- 984 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Usulca selam gönderiyorum sana gurbetten…
Kırılgan gülüşler hediye ettin hayatıma…
Avuçlarımın içinde tuttuğum eski bir hikâyeye ait donuk bir öfkeydi…
İçimde büyüyen öfkeyle kendi kendine hükmeden bir bedene sahiptim…
Kaç bedenin kaç kez tükenmişliğinin kızgın ateşi sarıyordu bedensel içyapıyı?
Ve ben:
Kendine hükmetmeye çalışan, geçmişin rüyalarını kâbusa çeviren bir düşünce girdabında yaşarken, sadece beden titremelerime hükmetmeye ve sabrın gücünü içine hapsetmeye uğraşıyordum…
Yaşamda yeniden nefes almalar, yeniden nefeslenmeler var mıydı ki bu kadar kâbusu içine gizlenen?
Olası bir düş yaşamı değildi bu kendi yapısında durmayasıya güçlenmeler gerektiren, günlük yaşamların içine gizlenmiş gizli öfkelerin bağ bozumu zamanıydı belki de… Ani iç patlamaları ile kendine kendisiyle karşı koyan bir bedenin ruhsal yapısındaki bağları ile dik kalması…
Avuçlarımın içi alev kızıllığı, ruhumun dargın zamanları ve kararsızlığın baş gösterdiği başıboşluk…
Belki de tüm kalabalıklığımın içinde tek başınalık bu sarsıntıları yaşatan…
Kendi kendine bir varlık olduğunu kabullenirken, diğer etkenlere sürtmelerle yalnızlaşma korkularına sürüklenen bir zaman kesimi bu olsa gerek…
Kararsızlık veya cesaretin önüne geçen korkuların tek başınalık ile mücadele çaresizliğinin belirtileri olsa gerek bunlar…
Yaşam ile hayal gücünün birleştiği bir bileşke, bu olsa gerek ki korkusuzluk korkularının yenildiği bir gerçeğe dönüş yaşamı bu olsa gerek…
Muhteşem bir güç peydahlanması ve olağan üstü bir bilek gücüne benzeyen kararlılıkla olayların üstüne üstüne basmak…
Bir başkayım sana, bir başkayım kendime, bir başka alışkanlıklar edinmişim gibi, bakıyorum dünyaya ve çevreme…
Galiba bir değişim için başkalaşıyor ruhum…
Renklerin duruşu değişiyor ve farklı farklı renkleri yeni yeni sevmeye başlıyorum.
Yaşamımda alakası olmayan şeyleri sevmeye çalışıyorum, her nedense…
Öncelikle tutkuyu düşünüyorum, tutkunun ardındaki başkalaşmış alışkanlıkları düşünüyorum yıllardır tutkum olan sen, yavaş yavaş küçülüp, noktalaşıyorsun gözümde, ellerin küçülüyor, gözlerin renk değiştiriyor, uğrunda ölesim gelen gözlerindeki kayboluş isteklerim yok oluyor, senle geçen anıları tabulaştırıp, içime sakladığım, gömdüğüm, tüm çukurların üstüne bir şeyler örtmek ışıklarını karartmak, kendime has renklere boyayıp, yeniden yeniden kazmak istiyorum anı çukurlarımı…
Galiba yeni bir yalnızlaşma modeli oluşturuyorum, zamana karşı durarak, kendime has bir canyalnızlığı üretiyorum…
Yıllardır yaşam şartlarını hep kendime göre uyarladığım yalnızlaşma ve yaşama modellerine bir yenisi ekleniyor galiba yeni bir model, yaşama uyarlı ve dirençli canyalnızlığı üretiyorum, tüm yalnızlaşma şartlarının tabularını içimde yakarak…
Anladım ki seninle konuşmalarımın derin bir huşu olduğunu içimde hissedişlerimden bahsederdim sana ve zamanı kendimize uyarlayarak, şafak sökerdi akşamın ilk saatlerinde başlayan konuşmalarımızın üstüne…
Her açılan konu sonuçsuz kalıp, yeniden sonuçsuz kalacak konuya ses olurduk zamana aldırmadan…
Aslında bunlar bizim birbirimizde bağlı olan veya bağımlılık yapan kalabalıklığımızdı, ne garip değil mi sevgili birbirimizde kalabalık olurmuşuk da belki de fark etmiyorduk…
Oysa şimdilerde günün son ışıkları çıplak bedenime sahil kenarında ki kumun üstüne vuruyor…
Öyle bir zaman ki güneş kızarmış ışıklarını kızarmakta olan kütlesinden gönderirken hiç usanmıyor, bense bu kızıllaşmış kütlenin altında kendime yeni bir yalnızlaşma modeli veya bedenimin yalnızlığına ruhen kapaklanıyorum…
Belki bu olguya sahil beldesinin kumsallığında yeni yeni üretmeye çalıştığım bir yalnızlaşma modeli veya sensizliğin yalnızlığı demek geldi içimden…
Ne kadar da sen doluymuş içim, kıyıya vuran rüzgâr altı deniz sularının vuruşları bile kesmiyor bu yalnızlığın yolculuğunu…
Galiba sevmenin doğaüstü renginin iç bedendeki vurgunu bu döküntüler…
Hangi cümlenin tınısı ile ne yazacağım bilmediğim bir zaman sarkacı bu galiba, ruhumla beraber salınımlarına devam eden…
Galiba sevgili ben kendime başkalaşıyorum, belki senden kopuşların çatırtıları bunlar veya kendi kendime var saydığım olasılıkların bedenimi hırpalar hale dönüştürme si bunlar…
Vazgeçmekle devleşen bir senli halim veya vazgeçemediğim senli halimin korkaklıklarını yaşıyorum…
Dedim ya evrimin başkalaşması halim bu kalemimin de kararsız kalması ve düşüncelerime uyarsız oluşu…
Süreç bitecek, emin ol sevgili, emin ol bitecek…
Bilmiyorum daha kaç cümleler dökülecek benliğimden, hırpalanarak ama ben sana gerçekten tutkuluymuşum, sevgili, buna hâlâ inanmak zor ama güneşin şu anda kayboluşu gibi, gibi gerçek ve kum ıslaklığı bile bir anda soğumaya başlıyor, inat ediyorum aracımın ışığında bu başkalaşım evrenini tamamlayacağım ve bu yalnızlığa gerçekten bir isim bulacağım…
Bir isim tak bu yalnızlığa istersen, ister karanlığın başı de, ister ışığın sonu de veya karanlığın yalnızlığına atlama zamanı de, öyle işte, farklı üç olgu bu, yalnızlığın içinde nefes almak ve sen tutkusunu bertaraf etmek…
Altın sarısına yakın kumsalı kara gölgeler kaplıyor durmayasıya ve rüzgâr omuzumda acıya yakın vuruşları ile düşmüyor bedenimden…
Garip bir rüzgâr kesiği arayışı içindeyim, bir başkalaşım olmalı rüzgârın duruşunda, güneş başkalaşımını sağladı, karardı, galiba hilal oluyor ay, ne garip değil mi, böyle zamanlarda omzuma hilal olmuş ay düşüyor…
Birazdan gecenin ipi kopar,
tırmanır sabaha kadar düşünceler,
kudurur beyin diplerindeki sahipsiz anılar,
dara düşer beden,
kimsesiz sanır kendini,
örselenir öfkeler
ve beter bir kuduruş başlar düşüncelerde…
Hangi hırsın pedalına basıp,
sıkacaksın freni,
hangi sözün ardındaki söz sahibine keseceksin öfkeyi,
geceye mi meydan okuyacaksın,
yoksa
geç gelen sabaha m ı basacaksın öfkenin dumanını,
bir yanış, bir yakarış bu kendi kendine hırslanırken,
adı konmamış bir yalnızlaşma bu,
kıyı korkusundaki dalgaların,
pusuya yatmış sessizliği bu,
kumun sıcaklığına mı ferman okuyacaksın,
sırtındaki yanışların acısına mı,
yoksa,
hayatın tüm sivilcelerinin kafasına mı basacaksın,
baldıran zehrini?
Nereden patladı bu poyrazla gelen yalnızlaşma öfkesi,
kaç bedel ödendi aslında bu öfkenin ardında kalabilmek için,
kaç kahır zamanı gömüldü bu kumsalın nemli kumları arasına,
tüm zamanların hesaplaşması mı bu öfke çemberi ki
hesapsız bir bakışın ardına gizlenen?
Ayakucuma uzanmış köpeğim gözlerime bakıyor bu vakitsiz zamanda buralarda oluşumuzun hesabını sorarcasına, parmak uçlarımla alnını bastırıyorum, parmaklarımı oynatarak, içimdeki öfkeyi hissetmiş olmalı ki bu huzursuzluğunda ne yapacağının kararsızlığı içinde, ben kararlı mıyım ki ne yapacağımı bileyim, sadece bu başkalaşma ve yalnızlaşmanın içine gömülmüş ruhumla uyuşamıyorum…
Bir müzik seçtim, kulaklıkla dinlemek için, gözlerimin ikisini de yumdum sıkı sıkıya kapatarak, elimdeki bardağın içindeki sodanın limonunu deşiyorum kısık gözlerimle, bir yandan da yazmaya çalışıyorum, düşüncelerimi zapt etmek için derin bir başlukta düşlüyorum kendimi ve “çıkış yok bu safsatalardan” diyorum kapalı gözlerle…
Biraz daha sakinleşiyorum, az sonra sabah kudurarak çıkacak karşıma biliyorum, hesapsız hareketlerim başlayacak yine…
Usulca selam gönderiyorum sana gurbetten, yani gurbetimden, tüm hayalleri sakladım içine, tüm acıları örtbas ettim yanına, yununa, bir bakış attım arkası görünmez dünyaya bakar gibi, selam olsun dedim tüm dert küpü kelimeleri içine saklayan harflerle ve beni sana yolladım sevdaya dahil olsun, acıya dahil olsun acının bulamacında olsun diye, bir de yalnızlığın gecelerine dahil olsun diye bir de özlem gönderdim sana, dün geceden beri açık kalan ışıklarımın arasından,bir de kısık bir sevinç olsun istedim içinde ve kahırsızlıkla, bir şarkı söylemeye çalışıyorum, sen ağlıyorsun diyor bir cümle, işte vuruldum yine özlem okları ile, açık bıraktım tüm ışıklarımı, sen doluşuyor etrafıma, güneş batıyor oklaşıyor kızarıklığı, sana heybetleniyorum kendi kendime bir masal düşüyor toprağa doğru, içim burkuluyor, özlemin kokusunu özlüyor gibiyim
galiba, çıkıp bir tepeye bağırasım geliyor sen neredesin, nerdesin diye, sonra büküyorum boynumu kelimelerin arasında kalan harflere…
Bu topraklarda bize ait şarkımız söylenmiyor artık, tınısı kaybolmuş şarkılar arasında saklanıyor şüphesiz, bu hava bizim, bu yer bizim, bu gök bizim ama ayrı ayrı yerlerde sahiplenebiliyoruz artık…
Nasıl bir anlatım, nasıl bir yaşam şartıydı bu kuralı olmayan düşüncelerde…
Sen bende hiç kimseyken, ben sende hiç kimseyken, nasıl bir bağdı bu, biz birbirimizde olmadan yaşayamayız dediğimiz haykırışların destek noktası nasıl bir olguydu?
Hiç kimsem olmayana canımsın diyebileceğim geçen bu süreç nasıl bir hıza ve de nasıl bir güce sahipti?
Koskoca yılları bir birine bağlamış bir güç bir istek ve de bir beraberliğin çakıl taşlı yolları ile ezberi bozmuş bir yaşama doluşmuş bir benliği bu kadar güçle bağlayan bağ neydi ve de bu gücünü nasıl yeniliyordu?
Çok güçlü bir suyolu, çok güçlü bir denge unsurlarına sahip olmuş bir yenilenme, bir vazgeçilmezlik yaratan bu istekler neyle beslenip, neyle taze kan üretiyordu…
Gelincikler çiçek açtı artık, tüm düşlerim toprağa düşüyor, bundan böyle kaybolmuş düşlerin peşinden koşma zamanı galiba, diyorum, okuduğum kitaptan kaldırdığım başımı sallayarak…
Derin bir koku oluşuyor yüreğime doğru akışkanlığında…
Özlemi veya öfkeyi hatırlatıyor tekrar biraz sakinleşerek, özlemin kokusu bu olsa gerek, diyorum, önce ılık ılık, sonra bir yılan sessizliği ile içime doğru kayıyor…
Önce vardığı yeri yakıyor, sonra yavaş yavaş donduruyor, acılarını hissediyorum, buz kesiyor yüreğimin içi, sanki buz kristalleri üşüşüyor lime lime edercesine cidarlarını, sonra kanıma işliyor soğukluk, donacakmış gibi özlem titremeleri başlıyor boğazıma doğru baskı yaparak…
Çaresizliğin dermansızlığı doluşuyor kaslarımın arasına, haykırmak istiyorum isyan edercesine, kendimi sarsıyorum sağa sola eğilerek, yumruğum masanın üstünde, parmaklarımı oynatıyorum sanki onyıllarca geriye gidiyor ruhum…
Oradaki özlemin kokusunu çarpmak istiyorum, defalarca yüreğime, farkı ne diyorum, özlem hep vardı hayatımda, özlemin kokusu da vardı hep ciğerlerime çektiğim havada, geriye gidiyor ruhum ve yıllar eskitmiş diyorum o kokuyu, şimdilerde biraz yanık, biraz is, biraz da etrafını yakacakmış veya yanıyormuş gibi karma karışık bir hâl alıyor hep aynı özlem, hep aynı hâl ve bende hep aynı yerleşik özlem kokuyor, galiba özlem yarı yarıya yanmış hayat kokuyor veya birileri tarafından arsızca yakılmış, hayatın bir kısmı kokuyor…
Boş ver diyorum, benim hayatım hep bir ucu yanık kokmuyor muydu, şimdi biraz mutasyona uğramış, bir bozgunlukla kokuyor, koksun varsın be sevgili, koksun varsın, sen kokusu olsun özlem…
Kaç kez seni ben diye sevdim, kaç kez dünyayı sen diye sevdim, nasıl bir zımbaydı bu sen varlığı, içim hep sen doluydu, yılları harman yeri gibi savurdum, günleri ise hiç sayamadım, tüm yaşantımın içine sen varlığını aldıkça, bu günlere sarktı hep özlem ve de özlemin kokusu, nasıl bir yara bu, bin defa kabuğu koptukça, hep kanadı, nasıl bir sevgi bu hep sevdikçe, her gün andıkça seni hep derinliğine gömülerek gittin içimde ve kimseler bilemedi seni, kimseler özlemedi seni benim kadar, sanırım, evet, sanırım ama gene de sanırım yanıldım galiba…
Sadece tedirginim, biraz da huysuz, dahası da var, umutsuzluk sarıyor göz diplerimi, hayıflanıyorum, öfkelerime, sabrıma sığınıyorum, gecenin koyusundaki yalnızlığımla…
Bir gün ansızın şehre kar yağacak, kuru bir ayaz kaplayacak camların, kapıların çerçevelerini…
Bir uğultu kopuşacak çatı kiremitlerinin arasından, rüzgar sesini bir ağıta çevirecek ve benim sesimdeki ağıt ayrılığa, özleme dahil olurken, bir anda donuklaşarak rüzgarın iniltisine karışacak…
Bu kaçıncı yaz sonrası günler, yılların ardında kalarak her günün içinde binlerce anı, binlerce ağıt düşmüştü kaldırım taşlarındaki kuytuluklara…
Bir fazlası olmuş ne fark edecek ki parçalanmış duyguların aralıklarında kalanlar mı tek tek yok olacak?
Aslında her duygunun yaşarken ayrı bir özelliği, güzelliği yok muydu ki bu günlerde sanki özlemişçesine kopuşuyor yüreğimizden tek tek anı tınıları…
Ne garip değil mi, yıllar ve yıllar sonrasında bile her anının ayrı ayrı ağıta dönüşmüş tınıları hatırlanıyor, belki de farkındasızlıkla özlemini an an çekiyoruz.
Bize bu hayatın sevmeye dahil olmuş tüm köprülerinin merdivenleri hediye edilmemiş miydi ki şimdilerde yoklukları içimizde derin boşluklar oluşturuyor?
Aslında bunlar sevmeye dahil rüzgar kesikliğine uğramış o günlerin yaşam kesitlerinin derinlere gizlenmiş özellikleri değil miydi?
Hayat boyu kaç özelimiz olmuştu, aslında özellerimiz dediğimiz ve de özlemini çektiğimiz ki şimdilerde tek tek yüreğimizden kopup ayrışarak düşüyor göz diplerimizdeki anılar çemberine…
Bunların hepsi kendimizde sevmenin özelliklerine karşı olan saygımız değil miydi sevmenin sınırlarını zorlayarak gözlerimizin önüne düşen?
Sevmelere adadığımız onca zamanın sonrasıdır ki bu adanmışlığımızın anılar zincirini zorlayan…
Birbirimize dargın, kırgın, küskün, affetme duygularını kaybetmiş, kendi kendine yalnızlaşmış, sahipsizlik ve de sahiplenme duygularının eksikliğini ta derinde, tamı tamına yüreğinin bütününde hisseden ayaz vurmuş, donuklaşmış iki benlik idik ve ruhlarımız kendi düşüncelerimizin çaresizliğine esir olmuş, vazgeçilmezimsin demekten, tarifi imkânsız, derin bir haz duyarken, şimdilerde, galiba ruhlarımız tek başınalıkla çürümeye yüz tuttu…
İçinde tüm pişmanlıklar gizliydi, içinde mutlulukla, avutulmuş zamanlar gizliydi,
İçinde bir birimizi düşünmekten haz duyduğumuz düşüncelerimiz vardı, mutluluğu avuçlarımızda sıkı sıkıya kavramış ve özlem yüklü bakışlarla birbirimizdeki güven duygularını pekiştirdiğimiz onca zaman ertesinde şimdilerde yalnızlaşmış duyguların sızıları sarıyordu bedenimize…
Artık yalnızlaşmış duyguların titrekliği ile hayata tutunma çabalarının da pek güçlü olduğunu sanmıyordum…
Zorlamasına geçen saatlerin ardında ve içinde kalan sadece pişmanlıklar ve de çaresizlikler vardı, bunlarla baş etmenin de umulandan daha da güç olduğunu görmeye başladıkça çaresiz çırpınışlar alıp başını kendi bedenimi aştı geçti ve de geçmekte…
Artık hayata sinmiş korkuları beden titremelerime sarmalamış, düşüncede tüm pişmanlıklarla beraber, yenilginin eşiğine adım atarken, son bir güç denemesi ile yarına umutla bakacağıma dahil kendime söz verdim…
Ne olursa olsun, çaresizliğin önünde kalan tüm kafesleri darmadağın edecektim
ve hayata yeniden gülümseyecektim…
Bazen çaresizliklerin insanı güçlendirmesi gördükçe, hayatın devamının da çürük bir merdivene tırmanmak gibi zor olduğu ortaya çıkıyordu…
Ben seni tüm sevmelerime eş koştum sevgili, geri kalan bu yaşamın sadece boşluğudur…
Unutma sevgili, “ben seni sevdim diye haykırmak hayatın o kadar kolay olmayan cümlesinde yaşamak demekti ve sen bunu anlayamadıysan bile ben bu cümleden asla geri adım atmayacağım…”
“Benim karşıma şartlarla, şurtlarla çıkmanın zaten anlamsızlığı burada, unutma insan hayatın şartlarını da güçlükle de olsa kendine uydurabilir, yeter ki istemiş ol, sevgili, istemiş ol, hayatın köşelerini, çemberinde dönmekle bitmeyeceğini bana söylerken, şimdilerde, cayılmış sevdaların kulvarlarında koşmanın da artık bir anlamı yoktu…
Kötü bir rüya idi bu sevgili, kötü bir rüya, tan şafağa ulaştı yeni bir gün başlıyor yalnızlaştırılmış hayatımda, inan ki seni sevmek, gitmen Kadar güzeldi, belki de…
Güneşe dayanmanın zorluğuydu renklerinin zamana bağlı olarak buruşması, oysa yeşilin altında yeniden doğacak hayatlar vardı...
Unutma ki sevgili, yaşamda hep yarınlar, yarınlardan öte, yarınların yeni gün sabahı var ki güneş herkes için doğuyor ama çok insan farkında olmadan yaşamını karanlıklara atıyor…
Bir geceyi de düşlerle, beden titremeleri yaratan hınçlarla, öfkelerle, kısık ve kesik gülüşlerle böyle bitirdim bir geceyi ve bir aşkı…
Umulmazın içinde kıvrandıkça, pişmanlıkların üstüne basa basa bir daha aynı hatalara düşmemeye, binbir sözler vererek kırılası bir umudun peşine düşerek böyle tükettim bir geceyi daha…
Oysa ne kadar da çok verilmiş sözler olup da gerçekleşmemiş düşüncelerimiz varmış…
Senin ta uzaklardan binbir heyecanlarla gelişin ve benim yüzlerce cümleye sığmayacak düşüncelerim ve senin gelişinle gidişinin daralmış zamanlara sığmış varlığınla, düşüncede kalmış geleceğe dair anlatımların ne kadar da çokmuş…
Ama bir her şeye ve herkeslere rağmen bir birimizi saygın sevginin içinde tuttukça yücelttik sevgimizi, korkusuzluk korkularını bile yenerken sadece sevgimizin derinine sığındık, herkesin karşı koyduğu sevdamızın içine gömüldükçe yılları hesapsızca geride bırakarak yaşarken, yaşamın tüm zorlukları umurumuzda değildi o günlerde…
Seni gerçekten sevmiş bir yüreğin umutlarının yıkılışını düşündüm bu gece, bitmeyesiye dar nefeslerle…
Seni ne Kadar da çok sevmişim sevgili, ne kadar da çok, bunca yılın ardında kalan kızgınlıkları basıp geçen, ezip geçen bir hırsla bu gece kim bilir ne kadar da çok tekrarladım bu cümleyi, “seni gerçekten ne kadar da çok sevmişim” derken sanki ruhum dinginliğe ulaşır gibi hissettim tüm gece boyu kendimi…
Ne güzel bir cümle, ne kadar da çok riyasız ve de heyecanlı, sanki tüm kırgınlıklar bir kor ve ben üstüne bastıkça bu konularla bedenim, için için yanarken bu cümlenin gizeminde kayboluyordum farkındasızlıkla…
Evet, sevgili seni gerçekten sevmişim ben ve tüm geçmişimi bu birkaç kelimenin içinde yargılarken, aldığım haz, seni sevmeye elbette ki değerdi…
İşte böyle sevmek, gerçekten sevmek, yıllar sonrasında bile, konusu olunca insanın içi bir başka türlü huzurlu oluyor, kalbin çarpışı, kanın hızının, akışının, bile değiştiğini hissediyor insan açık, açık…
Seni bu “gerçekten sevmişim” cümlesine gömmek bile açıkçası, başkalaşım yaratıyor insanın iç dünyasında…
Belki bir gün belki bir kez daha duyarız bu cümleyi…
Karanlığı zorluyorum, ortalıkta ne varsa senden kalmış gibi dolaşıyor ayaklarıma, tek bir ışık huzmesi dalışıyor gözlerime, sen görüntüsü üşüşüyor başıma, artık bu alacası gecenin sarkıntılı sallanışlarında, her şey sen gibi sallanarak gidip geliyor önümden, ne de çok albenisi olmuş bakışlarının reddetmek artık söz konusu değil, adına özlem konmuş, ne varsa yapışmış bu bakışlara, hayatı zorlamanın anlamını bitirmiş, sanki her şey sen bağı ile bağlı, duramayasıya bir nefes alış bu alacası dağılmış gecede ve sen uykusuzluğun yorgun düştüğü gözlerimden akıyorsun…
Artık her şey delice isteklerin ardına saklanmış bakışlarda gizliydi sanki…
Şimdilerde bedeli ödenmiş zamanların gölgesi olurken bedenim, sen varlığının yokluğuna alışmak isterken ruhum, daha kaç bedeli ödenecek zaman olduğunu bilmeden yaşama çabası verirken kalbim, kaybedilmiş tüm zamanların ardından hayıflanıyorum artık…
Kim bilir daha kaç hüzün mevsimi olacak hayatımda, kim bilir daha kaç kez sayacağım ayrılık yıllarının nemli günlerini ve daha kaç kez var olma savaşımı vereceğim yaşam aralarında ve kim bilir daha kaç yıla meydan okuyacağım aşk adına?
Yorgun artık kalemin ucu, yorgun artık düşüncelerim ve yorgun artık hırslarım ki bitmeyesiye bir ruhsal savaşımın an zamanlarındaki kesik nefeslerimle sadece kendime kalmış bir güven duygusu ile tüm inkârcıların arkasından sadece nefessiz gülümsüyorum.
Nedense kaybedilmiş ardından sana olan iç güvenimi ve de direncimi artık tüketme zamanlarını yaşıyorum…
Tüm inkârcılar derken aldıkları nefeslerimle doymayanlar, verdikleri kasvetlerle haz duyanlar, tüm geçmiş zamanların güzelliklerini inkâr ederken aldığımız nefesleri kan kokusuna çevirenler derken bile af edici bir bütünlükteki yüreğime sığınıyorum, hele sen adı geçince artık çaresizliğin gölgesine sığınıyorum...
Kırılgan gülüşler hediye ettin hayatıma, gözü kapalı düşler görebileceğim düşler savurdun savunmasız bedenime, ışıksız zamanların içinde kalan karanlıkta yaşamları mecbur ettin bedenimi, korkusuz rüyalar görmek isterken, her gece kâbuslar sonunda sabahın ilk ışıklarını karşıladım, sensizliğe alışamayacağımı, boşluğunda kaybolacağım zannederken bu hayatın çoğul zamanlarını, tekil sensiz yaşayarak, yalnızlığı öğrettin bana, kalabalıklarımın arasında haykırışlı gülüşlerime sahipken yalnızlığı ve yalnız yaşamın çetin şartları ile ayakta savaşmaya mecbur ettin beni…
İşin doğrusu, yalnız yaşamaya ve küflenmiş gözyaşı dökmeye alıştırdın beni üst üste ağlamalarımla…
Vaat ettiğin gülmeler çok uzaklarda kaldığı gibi acıların hıçkırık sesleri ile yaşama alıştırdın beni…
Daha sensiz nasıl yaşanır, bilemedim be can bilemedim, sensizlikteki nefes seslerinin tonunu…
Hep hırıltılı bir yaşam sundun bana ki sağolasın artık sen…
Yalnızlık gün ağarıncaya kadar kudurgan hisler yapıştırır beyin diplerine ki sadece sonsuza şaşkın bakınmalarla avunursun, sadece yaralarının gün ışığında tekrar kanadığını ve tekrar sancılandığını hissedersin, hayatın bedene açtığı çıbanlardan birinin tekrar kabuğu kopulmuşçasına haykırmak istersin gün doğumundan gün doğumuna kadar kaç kez tekrar ettiğini de hesaplayamazsın, hayatın dar kıvrımlarıdır bunlar, nerede ne zaman duracağını veya vazgeçeceğin tüm bağımlılıkları bir kenara atarak sadece sineceksin hayatın dar bir köşesine hayatın…
Her şeye rağmen umut düşer bazen insanın gizli yanlarına, kar beyazı eşliğinde...
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Keşke 2 hatta 3 bölüm halinde ekleseymişsiniz yazıyı...
Okurken uzunluğundan dolayı- kendi adıma söylüyorum- yoruldum...
Böyle güzel yazılarda
Ki
Özellikle duygu yoğunluğu bu kadar fazlaysa
Ya yazı ya da cümleler kısa tutulmalı diye düşünüyorum...
...
Aşka düşünce hep boyumuzdan büyük sözler veririz,
Pek azımız da bu sözleri yerine getirebiliriz, geriye kalan çoğunluk
Korkup çoktan aşkı terketmiş olur...
Geride kalan için O büyük sözlerin ardında ki yıkım da büyük oluyor haliyle...
...
Gerçekçi, hüzünlü ve bir o kadar da başarılı bir iç dökülmesiydi...
Güne gelmeli yazı...
Dostça...