SAHİP ÇIKAMADIĞIMIZ BİR MESLEK: ÖĞRETMENLİK!/ALİ TÜRER
(Bu yazıyı hayatı öğretmenliği hak ettiği yere yükseltmek için mücadeleyle geçen, 16.10.2013’de aramızdan ayrılan dostum, yoldaşım, ağabeyim Numan Dönmez’in anısına ithaf ediyorum.)
Mesleğiniz sadece geçiminizi sağladığınız bir araç değildir. Ne doğuştan sahip olduğunuz dininiz, ne milliyetiniz sizi siz yapmaz. Sizi siz yapan mesleğinizdir. Kişiliğinizi bulduğunuz, doyum sağladığınız alandır mesleğiniz. Çoğunlukla kişiliğini bağlı olduğu aidiyeti ile tanımlayan insanlardan oluşan bir toplum olarak bizde mesleki kişilik kavramının gelişimi sorunludur.
Bu da en fazla eğitim alanını etkiler. Çünkü nitelikli insan gücü yetiştiren bir çalışma alanı olarak öğretmenliğin meslekler içinde özel bir yeri var. Öğretmenin iyi yetişmediği, öğretmenlik mesleğinin ayağa düştüğü yerde amaca uygun, işlevsel bir eğitim sürecinden, gençlerin doğru yetişmesinden söz edemezsiniz. Bu durum diğer mesleklerde mesleki kişilik sahibi insanların yetişmesini, emeğe saygının gelişmesini doğrudan etkiler.
Yani demem o ki öğretmenlik mesleğinin işlevini yitirmeye, itibardan düşmeye başladığı yerde eğitim ile mesleki yaşam ile ilgili edilen bütün o büyük laflar bir çeşit havanda su dövme haline gelmeye başlar.
Peki, öğretmenlik mesleği itibarsızlaşır, ayağa düşer mi? Pekâlâ mümkün.
Öğretmenliği emir komuta zinciri içinde yerine getirilecek bir “devlet memurluğu” haline getirirseniz; öğretmenin hayata geçireceği programı öğretmenin dışında hazırlar ve ona dikte eder, öğretmenin yaratıcılığını köreltirseniz öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırmaya başlarsınız.
Farklı alanlarda yetiştirdiğiniz elemanları (örneğin din görevlileri gibi) ihtiyaç duyduğunuz branşlarda görevlendirirseniz; Eğitim Fakültelerinin orta kısımlarını kapatır, Fen ve Edebiyat Fakültesi, İlahiyat Fakültesi çıkışlıları ayaküstü verdiğiniz formasyonlarla liselere atarsanız öğretmenlik mesleğini amiyane tabirle ayağa düşürmeye başlarsınız.
Öğretmenlerle dama taşıyla oynar gibi oynarsanız; öğretmenlere ikinci bir iş yapmak zorunda bırakacak kadar yetersiz maaş öderseniz; kadrolu-kadrosuz, ücretli, görevli diye aynı işe farklı personel rejimleri uygularsanız ya da diploma verip iş vermediğiniz öğretmenleri, MEB bünyesinden çıkarmaya hazırlandığınız özel dershane piyasasının insafına bırakırsanız, öğretmenliği itibarsızlaştırmanın, değersizleştirmenin yolunu açarsınız.
Öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırmada sistemin yapısal sorunları, ideolojik takıntılar, siyaseten yönetim alışkanlığı, yöneticilerin tasarrufu kuşkusuz başrolü oynuyor. Ama bunlarla sıkı bir ilişki içinde olsa da öğretmenlerin örgütsel davranışlarının, gerekli duyuşsal ve moral özelliklere sahip olmak için yeterince çaba göstermemelerinin de öğretmenlik mesleğindeki yıpranmada payı büyük.
Türkiye’de öğretmenler 28 sendikaya bölünmüş durumda. Bu manzara öğretmenlerin mesleki, etik, demokratik, ekonomik ortak paydalarda buluşma bakımından ne kadar içler acısı bir durumda olduğunu yeterince ortaya koyuyor. Bu sendikalardan kaçında aynı branş öğretmenleri zaman zaman bir araya geliyor; sınıfta daha iyi, daha olumlu bir psikolojik ortam nasıl oluşturabiliriz, sınıf içi çatışmaları daha iyi nasıl yönetiriz, öğrencilerle daha iyi iletişim nasıl kurulabiliriz, hangi konular hangi yöntem ve tekniklerle daha iyi işlenir diye kafa yoruyor? Öğretmenliğin kalitesini ve statüsünü yükseltmek amacıyla öğretmen örgütleri bir araya gelmek için dişe dokunur ne yapıyor?
Sınıflar, eğitim sisteminde nihai ürünün ortaya çıktığı, öğrencinin şekil aldığı temel birimlerdir. Öğretmenliğin ayağa düştüğü bir ülkede tahribat en açık biçimde sınıfların işleyişinde; sınıflardaki öğretmen-öğrenci ilişkilerinin bozulmasında ortaya çıkar.
Sınıfta olumlu psikolojik bir ortamın oluşabilmesi için, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkilerin saygı, kabul, içtenlik, dürüstlük, adillik ile empatik anlayış temelinde kurulması ve sürdürülmesi gerekir. Bu da öğretmenin sorumluğu altında gerçekleşebilecek bir olgudur.
Öğretmen her öğrencisini davranışlarından ve başarı düzeyinden bağımsız olarak önce insan olarak kabul etmek, ona değer vermek zorundadır. Bu kabul ediş ve saygı duyuş eleştirilerin öğrencinin kişiliğine değil davranışlarına dönük olmasında kendini gösterir. Öğretmen öğrenciyi eleştirirken “sen benim için önemlisin” mesajı verebildiği ölçüde öğrencisinin güvenini, saygısını sevgisini kazanır.
Zoraki, ilişkilerin yapay tutumların, zorlamaların egemen olduğu bir ortamda saygı ve kabul ortaya çıkmaz. Saygı ve kabul karşılıklı güvene dayalı, gösterişten uzak, doğal koşullarda gelişen sıcak ve içten ilgiden güç alır, beslenir. Bütün bunlar öğretmenin öğrenci ile ilişki kurarken kullandığı sözcüklere, vücut diline jest ve mimiklerine, bakışlarına yansır.
Dürüstlük bir anlamda başkasını tarttığın terazide kendini de tartabilme ve sonuçlarına katlanabilme ile ilgilidir. Öğretmen yeri geldiğinde öz eleştiri yapabilmeli, eleştirilmesine fırsat verebilmeli, gerektiğinde öğrencisinden de öğrenebildiğini açık yüreklilikle dile getirebilmelidir. Dürüstlük, öğrencinin istenmedik davranışı karşısında öğretmenin verdiği tepkide, kendi önyargıları ve kaygılarının payını itiraf edebilmesinde ortaya çıkar.
İçtenlik öğretmenin öğrencileriyle olan ilişkilerinde gerçek duygularını yaşaması, maske kullanmaması, saydam ve doğal olabilmesi anlamına gelir. Kuşkusuz bu öğretmenin öz saygısının yüksek olması ile yakından ilgilidir. Öğretmenin öz saygısı; sınıfında öğrencileri tarafından yeterince sevilmeme, onaylanmama, dışlanma, reddedilme gibi kaygı ve korkulardan arındığı ölçüde gelişir. Öğretmen o ölçüde kendi kimliğini, kişiliğinizi ortaya koyabilir. Öğretmen, ilişkilerinde mesleki rolün arkasına gizlenmeden, kendini savunucu olmadan doğal olabilmedir.
Öğretmen öğrenci ile ilişkilerinde kaba bir eşitlik gözetmek yerine adil olmaya çalışmalıdır. Bu, sınıftaki yaşamın ilkelere uygun sürdürülmesi sırasında öğrencinin bireysel özelliklerinin göz önünde tutulması anlamına gelir. Her öğrenciye aynı, eşit davranmak her zaman adalet getirmeyebilir.
Empati kurabilme insanın objektifliğini kaybetmeden kendini diğerlerinin yerine koyabilme; karşındakinin davranışı altında yatan duygu ve düşünceleri anlama çabasında ve iradesinde ortaya çıkar. Bu öğrenci hatalarının üstünü örtmek, yanlış davranışları görmezden gelmek değildir. Empatik yaklaşım öğretmenin istenmedik davranışların gerçek nedenini kavramasına ve sorunu çözmek için doğru bir hareket tarzı belirlemesine yardımcı olur.
Öğrencileri ile ilişkilerini saygı, kabul, içtenlik, dürüstlük, adillik ile empatik anlayış temelinde sürdürebilen bir öğretmen öğrencisinin kendi içinde ve dışında barışık, uyumlu bir kişilik geliştirmesine, problemlerini görme ve çözme iradesi göstermesine, önündeki fırsatları değerlendirebilmesine yardımcı olabilir.
Bütün bunlar öğrencilerinin kendilerini gerçekleştirme fırsatı bulabilecekleri olumlu bir sınıf iklimi geliştirebilmesi için öğretmende olması gereken duyuşsal özellikler içinde yer alır.
Bir öğretmen öncelikle pozitif olmalıdır. Bardağa dolu tarafından bakacak moral üstünlüğe ve enerjiye sahip olmalıdır. Öğrenciyi kuru nasihat değil, öğretmenin söyledikleri ile yaptıklarının tutarlı olması etkiler. Ancak böyle bir öğretmen sınıf içi, sınıf dışı ilişkilerinde model olabilir, sınıf yönetiminde lider özellikler gösterebilir.
Baktığı her yerde hep olumsuzluk gören, hep şikâyet eden, ayağını sürüye sürüye derse giren, nane yağı satar gibi ders anlatan devletin bir memurundan gençler ne alır, ne öğrenir?
Sınıf içi ilişkilerinde bu özellikleri gösteremeyen öğretmen için sınıfta bulunmak ağır bir yük haline gelir. En erken de bunu öğrenci fark eder. Gözünde öğretmenliğin bir itibarı kalmaz. Öğretmenlik mesleğine bu kötülüğü yapmaya ne hakkımız var?
Peki, Eğitim sistemine öğretmen seçerken kullandığımız KPSS, öğretmen adaylarının bütün bu duyuşsal özelliklere ne ölçüde sahip olduklarını ölçecek, değerlendirmede gerekli ölçütleri verebilecek yeterlilikte bir araç mı?
KPSS’ye endeksli sürdürdüğümüz Öğretmenlik Meslek Bilgisi dersleri ile Eğitim Fakültelerinde öğretmen adaylarına bu duyuşsal özellikleri kazandırabiliyor muyuz?
KPSS’deki bu boşluğun eğitim sistemi içinde hizmet içi eğitimlerle giderildiğini söyleyebilecek bir yetkili çıkar mı?
Peki, eğitimcilerimize, öğretmen örgütlerimize bu konuda düşen sorumluluk yok mu?
İktidar “dindar gençlik”, ana muhalefet “milliyetçi/ulusalcı gençlik” yetiştirmek istiyor. Bunu anladık da, öğretmenlik mesleğini el birliği ile itibarsızlaştırdığınız yerde nasıl bir gelecek tasavvurunuz olabilir ki?
Bu aptesle nasıl namaz kılınır, gençlerin gözünün içine nasıl bakılır ki?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.