- 747 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 6
Pendik’in pazarıydı o gün. Kadının büyük oğlu Ferruh, çalıştığı manav dükkânının önüne açılan sergide çalışıyordu. Çok yoğun olurdu, Pazarın kurulduğu günler, işleri.
’’ Oğlum, sen bizim Fevziye’nin oğlu değil misin ?’’ Köylerinden, pazara gelen kadınlardı bu soruyu soranlar. Önlüğü ile , meyveleri parlatmakla meşgul olan çocuk, başını kaldırıp, soruyu soran kadınlara doğru baktı. Tanıdı kadınları.
’’ Hoş geldiniz Ayşe abla. Benim, Ferruh !’’
’’ Pazarcılık mı yapıyorsun sen ? Biz seni okuyor diye duymuştuk. ’’
’’ Okul harici, boş zamanlarda, bu dükkânda çalışıyorum. ’’
’’ Aferin çocuğum aferin. Annen nasıl, kardeşlerin nasıl ? Fikret’i babasına vermiş galiba annen ! ’’ Hatırlayınca, öfkelendi çocuk. Kıvırcık, siyah saçları, dikilir gibi oldu öfkeden.
’’ Temelli değil. Gene gelecek, benim kardeşim. Yarın, öbür gün gidip alacağım ben !’’
Kahveci, kuruması için, kahvenin bahçesindeki çalıların üzerine serdiği , yorganın çarşafı ile, yatak çarşafını alıp, plastik leğende bir güzel yıkayarak, tekrar serdi. Yatak, yündendi. Söküp de yünleri yıkaması, şimdilik mümkün değildi. O yüzden, yatağı ve yorganı, mecburen, o şekilde kurumaya bıraktı.
Çocuk, kahvenin bahçesini gezdi o gün. Kocaman kara çınar ağacıydı, en çok ilgisini çeken. İki kişi, kollarıyla, saramazlardı gövdesini. O kadar kalındı. Boyu ise, köy camiinin minaresinden daha da uzun görünüyordu. Yol boyunca ekili çiçekler, sonbahar geldiğinden, kurumaya başlamıştı. Akasya, yeşil çınar, kestane ağacı bile vardı. İki tane de ıhlamur ; biri kahvenin bahçesinde, diğeri de bakkal dükkânın önünde.
Gün boyu, Karabaş ve Tekir kedi arkadaşlık ettiler ona. Moral vermek ister gibiydiler. Bahçenin tam sol köşesinde, yeşil çınar ağacının önünde, bir de su kuyusu vardı. Ellili yaşlarda, kasketli, bir gözü gerçekten de kapalı, Kör Tahsin, her zamanki gibi , yine, çınar ağacının dibinde, sandalyeye ters olarak oturmuş, yüzü, karşıdaki, Muhtar Remzi’nin kahvesine dönük, hem gelen geçenlere, şaka yollu lâflar atıyor, hem de onların kendisine lâf atmalarını bekliyordu.
’’ Balıkçı geldiiii ! Hamsi var, palamut var ! Haydi, balıkçııııı ! ’’ Kasasında balık dolu kamyonetle, balıkçı gelmiş, bağırıp duruyordu. Birden, köyün bütün kedileri ile birlikte, Tekir de, balıkçının etrafına üşüştü.
’’ Fikreeeeet ! Balık sever misin sen ? Alsam, pişirsem, yer misin ?. ’’ Kahvenin , bahçeye açılan kapısından seslendi babası. Ne cevap vereceğini bilemedi çocuk.
’’ Al İncirli al ! Yesin de beslensin çocuk. Baksana, zayıflıktan boynu kopacak neredeyse !’’ diye, söze karıştı Hamza dayı.
İrice bir palamut alıp, bir güzel dilimletti adam. Ocaklığın altından, pompalı gaz ocağını, tavayı , dışarıya çıkarttı. Balık dilimlerini, unlayıp, tavaya koyduğu, az miktarda, zeytin yağının üzerine koyarak kızarttı. Mis gibi kokuyordu balıklar. İştahla yediler, baba - oğul.
Hamza dayının aklına, çocuğun okulu gelmişti.
’’ Oğlum, sen okula başlamadı mıydın ? ’’
’’ İkinci sınıfa gidiyordum ben Pendik’teyken. ’’
’’ İyi ya, burada da gidersin. Okul hemen şurada, yolun kıyısında. Kitapların falan var mı ? ’’
’’ Evimizde kaldı herhalde . ’’
’’ Çantada görmüştüm ben ’’, deyip içeri girdi babası. Biraz sonra , elinde bez çanta ile döndü. İçini karıştırdığında, defter, kitap, kalem ve çocuğun nüfüs kâğıdını buldu.
’’ Her şeyin tastamam. Yarın, doğruca okula. ’’
Okul sözüne sevinmişti çocuk. Daha önce, köylerinde, Mukaddes ablası okula başladığında, kendisi de gitmek için nasıl ısrar ettiğini, onu , kayıtsız da olsa , köydeki Hüsnü Öğretmenin okula kabul ettiğini hatırladı. Çok sevmişti okulu. Pendik’e taşındıklarında, Süreyya Paşa İlkokulu öğretmenleri, sınıflarının dolu olduğunu söyleyip, onu istemediklerini, annesinin uzattığı alfabeyi, çatır çatır okumaya başladığında ise, paylaşamadıklarını hatırladı.
Akşama kadar, neşeli, güler yüzlü oldu. Ertesi gün başlayacağı okulun, hayali bile, mutlu etmeye yetmişti çocuğu. Masalarda boş bardakları, bir dakika bile bekletmiyor, kül tabaklarını, iyice dolmadan boşaltıyor, çağıran, seslenen müşterilere koşarak gidiyordu.
Hava karardıktan, kısa bir süre sonra, yorgun düşmüş, göz kapakları kapanmaya başlamıştı. Gözlerini ondan, adeta hiç ayırmayan, Hamza dayı fark etmişti ilk önce.
’’ İncirli, oğlum ! Uykusu geldi çocuğun. Hadi, yerini hazırla da yatsın, uyusun. Yalnız, pek temiz sayılmaz bu çocuk. Yarın okula gidecek. Ayıp olur. Sen yıkayıver onu bu akşam. Erken olsaydı, eve götürürdüm, bizim hanım yıkardı aslında. Yahu, niye aklımıza gelmedi ki ?
’’ Sen merak etme, Yıkarım ben oğlumu !’’
Çocuğa yastık yapılacak, kahvenin tek tavlasıyla, o anda oynayanlar vardı. Mecburen oyunun bitmesi beklendi. Çocuk, oturduğu yerde, uyuklamaya başlamıştı bile. Tavla, boşaldığında, duvardaki peykeye yerleştirildi. Altına pösteke serildi.
’’ Çişini ettin mi oğlum ? Kakan falan da var mıydı ? ’’
’’ Yalnız çişim var. Kakamı gündüzden ettiydim ’’, deyip, çişini etmek üzere dışarıya çıktı ve ’’ Buraya işeyen eşşektir ’’ yazılı, bakkalın duvarına işeyip, döndü kahveye. Ellerini yıkamak için ocaklıktakı lavaboya gitti. Sigara dumanından yanan, kaşınan, kıpkırmızı olan gözlerini ovarak, tavla, pösteke, kumaş paltodan oluşan, geçici yatağına gitti, yattı. Yatar yatmaz da uyudu.
Pendik’in pazarı da, o saatlerde ancak bitmişti. Serginin toplanmasına yardımcı olan Ferruh, yevmiyesini ve evin de erzağını alıp yola koyuldu. Çok yorgundu ve eve kadar, onbeş, yirmi dakika yürüyecekti. Yolda, kendi kendine söylenip durdu. Bütün sözleri annesineydi. Evi satmakla, çok büyük hata etmişlerdi. Paranın çoğu da ablalarının evlenmesi için harcanmıştı zaten. Bir de , küçük ablası, çok erken evlenmişti. Daha on yedisinde bile değildi. Köyde kalsalardı, hem annesi, hem ablaları, bahçeye, tarlaya yevmiyeye gidiyor, para kazanıyorlardı. Evleri de kendilerinin olduğu için, geçinmeleri çok daha kolay oluyordu. Ne varmıştı sanki, Pendik’e taşınacak !
Şimdi, kalkıp, geçinemiyoruz diye, Fikret’i babasına göndermek de ne oluyordu ? Hani, o adam çok kötüydü. Kötüyse, ne diye Fikret ona gönderiliyordu ? Buna razı olamazdı ; mutlaka gidip, geri alacaktı kardeşini. Hele, bir de Mukaddes’i göndermekten söz ediyordu ya annesi ; delirmiş olmalıydı ! Ne olursa olsun, sabahlara kadar da olsa çalışıp, bakacaktı onlara. Okumaksa okumak, babasının vasiyetiydi madem, okulu da bırakmayacaktı .’’
Kapıyı annesi açar açmaz , elindeki erzakları ve cebindeki yevmiyesini uzattı çocuk. Sonra da , gururla , yüksek sesle, koca adam gibi konuşmaya başladı.
’’ Yarın, erkenden gidip, Fikret’i alacaksın. Akşam geldiğimde, onu evde görmezsem, bozuşuruz seninle. Mukaddes’i göndermeyi falan da, sakın aklından geçirme. Bir daha, öyle bir şey duymayacağım ben bu evde ; tamam mı ? Akşama kadar yetmezse, sabahlara kadar da çalışıp, bakarım ben kardeşlerime. Okulu da bırakmayacağım, söz. Babamın vasiyetini tutacağım. Tamam mı anne ; duydun mu beni ?’’
Kadının aklı başka yerdeydi. Gündüzden, İsmail efendi ile görüşmüş, ona, Fikret’i gönderdiğini, Mukaddes’i de göndereceğini söylemiş, adamın da hoşuna gittiğinden, nikâh işlemleri için , nüfüs kâğıdını bile istemişti. Bu defa, imam nikâhını yeterli görmeyip, resmi nikâhı şart koşmuştu. Adamın emekliliği vardı ve ona bir şey olduğunda, kendisine maaş bağlanacaktı.
’’ Olur, olur, anladık. Bağırıp durma. Sağır yok ya senin karşında. Sen, ne zaman adam oldun da, annene bağırıyorsun ?’’, deyip, evin kapısını örttü. Elindeki erzaklarla, mutfağa giderken, oğlunun verdiği parayı da saydı ve çok sevindi.
Kahve dağıldığında, güğümdeki sıcak suyu, su kovasına boşalttı adam. Ilıyıncaya kadar, soğuk su kattı. Önceden yatağı hazırlamıştı. Usulca uyandırdı çocuğu. Tekrar, çişinin olup olmadığını sordu. Çocuk, uykulu haliyle bile, bir önceki gecenin korkusuyla, bakkalın duvarına bir daha uğradı. Döndüğünde, babasının da yardımıyla soyunup, kahvenin ortasındaki, ahşap sandalyenin üzerine oturdu. Babası, onu , özenerek, bir güzel yıkayıp temizledi. Havluyla kurulayıp, giydirip, yatağına yatırdı.
’’ Haydi bakalım, bir güzel uyu şimdi . Yarın okul var .’’
Devam edecek
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Öykünün tamamlanmasını bekleyecektim yazmak için. Fakat bu yazıdaki önce istenmeyen sonra da bölüşülemeyen o çocuk imgesi öylesine tanıdık geldi ki bana...
Körlük bir yafta gibi asılınca boynuma, hele de insanlar anlamak yerine yargılayınca, okullara kayıt olmak arkadaş edinmek her şey bir başka zor olurdu. Sonrasında da en iyi dostumsun, en iyi öğrencimsinlerle dolardı etrafım. Takip ediyorum merakla.