- 808 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CENNET'İN ÜSTÜ
İşçi koğuşunun birkaç basamaklı merdiveninde, en kenara,
lambayı ve bareti kucağuna alarak büzülürcesine oturmuştu.
Saatlerdir buzdan bir heykel gibi çakılı kaldığı yerde, buğulu gözleri
karanlıklara asılı kalmış, beyninde zonklayan, zonkladıkça büyüyen
sorularla meşguldü. Ne etraftaki dokunaklı, ümitsiz konuşmalar,
yanından gelip geçen koşuşturmalar, hayıflanmalar, yakınmalar, derin üzüntüler giyinmiş sesler kulağındaydı, ne genzini parçalayan kükürt kokusu burnunda! Duvardan duvara, direkten direğe çarpıyor, kuyudan kuyuya düşüyor; ötelerden berilerden gelen amansız duyguları, hatıralar arasından süzmeye çalışıyor, bir kızılca kıyametin tam orta yerinde ışıksız tünellere koşuyordu.
Oysa, "Üstü gül döşeli dağlar!" dediği bir köyde
yaşıyordu. Hatta, köyüne bir vesileyle gelen yabancılar, "Cennet bu köyün ya altında, ya da üstünde olmalı!" derdi. Tepelerin yamaçları, ovaları, düzlükleri , yeşillikleri, şırıl şırıl suları, mavilikleriyle sarıverirdi gönülleri. Bir de Yunus’ları vardı. "İşitin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer!" diyen Yunus’ları. "Ben Yunus’un torunuyum!" der, övünürdü! Ne zaman başı dara düşse türbesine gider bir Fâtiha okur, rahatlardı! O’nun asırlar öncesinden gelen seslenişlerini gül desteleri gibi ruhuna sarar, bercestelerini terennüm ederdi. "Erenler diyarında deste kızıl gül idim/ Açıldım ele geldim soldum ise ne oldu?!" Açılıp ele gelmek, ve bir gün gelip solmak.. İşte, üstü gül döşeli dağlar da olsa, Cennet’in üstü de olsa hayat bir hayalden ibaretti ve gökkubbede kalan böyle güzel bir sedaydı sadece. Hayat her şeye rağmen sürer, devran döner, acı tatlı türkülerini söylemeye devam ederdi.
Ama, üstü ne kadar gül döşeliyse, altı da intikam alır
gibi o denli acımasız bir tezat oluşturmak zorunda mıydı?
Üstü gül döşeli dağlar, altı "güvercingöğsü" kükürt döşeli gizemli bir alemden gelen bir ağıtla yankılanacak, yankılanacak... Yankılanacak ama hiç kimse duymayacaktı. Madende o gece, bir kızılca kıyamet kopmuştu!
Polonyalı’lar; "Biz,
Bu ocağa köpekleri indirmeyiz!"
Derken.. acı, gecenin koynuna yağmur gibi indi!
Ayşe’nin Fatma’nın,
Yüzleri kara toprak,
Gözleri kırkikindi!
Her damlası bir kordu!
Ak ekmeğin kızarmış yüzünde
Acılar raksediyordu!
Acı, gecenin koynuna yağmur gibi insin miydi? Acılar, ak ekmeğin
kızarmış yüzünde raksetsin miydi? Bu nice, nasıl bir iklimdi?
***
Aslanın ağzından ekmek almak o kadar kolay değildi! Kuş yuvalarından yumurtalarını alıp, cebinde unutarak kırmak kadar basit de değildi! Bir atmacanın kanadında ip unutmak hiç değildi!?
Ama, bir lokma ekmek için yerin metrelerce altında ecel teri döken
o çelimsiz Süslü’nün, yerüstüne çıktığında, Nefeslik kuyusunun kulesinde güvercin avlamasına bir anlam veremiyordu. Canın yanarken can yakmak, bu kadar basit miydi? Bir de, harman sürerken temmuz sıcağında kuduran Hasan’anın iki atının, fırtına gibi yanından kıl payı geçerek, asırlık dut ağacının gövdesinde patlaması neyin nesiydi?
-"Acımdan ölüp gideceğim buralarda, bana ekmek verecek bir Allah kulu yok mu?" diye yalvarırken dilenci,
-"Allah versin! Allah versin!" demenin soğukluğu!
Hasan’a "Allah versin!" derken neden acaba Mehmet’a
-"Ver hatun! Ben aş pişirir yerim!" diyordu?
Sargıdaki son iki yufkayı alırken nasıl da yüzüne gün yürüyordu dilencinin?
-"Allah razı olsun sizden, çoluğunuza çocuğunuza zeval vermesin!" derken..
Sonra, birden bire nasıl kayboluvermişti?
Parça bölük hatıralar, çocukluğundan bu yana yaşananlar, belli belirsiz düşünceler, çiçeklerin içinde ansızın batıveren çakır dikenleri gibi beynine batıyordu. Neden bu kadar garipti dünya?
Kuduran atlar acaba o gün, o, iki yufka hürmetine mi sıyırıp
geçmişti onları? Ya o ceplerde kırılan kuş yumurtaları, ağaçlarda sallanarak can veren atmacaların ilenci, kuyuya sapır sapır dökülen güvercinlerin ahı?
Dağlarda gül açmakla, bahçelere, evlerde saksılara gül dikmekle
bir gül bahçesi, Gül Kent’i olunamıyordu!
Dünya, türküsünü bir acayip söylüyordu!
***
"Güm!" diye beynine inen bir sesle irkildi!
Ses, kuyunun içinde uğultular yaparak inledi, dağıldı.
Mustuli, kafesin üst gözüne maden dolu vagoneyi katmıştı!
Kafes, boz bulanık sulardan birkaç metre daha yukarı
çekildi, "vira" sesinden sonra. Bir vagon da alt göze!
Hemen yandaki ıslak düğmeye iki kez baş parmağını basarken "Vira!" dedi tekrar Mustuli! Kafes, kuyunun karanlığında, ışığa doğru kayıp gitti!
Comb cumb, şakır şukur eden boz bulanık suyun içinde çırpınan çizmelerin sesleri arasından sıyrılıp gelen düşüncelerin, nerden ve nasıl geldiğini anlamaya çalıştı. Henüz bir ip ucu yakalamıştı ki bir gümleme daha! Sonra çoğalan, çırpınan çizme sesleri... Ünlemeler...
-"Koşun, yetişin!"
"Koştum, yetişemedim! " derken gözlerini silmeye çalışıyordu
Memili! "Biz Durmuş Ali’yle toprak arabalarını dolduruyorduk. Hüsnü Emmi kafese ağaç yüklüyordu. Ağaçlar gidene kadar biz de boş arabaları dolduralım, sıkışmayız dedik. Sonra içinde malzeme yüklü arabayı sürdüğünü gördüm. Kafes boşalıp gelene kadar ha bire dönüyordu arabaların etrafında. Vinççi çaya çağırdı, gitmedi. Düşünceliydi. Dalgındı. Kafes kapısı açıkmış, birden kayboldu. Uçtu kuyuya!"
Uçmak! Bu uçmak bir kuşun uçması mıydı gökte? Yoksa, karanlık bir dehlizde kanlı parmak izlerini betona kazıyarak uçmak, nasıl bir
uçmaktı? Kuşlar iz bırakır mıydı maviliklerde?
"Koşun, yetişin dedim ama!" diyor, tıkanıyordu Mustuli! Kimsenin
ağzını bıçak açmıyordu!
"Yetişseniz, yetişseler ne olacaktı? Kurtulacak mıydı? Boş bir
çuvaldı zaten!"
Anlamıyordu! Anlamayacaktı da! Hiç anlayamayacaktı!
Hayatında hiç bu kadar ürpermemiş, titrememişti. Hiç bu kadar içi
yanmamıştı. Hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. Oğlak güttüğü günlerde, Karakaya’da kartal kovalarken bile. O heyula gibi uzanan aşağılara başı dönmeden, gözleri kararmadan bakardı. Aklının ucundan bile geçmezdi korku!.. Korku!..
Bunun adı korku muydu?
***
"-Otur emmisi, nefeslen biraz!" derken ne kadar da munisti,
sevecendi! "Seni bana sordular!" demişti. "Adını duyar da hiç hayır
der miyim! Sen bizimsin! Mestan emmi bize az mı iyilik etti? Geven
kökü yediğimizi bilirim! Mısır koçanını döver un ufak edip ekmek
yapardı anam! Yalın ayak başı açık o soğuklarda, yağmurlarda az mı inek gütmüştüm! İyi ki sen de girdin işletmeye! Aç açıkta kalmazsın! Madencilik zordur ama. Ekmek aslanın ağzında! Hiç yoktan iyidir. Çoluğun çocuğun karnı doyar. "
Kalbinde küt küt atan seslerdi. Ne günler geçirmişlerdi yerin
altında. Sırtına damlayan asit, çizmeleri boylayan bozbulanık su,
ayağını kesen raylar, yapış yapış olan çamur, gözlerini kan revan
bırakan gaz, kükürt tozu, güneşin bağrında bile hiç böyle acıtmamıştı.
Beyni zonkluyordu.
Bahar mevsiminde, gece vardiyası çıkışlarında doğru güllüğe
giderdi. Eşi, boz eşeğe heybeyi yükleyip çocukları da heybenin her iki gözüne koyar, en büyükleri Mehmet’i semere bindirir, gözlerini oğuştura oğuştura ağlayışlarına aldırış etmeden, erkenden güllüğün yolunu tutmuş olurdu! Madem ki böyle güzel bir bahçe babadan kalmıştı, bakmalı, çocukları rahat okutmalıydı.
Çamurlu iş elbiselerini sık sık çocukların yanında yere
çarpardı.
"- Okuyun ulan, okuyun! Babanız gibi amele olmayın!
Hâlâ buz gibiydi. Önünde, Hüsnü Emmi’nin iş sepeti ve eşyaları.. içinde sefertası ve ekmek sargısı! Sefer tası boşalmamıştı!
Ekmeğe hiç dokunulmamıştı. Yemek saatine yetişememişti ki Hüsnü Emmi!
İşi bir an önce bitirmenin telaşıyla durmak, yorulmak bilmeden baltayı bırakıp kazmayı alır, kazmayı bırakır, küreğe sarılır, vagon
doldurmaya yardım ederdi.
"-Bir an önce temiz havaya çıkalım emmisi! Bir dilim ekmek, yan
avuç su ve güneş! "
Ses, çok uzaklardan geliyordu şimdi!
Sonra.. sonra o yangın!
Sonra.. sonra bu sepet! Bu isimsiz kıyamet!... Ah!... Keşke bu
sepet hiç olmasaydı. Ne yangınlar atlatmıştı bu sepet! Ne göçüklerden kurtulmuştu da, yerin üstünde yakalanmıştı!
***
Yoğun bir kükürt dumanı içinde, galeride, ordan oraya bağlara
çarpa çarpa koşmuşlardı. Boyunlarına sardıkları mendilleri çözüp
toprak doldurarak ağızlarına tutmuşlardı. Belki kükürtdioksit süzülür, biraz rahatlayabilirler, kurtulma şansları olurdu. O geceki yangında böğürtüler, iniltiler, bağrış çağrışlar, çığrınışlar arasında eski, sağdan soldan basık Kelebe’ye ulaşmışlardı. Yerin altında nereye kaçacaklardı ki? Kesif bir kükürtdioksit ciğerlerini paramparça ediyordu. Can havliyle, bir yudum hava ümidiyle, kurtulacaklarını umarak Kelebe’de, soluk soluğa metrelerce tırmanmışlardı. Yukarıya çıktıkça duman biraz biraz hafiflemişti Allah’tan, ama ciğerleri paramparça olmuştu! Çıkışta, çamurun üzerine yayılıvermişlerdi.
Kaç kişi olduklarını bile bilmiyorlardı, nelerin olup bittiğini
de. Canları burnunda, hayat kavgasının tam orta yerinde, aslanın ağzında!
"-Lambaları söndürün, bir lamba yanık kalsın!" demişti Hüsnü Emmi zorlukla. Çamurun üzerinde yere serilmiş, hıçkırır gibi kesik kesik solumaya çalışan dört işçinin üzerinde kanlı gözlerini gezindirirken... Kesik kesik, hıçkırır gibi soluyordu.
"Korkmayın çocuklar, eski nefeslik yolundayız!..."
***
Çamura bölenmişti yayılıverdiği yerde. Bir müddet sonra lambasını aradı. Belindeki akünün kordonunu takip etti. Bir eliyle mendili ağzında tutmaya devam ederken öbürüyle lambayı bulup, çamurlu camını paçasına sildi, söndürdü. Bir bağa dayanmak istedi. Olmadı. Bel vermiş, bir birine girmiş ağaçların arasında, çamur içinde, boylu boyunca sırt üstü koyverdi kendini. Zor soluk alıyordu. Yine olmadı. Döndü, yüzünü yere, çamura yapıştırdı. Duman kesilmişti, biraz temiz hava vardı burada ama oldukça yıpranmıştı. Kendine gelmeye çalışırken, arkadaşlarının kesik kesik çırpınışları arasında bir ses kulağını tırmaladı sanki.. bir çırpınış! Küçük bir çırpınış!. Başını kaldırıp bakmaya çalıştı. Zaten kendisi solumaya çalışıyor, çamurun içinde bir kuş misali debeleniyordu! Zaptedilmez bir merekla lambayı yaktı. Çamur içindeki rayları, bel vermiş direkleri takip etti. Kendilerinden az ileride yumruğu büyüklüğünde bir çamur kanat çırpıverdi ışıkla! kendisi gibi çamura bölenmiş bir güvercin, son nefesini veriyordu sanki. İnanamadı! Durdu! Zamanı dinledi! Zamanın karanlık göğsünde kendi iniltilerinden başkaca bir şey yoktu.
"-Bir güvercin! Yerin altında bir güvercin! Hüsnü Emmi!" diye
bağırmıştı. Sevinç hüzün arasında, bir ışık süzülürken içine!
Dört beş kadar gölge, çamurdan bir heykel gibi oracıkta donuverdi birden. Gözleri güvercinde!
Hüsnü Emmi diğer iki kişiden birine kesik kesik seslendi:
"-Gördün mü Süslü? Senden kurtulanlar.. buraya sığınmış!"
Az durdu. "Nefeslik çok yakın demek! "
Yangın sönüp, o gece yerin altında mahsur kalan işçileri bulana kadar üç gün geçmişti. Üç gün müydü, üç yüz gün mü? O üç gün, üç yüz yıl uzunluğunda bitmez tükenmez saniyelerle, dakikalarla... Kendilerine geldiklerinde güvercini buldukları yöne, temiz havanın geldiği yöne gitmişler ama göçüklerden ileriye geçememişler, bitip tükenmişlerdi. Hayatlarından ümitlerini kestikleri bir anda Kelebe’de beliren bir ışık onları bitkin bir halde yakalamıştı.
O, üç yüz yıl uzunluğundaki üç günde ölümün soğuk yüzünü saniye saniye yudumlamışlar, yer üstünde çırpınan çığrınan ailelerini, çocuklarını düşünmüşlerdi. Dışarıda ne olup bittiğini, yangının muhasebesini, hasarını, kaç can alıp almadığını düşündükçe çıldırmak işten değildi. Hayattan ümitlerini kesip günah sevap muhasebesine başlamışlardı artık. Eşini düşünmüştü. Mahzun duruşunu. İş çıkışlarında kapı önünde başını eğişini. İş dönüşlerindeki sevincini. Hele o kuğu gölü gözlerinde kaybolduğu ilk karşılaşmayı... Yudum yudum, yaşaya yaşaya, tadını çıkara çıkara!... Bir ağır çekimle sanki!... En çok da çocuklarını!... Çıldırmamak mümkün müydü? Ölürsem en azından aylıkları olacak, okuyabilecekler, diye teselli oluyordu. Güllükten gelen gelirle aylık yeter gibi hesaplar yapıyordu. Ya oğlanlar analarının sözüne bakacaklar mıydı? Mehmet, Mestan ve Ali’nin güllükten ona doğru koşuşlarını gördü çoğu çoğu. Önde en küçükleri Ali, ot boyundaydı, "Babam gelmiş, babam gelmiş!" diye bağırarak koşuyordu. Mehmet ve Mestan peşinden. Sarılıp otların üzerinde güreş tutuyorlardı. "Okuyun ulan!" diye bağırıyordu.Bağırırken kendinden geçip sızıyordu!
Kim bilir kaç bin defa sayıkladı yerin altında,
"Okuyun ulan!"
Çavuş, omzuna dokundu,
-Biliyon dimi Hüsnü Emmi’nin evi?
Birden celallendi, sıyrıldı. Bir uykudan uyanır gibi. Bu nasıl bir soruydu?
-Ne bilmesi be! O benim emmimdir!
***
Hüsnü Emmi’nin iş sepeti bir elinde, kendininki diğerindeydi.
Sarsıla sarsıla, o üçyüz yıl gibi geçen üç günün ağırlığından daha
ağır bir yük taşıyordu. Yengesine ne diyecekti. "Hüsnü Emmim öldü
yenge!" nasıl denirdi?
"-Hüsnü Emmi.. Hüsnü Emmi.. Uçtu!..."
Mevsim bahardı. Yol boyunca gül bahçeleri açmış, öylesine bir
renge bürünmüşlerdi ki. Yer gök gülpembeydi. Dağlar tepeler, Gül
Kenti’nin sokakları gül kokuyordu. Güllüklerde gül devşirenler
türkülerini dilleriyle değil, gül devşiren elleriyle söylüyordu adeta!
Doğa, en güzel şiirini yazmaktaydı şimdi. Oysa ki, doğanın en çirkin
şiirleri de vardı. Her varlık kendi şiirini böyle mi söylerdi? Her
dağın ayrı bir rüzgarı, ayrı bir şiiri mi, türküsü mü vardı? Dağların
şiiri bir fırtına borandı kimi zaman, kimi zaman gülpembesi ve yeşil.
Ya insanın şiiri? İnsan şiirini bazen uçarak mı söylerdi?
Karanlık kuyulara kanat açarak mı? Kuşlar gökyüzünde mavi
türkülerini cıvıl cıvıl, daldan dala konarak söylemez miydi? Bir iz
bırakırlar mıydı uçarken? Oysa Hüsnü Emmi, kanlı parmak izlerini
bırakmıştı kuyuya! Nasıl söylenmeliydi Hüsnü Emmi’nin şiiri ev
ahalisine; yengesine, çocuklarına? Kötü haber tez ulaşır derler ya!
Belki de ulaşmıştı da, ev, avlu, bu güne kadar yazdığı en kötü şiirle
soluklanıyordu. Belki de yengesi çocuklarla birlikte gül devşirmeye
gitmişlerdi sabah ezanıyla. Her şeyden habersiz.
Üçyüz yıllık bir yük omuzlarında gittikçe ağırlaşan temposuyla
sarstıkça sarsarken, Hüsnü Emmi’nin avlu kapısını çalmadan, zaten, kıyamet çoktan kopmuştu!
***
Güllüğe vardığında, kenardaki kiraz ağacının gölgesinde yolu
gözlemekte olan Ali,
-Babam gelmiiiiiş! Babam gelmiiiiiş! diye fırladı gölgeden. Annesinin gülüşünü, ferahlığını fark etmedi bile! Boyunca otları yararak koştu, koştu, koştu. Sonra gül devşirmekte olan Mehmet ve Mestan...
Sarıldılar doyasıya. Güreş tuttular. Sonra bir hataları varmış gibi
bağırmak istedi, sesi boğazında tıkandı. Gözleri boşandı sonra,
sessiz çığlıklarla. Çocuklar gibi ağlayacaktı. Gözleri kan revandı.
Çocuklar sanıyorlardı ki, babalarının gözlerine kükürt dumanı
kaçmıştı.
-Okuyun ulan! Okuyun, okuyun! Dünya bir gül bahçesi değil! dediyse de, her şeye rağman, bu günlük de olsa, dünya bir gül bahçesiydi.
Durmuş Kaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.