- 584 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 8
Sabah ezanını duyduğunda, çok rahat uyandı kadın. Oldukça dinç hissediyordu kendini. Neredeyse, ilk defa evlenecek gelin adayları kadar heyecanlıydı. Günleri sona ermek üzere olan bir mahkûm gibi de denilebilir onun bu haline. Hiç nazlanmadan kalkıp abdestini alarak secdeye durdu. Aklında hep, İsmail efendinin nikâh işlemleri için nüfus kâğıdını alışı vardı.
Biraz sonra çorbanın yanına, uzun süredir ilk defa, oğlu Ferruh’un getirdiği zeytin ve peynirden de bir miktar koyduğu sabah kahvaltısını hazırlayıp, çocuklarına seslendi. Mukaddes kolay uyanıp kalkmıştı da, Ferruh oldukça zorlandı. Tüm gün pazarda çalıştıktan sonra, gece de ders çalışmak oldukça yormuştu .
’’ Yaşasın ! Peynir, zeytin !’’ diye sevinçle çığlık atarak koştu sofraya Mukaddes.
Ferruh, gururluydu.
’’ Bundan sonra böyle. Sonra reçel, hatta bal bile olacak soframızda. Bizim başkalarından neyimiz eksik ? Herkes onları yiyor kahvaltıda. Biz de yiyeceğiz. ’’
Annesinin pek umurunda değildi.
’’ Ne lüzum var sanki ? Hepsi savurganlık. Çorbadan iyisi olmaz. Biz büyüklerimizden öyle gördük.’’
Ferruh’la Mukaddes birlikte çıktılar evden. Süreyya Paşa İlkokulu evlerine yaklaşık on beş dakikalık mesafedeydi. Pendik Lisesi ise oradan bir on dakika daha sürerdi . Önce kardeşini okuluna bırakıp, sonra kendi okuluna gidiyordu Ferruh.
’’ Okuldan çıkınca, mutlaka arkadaşlarınla birlikte git eve. Sakın onlardan ayrılıp tek başına gitmeye kalkma. Yolda arabalara da dikkat et !’’ diye tembihleyip bıraktı kardeşini ve okuluna gitti. O, yarım gün olan okulundan sonra, çalıştığı manav dükkânına gidecekti yine.
Çocuklarını okula gönderen anne, günlük ev işlerini yapmaya koyuldu. ’’ İşlemleri başlatmış mıdır acaba ?. Kaç gün sürer ? Ah şu Ferruh duymadan bir kıyılsa !’’ diye geçiriyordu içinden. Oldukça dalgın olduğu bir anda, kapı çalındı. Büyük kızı Necla ve damadıydı gelenler.
’’ Hayrola kızım; hoş geldiniz ’’
’’ Hayırdır anne, hayırdır ’’ deyip, kızı pardesüsünü, damadı da paltosunu , ayakkabısını çıkartıp içeri geçtiler. Kadın meraklanmıştı. Daha fazla meraklanmasına gerek kalmadan ,
’’ Anne, biz Almanya’ya gidiyoruz. Helâlleşmeye geldik’’ deyiverdiler. Şaşırdı kadın.
’’ Allah, Allah ! Ne Almanya’sı ? Nereden çıktı şimdi durup dururken ?’’
’’ Durup dururken değil anne. Çoktan baş vurmuştuk da, haber bekliyorduk. ’’
Almanya, uzak memleketti. İlk çocuğuydu Necla. Kim bilir bir daha ne zaman görebilecekti ? Doğduğu günleri hatırladı. Severek evlendiği, rahmetli ilk eşinin , o dünyaya geldiğinde, önce erkek olmadığı için sitem edişini, sonra da yavaş yavaş da olsa sevindiğini hatırladı. Babaları ölünce, ikinci defa evlendiği kocasını , diğer kızıyla bir olup istemediklerini, onu kovmak için neler yaptıklarını hatırladı. Sığıra ikisini birlikte yardıma götürdüğünde, sözünü dinlemedikleri için attığı tokatla ağzının burnunun kanıyla köye gelip, üvey babasının ona saldırdığı yalanını köye yaymaları, sonra da adamın köylüden dayak ve sapık damgası yiyerek evden ve köyden kovuluşunu hatırladı. Hiç de vicdanı sızlamıyordu halâ. O kocası kötüydü. Sadece kendi çocuklarını sevmiş, onunkilere üveylik etmişti. Oh olsundu !
Kızı evlenmek istediğinde, zaten şehre taşınmayı da düşündüğünden evlerini satmış, taşınmadan da düğünlerini yapmıştı. Ondan özenen küçük kızı da evleneceğim diye tutturunca, henüz parası bitmeden, bir çırpıda onu da evlendirivermişti.
’’ Anne, Fikret’i ne diye o adama verdin ?’’
İyi ki sormuştu kızı bu soruyu. Evlenmek üzere olduğunu anlatmak için fırsat doğmuştu şimdi.
’’ Kızım, şehir köye pek benzemiyor. Biliyorsunuz evin parasının çoğu, sizin düğünlerinize gitti. Burada kira veriyoruz. Şu iki göz gecekondunun kirası, iki yüz lira. Bahçe yok, tarla yok, hayvan yok. İki tane kel tavuk. Onların da yemine para yetmiyor. Geçim çok zor burada. Kalabalıkız. Ferruh, üç beş kuruş getiriyor. Ben de bazen temizliğe gidiyorum ama yetmiyor. Her şey çok pahalı.’’
Damat söze girmek istedi. Geriye taralı, siyah,limonlu saçları, takım elbisesi ile, çok bilmiş bir hali vardı.
’’ Anne, sormak bana düşmez ama yine de merak ettim : Pendik’e gelmeniz şart mıydı ? Köyde geçinmek çok daha kolayken.’’
’’ Ferruh okula gelmekte zorlanıyordu. İlk sene sırf o yüzden sınıfta kaldıydı. Babasının vasiyetidir : İlle de okumalı o !’’
’’ Yani sırf, Ferruh okusun diye, öyle mi ?’’ diye başını sallayarak söze girdi Necla da.
’’ Uzun lâfın kısası ; ben evlenmeye karar verdim çocuklar ’’ deyip, bir ağızdan söyleyiverdi kadın. Şaşırdı kızı ve damadı.
’’ Ne diyorsun anne sen ? Yine mi ?’’
’’ Allah, Allah !’’
’’ Karşı binada emekli bir demiryolcu var : İsmail efendi. Devletten garanti maaşı var. Resmi nikâh kıyacak bana. İşlemlere başladı bile. Yalnız, kalabalık buldu biraz. Tek maaşla o da zorlanabilirmiş. Benim aklıma da Fikret’le Mukaddes geldi. Onlara da babaları baksın !’’
İki elini birbirine çarparak şaşkınlığını dile getirdi kızı.
’’ Sen o yüzden mi Fikret’i gönderdin ? Mukaddes’i göndereceksin bir de ha ? Anne, sakın yapma ! Mukaddes’i bari gönderme. Oncağızın boğazından ne olacak ? Kime yük gelecek Mukaddes ? Ah anne, önceden bilseydik biz alırdık. Onu da götürürdük Almanya’ya. Şimdi, işlemleri yetişmez ki ! Anne ne olur verme. Biz ilk fırsatta alırız onu, yalvarırım verme anne !’’
Kızının ısrarına dayanamayan kadın,
’’ O zaman bir sorarım İsmail efendiye. Belki de kabul eder ’’ dedi.
’’ Söz ver bak anne. Mutlaka söyleyeceksin. Gerekirse yalvaracaksın, söz ver !’’
Söz vermekte bir sakınca görmedi kadın.
Beş sınıfın bir arada oluşu, tuhafına gitmişti Fikret’in. Öğretmen Selâmi bey, bu beş sınıfla baş edemiyor, gürültüden ders falan anlaşılmıyordu sınıfta. Beşinci sınıfın tek kişiden, büyükçe bir kız öğrenciden oluşması da tuhafına gitti. Sessiz, sakin, kocaman bir kızdı Nesrin.
Okulun kocaman bir bahçesi vardı. Tuvalet de bahçedeydi. Derste, çişi gelen elini kaldırıp gidebiliyordu. Dersin, hemen hemen yarısı, tuvalet için izin isteyenlerle geçiyordu.
Öğlen yemeği için babasının kahvesine geldiğinde oldukça neşeliydi. Yüz gram kavurma, ekmek ve çaydan oluşan öğlen yemeklerini, baba oğul birlikte iştahla yerken, Fikret’in her şeyiyle , babasından bile çok ilgilenen Hamza dayı sitem etti adama.
’’ İncirli, oğlum böyle olmaz. Bu çocuk her gün kuru katıkla büyüyemez. Sulu yemek yemesi lâzım onun. Sıcak yemek yemesi lâzım.’’
’’ Olur dayı, pişiririm ben. İyi hatırlattın. Pişiririm.’’
Çocuk okula gider gitmez, patates aldı dükkândan. Soydu, dilimledi, ocağa koydu. Biraz da sucuk kattı içine. Akşam olunca, gururla yedirdi çocuğa. Çocuk o yemeği çok beğendi.
Alışmıştı yeni hayatına, babasına, okuluna, yatağına, işine. Sigara dumanından gözleri yansa da, gürültüden başı şişse de, yapılan el şakalarından, küfürlerden utansa da, neşesini bozmuyor, bir taraftan kahvenin bir köşesinde ders çalışıyor, bir taraftan da müşterilere hizmet edip, babasına yardımcı oluyordu.
Yine su isteyen bir müşteri için ocaklığın altında toprağa gömülü küpten maşrapaya su doldurup, bardağı çalkalamak isterken, kahvenin ortasına doğru elinden kayıp kırılıverdi bardak. O anda, beklemediği, unuttuğu bir tepki geldi yine babasından :
’’ Anan mı öğretiyor ulan sana ? Yine mahsüs mü kırdın bardağı ? ’’
Devam edecek
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Değerli arkadaşım.
Hayatınızın en acı dönemlerini anlattığınız bu yazı dizisnde beni en çok etkileyen husus bunu büyük bir cesaretle anlatabilmiş olmanız oldu.
Üvey kızına tasallut etmekle -haksız yere- suçlanan, evinden kovulan bir babayı herkes kolay kolay anlatamaz.
Öyküde en başından bu bölümün sonuna kadar sürdürülmüş olan anlatım,ifade ve betimleme güzellikleri bundan sonra da devam edecek gibi görülüyor.
Sonuçta oldukça etkileyici bir romanın ortaya çıkacağından emin olarak şimdiden başarılar diliyorum
Selam ve sevgilerimle.
Her şey güzel de,
bu babanın çocuğu azarlaması iç hoş değil.
Babalık nasıldır öğrenememiş adam.
Sonuçta,
çocuklarını bırakıp kaçmış bir insan.
İnsanı sinirlendiriyor ama,
normal zamanlarda da sevimli biri oluveriyor.
Kadın,
kafası karışık...
Oğlu okuyacak diye,
iki evladını feda etmek,
göz kırpmadan onlardan ayrılma isteği,
hoş gelmedi...
Karışık durumlar...
Hayırlısı diyelim...