyle ne olduğunu anlayamadan gözlerini açtı, etrafına bakınmaya çalıştı. Sağına soluna döndü. Işıktan gözleri bir an kamaşmış tam açamıyordu. Gözleri net olarak seçmeye başlayınca karşısında karısını gördü. Bu iki tokatta karısından gelmişti zaten. Kocasının halinin hiç de iyi olmadığını biliyordu. Bundan dolayı şimdiye kadar yapmadığını yapmış onu silkelemeye çalışmıştı. Belki de bunu daha ilk günden beri yapmalıydı. Bir ay önce bu iki tokadı atmalıydı ona. Kardeşinin cenazesi yıllar sonra bir tabutta getirilip karşısına konulunca bir türlü inanamamıştı. Zaten yıllardı onu görmemişti de nasıl inansındı. Aklı hafsalası bunu almıyordu. Tabutu açıp bakmak istedi lakin o da mümkün değildi. Tabutun kapağını öyle çivilemişlerdi ki bir türlü açılmıyordu. Sonunda kardeşini tabutla beraber defnetti. Ama bir aydır da bir türlü rahat edemiyordu. Niye tabutu kırıp onu görmediğini bir türlü anlamıyordu. Konuştuğu herkese de artık içten bir ‘kardaşım’ kelimesi hediye ediyordu. Karısı da onu yavaş yavaş delirdiğini görüyordu. Ve kocası için elinden hiçbir şey gelmeden öylece ağlıyor ve dua ediyordu. Tıpkı az önce sırtı duvara yaslı uyuyakalan kocasına iki tokadı sertçe indirdikten sonra geriye birkaç adım yürüyüp sırtını duvara verdikten sonra ‘Allah rahmet etsin’ deyip ağladığı gibi.
Ünal ÇAGABEY
28/11/2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.