- 595 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YOL KAÇ KİLOMETRE?
Bayramın ikinci günü gene erken uyandım. Günlerden cumaydı. Kalkıp üstümü değiştirip kahvaltımı yaptım. Daha önceden bir kısmını okuduğum “Beyaz Diş” adlı kitabı okumaya devam ettim. Birkaç sayfadan sonra canım sıkıldı, kitap okumayı bıraktım. Dışarı çıktım, etrafıma baktım; Ağrı Dağı gene tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu. Bu dağın Iğdır’dan görünüşü hep büyülemiştir beni. İlkokul ve orta öğretimimi Iğdır’da geçirdiğimden bu çevreyi iyi gözlemeye imkânı bulmuştum. Küçük bir şehir olan bu şehir, mikro klima iklime sahipti. Doğu Anadolu’nun diğer illerine nazaran kışın pek soğuk olmuyordu. Şirin, yaşanabilir bir yerdi. Ama geçim kaynağı olarak hayvancılık yaptığımız için biraz zor oluyordu. Cuma namazından sonra imam olan eniştemle birlikte Iğdır’ın Taşlıca köyüne gidecektik. Aylardan Aralıktı. Artık yaylada olan çobanlar davarları köylere getiriyorlardı. Çünkü yaylalara kar düşmüştü, hava soğumuştu. Saat 14.00 de eniştemle çarşıya gittik. O köye giden tek bir minibüs vardı. O minibüse bindik ve yola koyulduk. Minibüsün şoförü saçı sakalı birbirine karışmış, tuhaf bir adamdı. Eniştemle yolda sohbete koyuldular. Yolcu olarak eniştemle tek ikimiz vardık. Herhalde biz de olmasak minibüs köye boş gidecekti. Ama her şeye rağmen şoförün keyfi yerindeydi. Hem eniştemle konuşuyordu hem de minibüsü kullanıyordu. Eniştem ile konuştuğu zaman arkasını dönüp sohbet ediyordu. Toprak olan yolda salına salına ilerliyorduk. Ama içimi bir korku kaplamıştı. Çünkü şoför arkasını dönüp eniştem ile konuştuğunda sanki minibüs yoldan çıkacak gibi oluyordu. Kaza yapacak diye korkuyordum. İçimden şoföre, önüne bak be adam, demek geldi ama diyemedim. Çünkü ters bir cevap verecek diye çekindim. Bir ara şoförün gözü bana takıldı; “Bu delikanlı kim? diye sordu. Eniştem, “benim kayınbirader, çok yetenekli biri, kitap yazıyor” dedi. Şoför bu söze biraz şaşırır gibi oldu. “Ne yazıyorsun delikanlı? Yazdığın kitabın ismi ne?” İçimden pek konuşmak gelmiyordu ama bir cevap vermek zorundaydım. “Roman yazıyorum,” deyip kestirip attım ama şoförün duracağı yoktu; “kitabının ismi ne?” “AŞK VE ACI” dedim. O da aferin, böyle devam et, deyip övücü sözlerini sararmış dişlerinin arasından sıraya dizdi. Yarım saat sonra köye vardık. İçimden Allah’a, kazasız belasız bizi köye vardırdığı için teşekkür ettim. Köyde hava buz kesiyordu. Minibüsten iner inmez yüzümü bir soğuk hava tabakası kapladı. Tek geçim kaynağımız olan on beş koyun için tüm zorluklara katlanıyordum. Ne de olsa artık ekmek aslanın ağzında değil, midesindeydi. Bazı şeyler için her zorluğa katlanmam gerekirdi. Ertesi gün sabah erkenden davarları alıp yaya olarak Iğdır’a götürecektik. Eniştem bu köyde imamlık yaptığı için caminin hemen bitişiğindeki medresede kalıyordu. Medreseye ilk girdiğimde iki tane petek gözüme çarptı. Onun sağında kitap rafı vardı. Dini kitaplar üst üstte düzenli bir şekilde sıralanmıştı. İki tane küçük penceresi olan şirin bir odaydı. Hemen peteklerin yanına gidip ısınmaya çalıştım. Eniştem oranın havasına alışık olduğu için çok rahattı. Yemek yapmak için kalktı, eski kilden yapılmış olan elektrikli ocağın fişini taktı. Ocağın telleri yavaş yavaş ısınırken o da dolaptan biraz et çıkardı, alıp yıkadıktan sonra etin çözünmesini bekledi. O bu işleri yaparken bende ısınmaya devam ediyordum. Aslında doğulu olmama rağmen soğuğa dayanıklı biri değildim. Eniştem yemeği hazırladı. Beraber oturup yedik. Akşam saat 21.30 da koyunlar koma (ahıra) gelince beraber kalkıp akşamın karanlığında fener ışığında gidip koyunları saydık. Sayı tamamdı. Tekrar medreseye döndük. Birkaç dakikada her tarafım tekrar buz tutmuştu. O gece iki battaniye ile sabahı zar zor ettim. Sabaha doğru eniştemin sesiyle irkilip kalktım. Saat daha sabahın 04.00 idi. Eniştem önceden kalkmış giyinmiş, bize de çay yapmıştı. Çaylarımızı içtik, sonra kalkıp hazırlandık. Gidip koyunları komdan alıp karanlıkları delerek Iğdır’a doğru yola koyulduk. Sanki kar yağmış gibi her yer bembeyazdı. Ay gökyüzünde bize bakıyordu. Yolumuzu onun ışığıyla görüyorduk. Ama ben daha çok güneşi seviyordum. Belki de bu sevgimin sebebi bedenimi saran sabahın sert ayazıydı. Bir saat boyunca koyunlar önde biz arkada durmadan yürüdük. Birden uzağımızda dikkatimi çeken bir şey oldu. İki çift göz ilerde bize bakıp parlıyordu. Enişteme söyledim. Fenerin ışığını ileriye tuttu. Bu bir kurttu. Eniştem koyunların önüne gitti bende koyunların arkasında kaldım. Koyunları kurda kaptırmamak için koyunların etrafında dört dönüyorduk. En sonunda ben köpek uluması gibi ses çıkarınca kurt bizden uzaklaştı. Şafak atınca biraz rahatladık. Saatlerce yürümenin sonunda eniştem eşeği tutmamı istedi. Yiyeceklerimizi eşeğe yüklemiştik. Eşeği tuttum ekmek poşetini çıkardım, termostaki çayı da aldım. Çok acıkmıştık, hemen koyunların gerisinde oturup kahvaltı yapmaya başladık. Davarlarda otlanıyorlardı. Kahvaltıyı yaptık sonra davarları önümüze alıp yolumuza devam ettik. Yürü yürü yol bitmiyor. Ayaklarımda derman kalmadı. Yolun bitmesi için dua ediyordum. İkide bir enişteme “Yol kaç kilometre? Kaç kilometre kaldı?” diye söyleniyordum. Oda tahmini bir rakam veriyordu. Akşamüzerine değin durmadan yürüdük. Ayaklarımın tabanı şişmişti. Eniştem halinden pek şikâyetçi değildi. Ne de olsa yılladır bu işin içindeydi. Ama benim dizlerimde derman kalmamıştı. Yiyeceğimizde bitmişti. Bir yanda açlık bir yanda yorgunluk beni bitirmişti. On üç saatlik yolculuğun sonunda Iğdır’a vardık ama ne varış, anam ağlamıştı. Eve varır varmaz kendimi balkona atıp uzandım. Sırtımdaki bütün kemikler sızlıyordu. Öyle bir hamlanmıştım ki haftalarca kendime zor gelecektim. Ama her şeye rağmen yaşamak için mücadele etmek gerektiğini de bu sayede daha iyi anlamıştım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.