Sırça Sarayın Prensesi
Harun, oturduğu pencereden, karşıda, camları akşam güneşi ile vedalaşan görkemli köşke, uzun uzun baktı. Bu, ne kadar da gösterişli bir köşktü . . . Etrafını saran demir parmaklığın içindeki ulu ağaçlar bile, zamanla köşkün boyuna erişememişler ve belki de erişemeden ihtiyarlayacaklardı. Hem sonra, köşkün dış yapısı, tarihi bir eser gibi ince işlemeli ve eşi görülmemiş kadar şaşırtıcı ve çarpıcıydı. Yılların kızgın güneşi solduramamış, şiddetli yağmur ve rüzgarı, yıpratamamıştı. Yan bahçeyi süsleyen çeşitli renklerdeki çiçekler, peri masallarında anlatılan prenseslerin oturduğu saraylardaki gibiydi. Burada kim oturur, kimler yaşar, pek bilinmiyordu. Arada sırada kalantor, gösterişli kişilerin gelip, gittiği oluyordu. Bunların dışında, Harun’un sık sık gördüğü iki kişi vardı. Bunlar, köşkte hizmet veren, Arap kökenli olduğunu sandığı, karı koca bir çiftti. Harun, adamı zaman zaman bahçe sularken, kadını ise çiçeklerin bakımını yaparken, bazı günler, görmüştü.
Bu köşk, Harun’un ilgisini fazlasıyla çekiyordu. Havası, esrarengiz bir görünüm yarattığından, Harun’da merak uyandırıyordu. Harun, bu merakı yüzünden, haftada en az bir gün oraya uğruyor, daha sonra evinin yolunu tutuyordu. Kafasına takmıştı bir kere bu köşkü . . . Burayı daha yakından görmek, daha yakından incelemek arzusunu bir türlü bastıramıyordu. Bir gün, ne yapıp yapıp, bahçeyi çevreleyen yüksek demir parmaklıklardan içeri atlayıp, köşkün etrafında dolaşmak, ön kapının büyük oval mermer merdivenlerine ayak basmak geçiyordu içinden. Ah . . kapıyı açık bulup, içeriye bir adım atabilseydi şöyle . . Bir girebilseydi.
Harun, yine oturmuş olduğu penceresinden kalktı, içinden gelen tanımsız bir dürtüyle köşke gidip, demir parmaklıklardan atlamayı tasarladı. Evinden çıkarak, köşkün yolunu tuttu. Kısa bir süre sonra oradaydı. Bahçede kimse yoktu. Atletik yapısının da yardımıyla, parmaklıkları tırmanıp bahçeye atladı. Ağaçların arasından geçerek, köşkün duvar dibine geldiğinde, dört katlı binanın, üçüncü katındaki açık bir pencereden, şarkı nağmelerini andıran bir takım sesler geldi kulağına . . Bu ses: ’ Güldane . . Yanımdan ayrılma, beni yalnız bırakma . . Güldane . . Güldane ’ diyordu. Ne kadar güzel, insanın içine işleyen, hoş, etkileyici bir sesti bu . . Sesin tonundaki yumuşaklık, çekicilik, başkalık, Harun’u gizli bir güç gibi büyülemişti.
Güldane, orta yaşlı, şişmanca, yuvarlak iri kalçasını taşımakta zorlanan ve bu nedenle iki tarafına doğru sallana sallana yürüyen, emektar Arap kadının adı olsa gerekti. Harun, o sesleri tekrar duyabilmek için, köşkün duvarı dibinde, eski saz aşıkları gibi başını yukarı kaldırarak bekledi durdu. Bekleyişinin sonunda hiçbir şey sezinleyemedi, çünkü o ses bir daha duyulmadı. Bu sesin sahibi kimdi ? Neden dışarıya, bahçeye çıkmıyor, ortalıkta hiç görünmüyordu ? Harun, şimdi daha da meraklanmıştı . . .
Harun, köşkün duvarı dibinde daha fazla beklemeyi sakıncalı buldu. Batmak üzere olan güneşin sararan rengi altında, yaprakları kendince titreşen ağaçların bulunduğu yemyeşil bahçeden geçerek, demir parmaklıklara doğru yürüdü, parmaklığa tırmanıp, dışarıya atladı. İçinde, henüz nedenini bilemediği bir sızı ile geri dönüyor ve dalgın bir şekilde , kendi kendine bazı kelimeler mırıldanıyordu: ’ O, kızın biri falan değil canım, Huri O, Huri . . Bu cennet gibi sarayın bir odasına kapanmış, insanlardan kaçan bir Huri . . ’ Dudaklarından dökülen bu sözlere kendisini inandırmış olarak , içine dönük duygularla, bulunduğu çevreden uzaklaştı.
* * *
Harun, o günden sonraki davranışlarında, alışılmamış farklılıklar sergiliyordu. Sanki, eski yaşamını kaybetmiş, bakışları dalgınlaşmış, hareketleri ağırlaşmış, aklı bir takım düşüncelere takılı kalmıştı. Aile bireylerinden sadece iki kişi kalan, annesi ve kız kardeşi, Harun’un ne gibi bir derdi olduğunu anlayamamışlardı. Sorularına karşılık olarak, ancak, uzun ve dalgın bakışlar ile karşılaşıyorlardı . . .
Harun, banka memuru idi. Bundan iki sene önce buraya tayin olmuştu, buranın yabancısı sayılırdı. Doğup büyüdüğü kasabada, böyle görkemli ve insanı kendine çeken bir yapı görmediğinden, hakkında pek bir bilgisi olmadığı halde, bu köşke, nedenini kendisinin de bilmediği, derin bir ilgi duyuyordu. Hele hele, köşke girdiği gün duyduğu o sözlerin ve o sesin ahengindeki dokunaklılığın, başkalığın etkisindeydi devamlı. Şöyle bir, duygularını yokladı, kalbinin sesine kulak verdi, acaba o sesin sahibine gizliden gizliye bağlanmış olabilir miydi ? Öyle olduğunu düşünse bile, o sesin sahibiyle tanışması, onu görebilmesi olanaklı mıydı ? Var olan sadece bir kızın sesiydi. O sese ve o sesin hayalinde yarattığı sahibine aşık mı olmuştu ? Dudaklarında ’ Huri ’ diye bir kelime dolaşıyor, rüyalarına, bembeyaz tüllere bürünmüş, siyah ve gür saçları kalçalarına kadar dökülmüş bir güzel giriyordu.
Haftada bir gün, köşkün bahçesine girerek, görülme ve yakalanma korkusuna rağmen, üçüncü kattan gelen sese kulak vermek, o sesi mutlaka duymak, dinlemek arzusuna engel olamıyordu. Her defasında: ’ Güldane, nerdesin? Güldane, beni bırakma! Güldane, lütfen yanımda ol! Güldane, seni çok seviyorum ’ gibi cümleleri, başka başka günlerde de duymuştu. Arada bir de, Güldane’ye kızmış olacak ki: ’ Arap Güldane, şişko Güldane ’ diyen, üzüntü ve kırgınlık cümlelerini de işitmişti. İşte o zaman Harun’da Güldane’ye kızıyor, Huri’sini ihmal ediyor zannıyla öfkeleniyordu.
Harun’un aklına takılan bir olasılık daha vardı. ’ Acaba bu kız hasta ve yatalak mıydı da , ortalıkta hiç görünmüyordu? Yoksa sakat mıydı? Yürüyemiyor muydu? . .’ Nasıl bir hastalığa yakalanmış olursa olsun, Harun, böyle bir olasılığı da göz önüne alıp, dünyanın tüm sağlık merkezlerine yüzlerce mektup yazarak, ısrarla yardım talebinde bulunmayı dahi düşünmüştü. O’nun için canını dahi vermeyi düşünüyordu.
Böylece, günler birbirini kovaladı. Harun, bahçeye girdiği günlerin öğle saatlerinde, akşam ve gece yarılarında, sesini duyduğu fakat tanımadığı, aşık olduğu kızın köşkünden ayrılırken, içini bir hüzün kaplıyordu. O’nu tanıyamamanın, O’nun la karşılaşamamanın acısını, yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Bu durum, böyle devam ettikçe, ruh sağlığı da bozulacaktı. Bunun çözümünü bulması lazımdı. Sorunun özüne inilmeden geçen günler hep boşa gidiyor, ‘’Huri’’ dediği kız ile tanışmayı bilerek ihmal ediyor veya korkuyordu. Onunla mutlaka karşılaşmalı, yüz yüze gelmeli, kendisini tanıtmalıydı. Belki O’da Harun’u görünce hoşlanır, beğenir, kim bilir, sevebilirdi de . . . Hayatta neler olmuyordu ki, bu olmasın? Rastlantılar, yaşamın alışılagelmiş, durgun ve kolay kolay değişmeyen akışını, bir çırpıda başka yönlere, mutlu yarınlara yönlendirmiyor muydu? O’nun la tanışırsa, belki Harun’unda monoton geçen hayatı değişebilir, beklemediği, ummadığı bir hayat arkadaşlığına doğru gidebilirdi. Allah büyüktü, elbet bir gün Harun’a yardım elini uzatacaktı. Uzatmalıydı ki; Harun’da gönlünden geçen isteklere ulaşmalı, kurduğu hayaller, gerçekleşmeliydi. Ancak böylece, Huri’sini, köşkün kalın ve taş duvarlarından yapılmış, karanlık, loş odalarından çekip alabilsindi. O’nu, aşkının sırça sarayında, prensesler gibi yaşatmak istiyordu. Bu sırça sarayın asla kırılmayacak camları kristal ve tüm dünyayı gösterebilecek kadar şeffaftı.
Harun, aradaki ayrılığı mutlaka ortadan kaldırmalı, sevdiği ile tanışmanın bir yolunu mutlaka bulmalıydı. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu! Yoksa merak ettiği Huri’sinden uzak kalmak, kalbi ile beynini devamlı kemirerek moralini bozacak, çaresizliğini arttıracaktı. Böyle bir durum karşısında ilgisiz kalamaz, sırtını dönüp gidemezdi. Kendi kendisiyle acımasız bir mücadele halindeydi.
Harun, kararını verdi. Her gün köşke uğrayacak, uygun bir ortam yakalayabilirse içeri girecek, aşkını açıklayacaktı. Günlerden bir gün, beklediği durum oluştu. Saat on yedi sularıydı. Hava sıcaktı, güneş, köşkün ağaçlarının arkasına doğru usulca çekiliyordu. Demir parmaklıklara yanaştı, baktı; köşkün Arap emektarları karı koca, yan bahçede, portatif bir masa üzerinde çaylarını içiyorlar, bir şeyler yiyorlardı.
Şimdi tam zamanıydı. Çabucak cesaretini topladı. Bahçenin iki kanatlı büyük demir kapısı, her zamanki gibi kilitliydi. Emektarların göremeyeceği yan bahçenin demir parmaklıklarından, sezdirmeden süzüldü. Köşkün ön kapısına, büyük mermer merdivenlere geldi. Kapı açıktı. Sessizce içeriye daldı. Yerler, pırıl pırıl parlıyordu. Salonun sol tarafında halı kaplı geniş merdivenler ikinci kata çıkıyordu. Bir ara tavanda asılı kristal avizelere bakmaktan kendini alamadı . . Aceleyle ve sessizce koşarak merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. İkinci kata geldiğinde yukardan o ses duyuldu: ’ Güldane sen misin? ’. Harun şaşırdı, son derece dikkatli olmasına karşın, yukarıdan sezilmişti. Üçüncü kat merdivenlerinin ilk basamağına adımını attığı anda, kalbi, göğsünün içinde, hapsedildiği kafesin tellerini kırmak isteyen yabani bir kuş gibi çırpınıyordu. Sonra, sanki o kuş kafesinden fırlamışçasına, kalbinde şiddetli bir baskı ve sancı duydu. Çünkü; Huri’si sesleniyordu: ’ Güldane, geliyormusun? . . Çok yalnız bıraktın beni ’ Harun’un ayakları titremeye başlamıştı, vücudunu zor taşıyordu. Artık geriye dönmek, yukarı çıkmaktan daha zordu. Kararını, heyecanının ve korkusunun üzerinde tutmak zorundaydı. Ani bir refleks ile, son basamağı da bitirdi. Salondaydı. Gözleri, beyaz tül elbiseler giymiş, uzun siyah saçlarıyla, ince narin bir dişiyi arıyordu. Karşısında, salıncakta sallanan, küçük yuvarlak iki göz buldu. ’ Güldane bak! . . Güldane bak! ’
Harun, bulunduğu yere yığılıp kalmamak için, ayaklarının üzerinde güçlükle duruyordu. Bu ses, her zamanki duyduğu sesti. Karşı karşıya geldiği rengarenk varlığa bakarak, hayretle ve belki bir dakika merdivenin başında donup kaldı. Sonra, aklını başına toplayarak, yavaş yavaş çıktığı merdivenlerden, düşercesine indi. Köşkün kapısından nasıl çıktığını, bahçe parmaklıklarını nasıl aştığını hatırlamıyordu. Aldanışından dolayı kaybettiği güvenini toplamaya çalışıyor, bir yandan da dudaklarındaki bir kelimeyi, bilinçdışı, defalarca tekrarlıyordu:
‘’ Papağan . . . Papağan . . . Papağan . . . ‘’