- 1708 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (01)
Bundan önceki bölümde Mekke’de 12 yıl başlığı altında, Müslümanları devlete götüren yaşamın dinamiklerini incelemiştik. Medine’de Müslümanlar, hemen hiç kimsenin tahmin edemeyeceği şekilde bir devlet kurdular. Öncelikle toplumsal yapıdaki dengesizlik, Arap dünyasının Hz. Resule bakışı ve Müslümanları karşısına alması dikkate alınırsa, gerçekten imkânsız gibi görünen bir devlet olma, birden bire üç yıl içinde gerçekleşmişti. Üstelik Mekke’de Allah adına mücadele veren Müslümanların kafalarından devlet fikri geçmemişken… Müslümanlar biz devlet kuracağız diye hiçbir faaliyet sergilememişken…
Mekke dönemi ne kadar Müslümanlar için önemliyse, belki de Mekke’den daha önemli Medine dönemidir. Çünkü Allah’ın mesajı Mekke’de resulün kavmine, yani Araplara iken Medine’de mesaj evrenselleşmişti. Devlet olmanın gücüyle Müslümanlar, dünyaya mesajlarını ulaştırırlarken, zulme uğrayanların da sesi olma bilincine ulaştılar. Bu açıdan Medine dönemi, bireysel, kendi toplumunda sınırlı Müslümanlara, dünya insanı olma kişiliğini, kimliğini kazandırması açısından önemlidir. Zira bir insanın dünya insanı olması, bütün dünyaya seslenecek kimliğe ulaşması, dar çerçevede gelişen, yetişen insanlar için yabana atılacak bir durum değildir. Günümüzde Müslümanların dünya insanı olma hayalleri yok gibidir. Özellikle içinde yaşadığımız Türkiye toplumunda, Müslümanların evrensel düşüncelere, kimliğe, kişiliğe sahip oldukları düşünülemez. Bugüne kadar neredeyse hiçbir Müslüman fikir adamımızın, ilim adamımızın düşüncelerini paylaştığı kitapların, dünyaya çevrilmemiş olması düşündürücüdür. Son yıllarda farklı dillere çevrilen Müslüman yazarlar, Said Nursi ve Fetullah Gülen’dir. Onların kendi gayretleriyle yaptıkları çalışmalar nedeniyle yapılan bu çevirimleri doğal bir süreç olarak görmek yanlış olacaktır. Hâlbuki Mısır, Suriye ihvanının kitapları ülkemizin fikir hayatını etkilemiştir. Pakistanlı Ebul Ala Mevdudi Türkiye’deki Müslümanların fikir hareketinde etkili olmuştur. Mısır, Tunus, Fas, Cezayir, Suriye, İran, Irak, Lübnan, Fas, Pakistan gibi ülkelerin Müslümanlarının yazdıklarının ülkemizde veya başka ülkelerde okunuyor olması, onların evrenselleşme yolunda attıkları adımları göstermektedir. Ülkemizin bu konuda kısır kalması düşündürücüdür.
Onun için Müslümanların Medine döneminin dinamiklerini çok iyi değerlendirmeleri gerekir. Medine dönemi, kendi içine gömülmüş gibi görünen İslam düşünce, yaşam tarzının ki, öyle olmamasına rağmen, dünyaya açılışının örnekleriyle doludur. Hâlbuki dönem incelendiğinde, Müslümanların etrafını, kadim Fars imparatorluğu, Üç kıtaya hâkim Roma imparatorluğu, döneminde güçlü Habeş krallığı sarmıştı. Müslümanların evrenselleşmesi demek, etrafını saran bu ülkelerle karşı karşıya gelmesi, bu ülkelerin de sınırlarını aşması demekti.
Bugün Müslümanların kafalarında dinmek bitmek bilmeyen bir devlet özlemi vardır. Bunun nedenlerini Mekke’de 12 yıl çalışmalarında genişçe açıklamıştık. Bir şeyin özlemini çekmekle, hayal etmekle, insanın özlediği, hayalini kurduğu değerleri bilmek arasında fark vardır. Müslümanların kafalarındaki devlet nedir? Diye bir soru sorsak, ya peygamberin kurduğu Medine devleti, ya da Müslümanların devleti diye bilinen yıkılmış Osmanlı devleti akla gelmektedir. Müslümanların devlet modelindeki orijinali Medine’de peygamberin kurduğu devlettir. Bu devlet 11 yıl sürmüştür. Ülkemizdeki Müslümanlara en yakın devlet modeli Osmanlı’dır. Osmanlı devleti yıkılmıştır. Müslümanların etrafında kendilerini Müslüman devlet olarak tanımlayanlar vardır. İran, Suudi Arabistan vs. Bunlar peygamberin kurduğu devlet modelinden, anlayışından uzaktırlar. Durum böyle olunca Medine’deki 11 yılı incelemek, özelliklerini ortaya çıkarmak, değerleriyle yüzleşmek önemlidir.
MEDİNE DEVLETİ
Medine devleti günümüzün devletleri gibi devasa nüfusla işe başlamamıştı. Medine Arabistan şehirleri içinde, doğal zenginlikleri, ticari kervanların uğradığı, bereketli zengin bir şehirdi. Rivayetlere göre ismini, insanların düşüncelerine, tavırlarına, davranışlarına istinaden almış, medeniyet anlayışının göstergesi olarak almıştı. Her ne kadar Allah’ın resulü, kurduğu devletin sınırlarını belirledikten sonra adına YESRİP demiş olsa da, kimse MEDİNE ismini YESRİP ismiyle değiştirmedi.
Medine putperest Araplarla Yahudilerin birlikte yaşadığı şehir olarak diğer Arabistan şehirlerinden farklıydı. Medine’nin içinde ve etrafında Medine’ye bağlı yaşayan insanların sayısı 9-10 bin civarındaydı. Neredeyse yarı yarıya nüfusa sahiptiler. Ancak Arapların bir kısmı Medine’nin etrafındaki mezralarda, vahalarda yaşıyorlardı. Yahudiler ise Medine’nin içindeydiler. İki toplum aralarında pek savaşmıyorlar ama toplumlar kendi aralarında sürekli savaşıyorlardı. Araplarla Araplar, Yahudilerle Yahudiler zaman zaman birbirine giriyorlardı. Savaşlardan bıkan toplumlar bir araya gelerek Medine’nin geleceği adına barışıyorlar. Sonra herhangi küçük bir kıvılcımla yeniden savaşıyorlardı.
Her savaş bir yıkımdır. Gerçi bugün üstün teknolojik silahlara sahip olan ülkeler, kendilerine göre çok zayıf ülkelerle savaşarak, sadece karşındaki ülkeleri yıkıma uğratıyorlar. Böyle görünüyor. Ama işin gerçeğine indiğimizde, mesela; Amerika Vietnam’da, Guatelama’da, Irak’ta, Afganistan’da karşılaştığı karşı mücadeleler nedeniyle sayısı küçümsenemeyecek zayiatlar verdi. Son yüzyılda yaşadığımız birinci ve ikinci dünya savaşlarında dünyada savaşın öldürdüğü insan sayısı milyonları aşmıştır. Maddi hasarlar, savaş sonu siyasi, ekonomik buhranlar yıkımı genişletti. Ama insanlar sadece savaştaki ölenleri hatırlar. Müslümanların katıldığı birinci dünya savaşının ardından, Osmanlı devleti yıkılmış, yerine batıya bağımlı birçok devlet kurulmuş. Müslümanların ülkeleri batı tarafından talan edilmişti. Bundan 1500 yıl öncesinin Arabistan’ında ise savaşların yıkımı çok fazla oluyordu. O dönemlerde maddi hasarlar bugünkü gibi çok değildi. O dönemin savaşlarında ölüm insanlar üzerine yağdırılıyor. Galip topumlar, insanları öldürüyor. Kadınlarını, çocuklarını esir alarak köleleştiriyor. Bağlarına, bahçelerine, ürünlerine, hayvanlarına el koyuyorlardı. Tabi bunlar olurken, galip ülkelerde çok şey kaybediyorlardı. Galipte olsalar da savaşın arkasından ölümler nedeniyle uzun dönemler kendilerine gelemiyorlardı.
Medine halkı uzun yıllar süren savaşların arkasından, savaştan bıkmış, barışa susamış bir toplumdu. Yahudiler ile Araplar arasında yapılan anlaşma çerçevesinde artık uzun yıllar barış içinde yaşayacaklarına inanırlarken, Medine’ye İslam geldi. İslam, barış, esenlik anlamlarında insanların arasında hak ve adaleti esas alan düşünce yapısıyla, barışı özleyen Medine halkı için umut oldu. Mekke’ye ve Mekkelilerin etkileyebileceği kabilelere rağmen, Medine halkı Hz. Muhammed’i kucaklayarak, Müslümanlarıyla, putperestleriyle, Yahudileriyle biz barıştan yanayız dediler. Elbette Medine halkının böyle bir duyguya, düşünceye ulaşmasının, Müslümanların Mekke’deki mücadelesi, Hz. Resulün insanlara örnek davranışları etkiliydi. Çünkü Mekke’de Müslümanlar bütün olumsuz şartlara rağmen toplumların zayıflarına, ihtiyaç sahiplerine yardım etmişler. İnsanlar arasındaki eşitsizliklere karşı çıkmışlar. Her türlü zulmün önünde durmuşlardı. Mekke’ye göre daha medeni olan Medine halkı, insanlık namına gerçekleştiren bütün bu hareketleri kendileri için önemli görüyordu.
Konuyu bu çerçeveden ele alırsak, bugün Müslümanlar, birbiriyle savaşan, zulüm altında inleyen toplumlar için umut mudur? Sorgusunda iyi düşünmeliyiz. Eğer umutluk konusunda tereddütlerimiz varsa, Hz. Resul’ün Medine dönemini anlamak bizim için daha da önemlidir. Bu dönemden alacağımız işaretler belki, iyi bir Müslüman olma yolunda bize ivme kazandırır. Kimlik ve kişiliğimizde olumlu gelişmeler sağlatır.
MEDİNE DEVLETİ’NİN YAPISI
Resulün Medine’de kurduğu devlet, yalınlık, şeffaflık, toplumların birbirine saygısı, sevgisi ve hakları üzerinde kurulmuştu. Kervanların uğradığı, Arabistan’da ticaretin merkezi sayılan bölgede kurulan devletin, hem içinde, hem dışında yalın, şeffaf olması önemliydi. Özellikle Medine’yi oluşturan Müslümanların, Yahudilerin ve Putperest Arapların birbirlerine verdikleri, birbirimizin aleyhine davranmayacağız sözü, Medine’nin geleceğini belirliyordu. Toplumun nüfus sayımında %15’i bulan Müslümanların, %45’ni oluşturan Putperest Araplara, %40’nı oluşturan Yahudilere, baskı yaparak devleti kurması mümkün değildi. Devlet kurulurken aklen, mantıken yapılan ikna oluş ve kabuller doğrultusunda her toplum eteğindekini döktü. Belki de Müslümanlar tarafından ısrarla üzerinde durulan tek konu Resulün liderliğiydi. Hazreç’in lideri İbni Selül’ün liderlik haklarının zayi olmasına, içinden istemese de ses çıkarmaması, diğer toplumlara söyleyecek söz bırakmamıştı. Yahudi kavimlerinin liderleri, Arap kabilelerinin liderleri, gönül rahatlığıyla toplantıya gelmiş, içlerine sindirerek Medine vesikasını imzalamışlardı. Hiçbir dayatma, hiçbir baskı yoktu. Müslümanların dayatma, baskı yapabilecekleri gücü de yoktu. Hatta öyle ki, Hz. Muhammed Medine’ye kral olursa, Müslümanlar Medine’de toplanırsa, Arapların hışmını üzerlerine çekeceklerdi. Buna rağmen, Medine toplumu bütün riskleri göze alarak Hz. Muhammed’in liderliğindeki devlete evet demişlerdi.
Tarihe baktığımızda böyle bir oluşuma nadir rastlıyoruz. Belki de çok eski ilkel topluluklarda, birbirine yakın, dost aşiretler bir klan oluşturmuşlardır. Amerika yıllarca birbiriyle savaştıktan sonra bugünkü devletini kurmuştur. İngiltere soyluların arasındaki uzun yıllar süren savaşlar neticesinde bugünkü krallığını kurmuştur. Osmanlı, Selçuklunun dağılması sonucu, beylikler arasındaki savaşların arkasından gücüyle ortaya çıkarak devletini kurmuştur. Fransa, İtalya, İspanya, Almanya hemen hepsi güce dayanarak devletlerini kurmuşlardır. Uzak doğunun devletleri, Rusya aynı serüvenlere dayalıdır. Her şeye, her riske rağmen, birbirinden farklı toplumların, bir araya gelerek, özgürce isteklerini bir sayfaya yazarak, ortak bilinç ve iradeyle Hz. Muhammed’in önderliğiyle kurulan devlete benzer bir devleti tarihte, günümüzde görmek neredeyse mümkün değildir. İçinde yaşadığımız dünya, toplumların, devletlerin iktidar için birbiriyle kıyasıya savaştığı anılarla doludur. Özellikle batıdaki kültür devriminden sonra, dinin kontrolüne karşı çıkan toplumlar, laikleşerek, özgürleşerek, çıkarlarına endekslenerek, dünyanın en kanlı savaşlarını çıkardılar. Silah sanayinin güçlenmesi, ekonomik değerlere ulaşmanın hırsı, bazı yer altı değerlerinin dünyanın temeli haline gelmesi, insanları çılgınlaştırmış, iktidar savaşları, devletlerin birbirine üstünlük savaşları, son yüz yılda en korkunç insan katliamına dönüşmüştür. 20.yüzyılın ilk yarısında savaşlarda öldürülen insan sayısı, belki de geçmişteki beş yüz yıllık ölümlere bedeldir. Güya din savaşlarından bıkan batılılar laikliği kabul ettikten sonra canavara dönüşmüşlerdir. Çıkarcılık onları insanlıktan çıkarmıştır.
Peygamberin Medine’de kurduğu devlet, kuruluş tekniği, mantığı açısından o güne göre ilkti. Yazılı bir metin üzerinde anlaşan toplumların devleti oluşturması ilkti. Hiçbir tarihi yoruma ihtiyaç göstermeden, şöyle mi oldu, böyle mi oldu diye kritik yaptırmaya lüzum kalmadan, eldeki belgeye göre devlet böyle kurulmuştur, özüne ulaşılması açısından Resulün kurduğu devlet örneklerin örneğiydi. Bugün batmayan güneş imparatorluğunu kuran İngilizlerin yazılı bir anayasası bile yok. Ama 1500 yıl önce kurulan Medine devletinin yazılı anayasası var. Bu özellik, siyaset, sosyoloji bilimlerinin ilgi alanı olmalıydı. Nitekim geçmişte oldu da. Medine vesikasının ortaya çıkarılışı, üzerinde değerlendirmeler yapılması, bu nedenleydi. İlk defa Medine vesikası İbn-i Hişam’ın siyer (tarih) kitabında yer aldı. Daha sonra batılı araştırmacılar ilgilenmeye başladılar. Son dönemlerde Müslüman dünyasında bu yöndeki çalışmaları ciddi olarak yapan “ayaklı kütüphane faresi” lakaplı Muhammed Hamidullah’dır. Faslı yazar Dr. Muhammed Faruk En-Nebhan İSLAM ANAYASA VE İDARE HUKUKUNUN GENEL ESASLARI kitabında, konuyu değişik açılardan çok inceledi. Her iki yazar tarihi verilere dayanak ortaya Müslümanların ufkunu açacak eserler bıraktılar. Hamidullah’ın İslam peygamberi kitabı, yazılan kitaplar içinde önemlidir. Hamidullah kitabında peygamberin liderliğini, devlet adamlığını öne çıkaran yorumlarıyla diğerlerinden ayrılmıştır.
Ne yazık ki ülkemizde Medine devletinin çatısını oluşturan Medine vesikası, bazı Müslümanlar tarafından, ülkede demokrasinin, laikliğin, demokratik açılımların dayanağı olarak ele alınmıştır. Birbirinden farklı devlet anlayışlarının uzlaştırılmaya çalışılması ortaya açıklanamaz bir çelişki doğurmaktadır.
Medine’de kurulan devletin yalınlık, açıklık ilkeleri, toplumlara güven sağlıyordu. Adaleti, barışı, huzuru esas alan Medine halkının, açıklık üzerine devlet kurmaları bir çelişki değildi. Devleti oluşturan her toplum, nüfusun da azlığından yararlanarak olan biten her şeyden haberdar oluyordu. Bugüne baktığımızda, devletler her ne kadar kuruluş ilkelerinde olsa da, yalınlık, açıklık ilkeleri doğrultusunda kurulmuyorlar. Günümüzün devletlerinin kurulmasında, silahın gücü, dışa bağımlılık esası, ekonomik çıkarlar adına verilen tavizler, gizlilik, medya aracılığıyla yaygınlaştırılan yalanlar, toplumlara dayatılan kutsallaştırılmış değerler hâkimdi.
İçinde yaşadığımız devletin, yalın, açık olduğu iddia edilemez. Kurtuluş savaşının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyetinin, kuruluş ve gelişme dönemine ilişkin tarihinin sorgulanamaz, tartışılamaz oluşu, yalınlık, açıklık prensiplerine gölge düşürmektedir. Kurulan devlet üzerinden çıkar sağlayan bütün grupların, döneme ilişkin her sorgulamaya karşılık insanları suçlamaya, vatan haini ilan etmeye gitmesi normal değildi. Ülkenin savaştan önce sahip olduğu toprakların büyük bir bölümünde petrolün bulunması, petrol sahalarının İngiliz, Fransız, İtalyan şirketlerine paylaştırılması, topraklar üzerinde irili ufaklı birçok devletin kurulması, yalınlık, açıklık prensiplerine uygun değildi. Hangi anlaşmalarla, hangi tavizlerle, neye, nelere dayanarak, birinci dünya savaşına giren ve yenilen Osmanlı topraklarında birçok devlet kurulmuştu? Osmanlının merkezinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinin birinci dünya savaşı sonundaki, misyonu, vizyonu, görevleri neydi?
Günümüzün dünyasında, yalınlık, açıklık üzerine devlet yönetimleri maalesef kalmamıştır. Amerika’da, Avrupa’da, ülkemizde, doğuda, uzak doğuda kurulan ve yönetilen birçok devletin, yönetimiyle, kuruluşuyla ilgili birçok skandal tartışılmaktadır. Medyanın gücünü kullanan her çıkar grubu, devletleri, yalınlık, açıklık prensiplerinin dışına çıkarıyor. Medya ön yüzde insanları haberleriyle, yorumlarıyla oyalarken, çıkar grupları arka planda devlet yöneticilerine istediklerini yaptırıyorlar.
Hâlbuki Resulün Medine’de kurduğu devletin kuruluşu da, çalışması da, sürekli yalınlık, açıklık üzerinde olmuştur. Toplumdaki bütün gizli hareketler nifak alameti olarak, kişileri Münafık olarak nitelenmiştir. Toplumda yaşayan her insanın, liderlerin alacağı kararlarla hayatlarında ne tür riskler olduğunu bilmesi önemlidir. Toplumun lideri, toplumunda yaşayan insanların hayatını onlardan habersiz riske atamaz. Çünkü toplumun lideri, toplumu korumak, toplumdaki barış düzenini korumak için vardır. Toplum liderlerinin, şahsi çıkarları için toplumu riske atması asla kabul edilebilecek bir şey değildir. Eğer toplum lideri savaşa dair karar alacaksa, bu durum toplumda yaşayan herkesi ilgilendirecektir. Öyleyse savaş kararı alınmadan önce, toplumun her bireyinin bunu bilmesi sağlanmalıdır. Ülkeye karşı yapılmış ani baskınlar, saldırılan elbette bu genel tutumdan hariç tutulacaktır. KAPALI KAPILAR ardında alınacak kararlarla toplumun yönetilmesi, yalınlık, açıklık kuralına aykırı kabul edilecektir.
Medine kurulan devlet, küçük nüfusuyla, tek şehir devleti olmasıyla, net basit ilişkilerden oluşmuştu. Ancak günümüzün devletleri girift yapılanmalarıyla, çoklu nüfuslara sahiptir. O nedenle buradaki en büyük sorun, on bin nüfuslu bir devlet yapısının günümüze nasıl yansıtılacağıdır? O günkü devletin ilkelerinin bugünün devletlerine nasıl yansıtılacağıdır? Bugün büyük köylerimizin nüfusu on bini bulmaktadır. Yüz binlik şehirler. Milyonluk şehirler. Milyonluk ülkeler. Müslümanlar tarafından ele alınması gereken konulardır. Hiçbir devlet ucuz sloganlarla oluşmaz. Mekke’deki Müslümanlar da, ucuz sloganlarla Medine’ye kavuşmadı. Mekke’de 12 yıl serüveninde Müslümanların yaşadıkları ortada. Bugün Müslümanların akıllarında, kafalarında, hayallerinde, sözlerinde sloganlaşmış bir devlet vardır. Bu devletin, ne yapısı, ne çatısı, ne de gerçeği belli değildir. Nasıl olacak? Sorusunu sorduğunuzda, sanki Müslümanların devletini istemiyormuşsunuz gibi bir tavırla karşılanır, devlet düşmanı ilan edilirsiniz. Hâlbuki devlet doğal bir sürecin, Allah’ın takdiriyle sonuçlanmasıdır. Allah’ın nimeti resulüne, dönemin Müslümanlarına nasip olmuştur. Değilse, hiç kimse, Mekke’de 12 yıl mücadele veren resulün Mekke’de devlet kuramayıp, üç yıl Medine’de İslam daveti yapan Müslümanların resule, ya resul gelin artık, Medine’de devletimiz hazır demesini açıklamamız mümkün değildir. Sloganlar bir düşünceyi, bir inancı kendine köle kılarak öldüren olgulardır. İnançlarını, düşüncelerini, ideallerini sloganlaştıran her düşünce tarihten ya silinip gitmiş, ya da ortalıkta rezil bir şekilde oyuncak edilmiştir.
Medine’de kurulan devlet bize, devlet kurmanın emek işi olduğunu göstermektedir. Bu emek devlet kurma emeği değil, Allah’a göre Müslüman olma emeğidir. Bugün Müslümanlar Allah’a göre Müslüman olma eğiliminden uzak, kendilerini devlete şartlamış gibidirler. O nedenle, mevcut siyasi rejimlerden yararlanmayı, kurnaz politikacıların aleti olmayı yaşıyorlar. Hâlbuki Allah’a göre Müslüman olan, çıkarlardan uzak durmayı, şeytana kulak tıkamayı, dünyevi hırslara kapılmamayı öne çıkarmalıdır.
Günümüzde kurulan devletlerin, kuruluşu da, işleyişi de çıkara dayalıdır. Devletleri kuran toplumlar, soylular, aşiretler, kılanlar, patronlar, ideologlar, aydınlar… Çıkarlarını korumak, geliştirmek, artırmak için devlet kurmuşlar. Kurulan devletleri kontrolleri altına almışlardır. Medine’de kurulan devletin çıkarla hiçbir ilgisi yoktur. Hatta bugünkü bakış mantığıyla o güne bakarsak, Müslümanların Medine’de, 4000 Yahudi, 4500 putperest Arap’la devlet kurması en büyük tehlikedir. Üstelik bütün Arapların hışmına uğramaktır. Çıkarı olan böyle bir devlet kuruluşunun içinde olamaz. Ama görüyoruz ki, Medine’de özlenen barış bütün hesapları altüst etmiş… Çıkarlar barışta birleşmiş. Bütün riskler barışa endekslenmiştir.
Günümüzde Müslümanlara baktığımızda da devlete yönelmiş bütün düşüncelerinde büyük bir çıkar kavgasının varlığını görmekteyiz. “İslam gelecek vahşet bitecek” “İslam gelecek yoksulluk bitecek” “İslam gelecek refah yükselecek” gibi sloganlarla amaçlarını, hedeflerini belirleyen Müslümanlar gerçekten, Allah’ın ayetlerini, resulün Medine’de kurduğu devleti anlamışlar mıdır?
Toplumların başına neyin gelip, neyin gelmeyeceğini bilmemiz zordur. Toplumlar vahşet bitecek derken, büyük vahşetlerle karşılaşabilirler. Yoksulluk bitecek derken, kıtlıklarla, yokluklarla, savaşlarla karşılaşabilirler. Refah yükselecek derken, gelen gideni aratabilir. Kısaca çıkarlarımızın başına ne geleceğini bilemeyiz. Çıkar kavgası, Allah’ın Müslüman’a önerdiği bir kavga değildir. Aksine çıkar kavgası Allah’ın şeytani bir kavga olarak belirttiği bir kavgadır. Çıkarlarının kurbanı olan insanlar, toplumlar Allah tarafından dünyevileşmekle tanımlanır. Öyleyse Müslümanlar olarak, toplumsallaşmaya, devletleşmeye doğru yürürken nasıl olmalıyız? Sorusunda, Resulün, Mekke ve Medine dönemlerinin özünü öğrenmeyi öneririz. Resul Medine’de her türlü olumsuzluğa, her şey çıkarlara aykırı görünmesine rağmen, farklı dine sahip olanları birleştirebilmiştir. Bugün kendi aralarında birleşmeyi sağlayamayıp, sürekli birbiriyle kavgalı olan Müslümanların bu özelliği iyi kavramaları gerekir. Aksi halde, öncelikle layık olmadıkları bir yapıya ulaşırlar.
Şurası Muhakkak ki, Mekke dönemini incelerken ifade ettiğimiz gibi… Resul Mekke’nin yöneticileriyle anlaşarak devlet kurabilirdi. Resul Mekkeli Müslüman gençleri toplayarak bir gecede putperestlerin önderlerini yok edip devlet kurabilirdi. Hamza, Ömer, Abbas zaten toplumda korkulan insanlardı. Osman, Ebubekir Darunnedvedeki görevleri sırasında hem Mekkeliler, hem aşiretleri tarafından sevilen kişilerdi. Peygamber herkesin güvendiği bir insandı. Böyle bir şey yapsaydı kim ne söyleyebilirdi? Ama resul asla böyle bir şeye yanaşmadı. Asla bir güç gösterisiyle kurulacak bir yönetim, iktidar istemedi. Asla toplumda kan dökerek bir iktidar istemedi. Onun istemeyişleri insanlığından mı kaynaklanıyordu? Yoksa Allah’ın ayetlerinden mi kaynaklanıyordu? Allah’ın ayetlerine göre dini yaşayan, ideallerini süsleyen, amaçlarına doğru yürüyen peygamberin önünde bütün bunlar yoktu. Allah onu bazı neticelere götürdü. Dikkat ediniz. Allah’ın resulü, hiçbir kan dökülmeden, toplumların ortak barışı ve anlaşmasıyla Medine’de devlet kurdu. On yıl sonra savaş yapmadan Mekke’yi teslim aldı. Bütün bunlar Müslümanların önünde en güzel örnekler olarak duruyor. İslam kelimesinin adına yakışır bir şekilde resul hareket ederek, barışı, huzuru, esenliği hâkim kılarak görevini tamamladı.
Ancak günümüzde Müslümanların inançlarında, düşüncelerinde böyle bir olgu yok. Tarihten gelen, biriken, biriktirilen, öfke, kin, nefret var. Eline imkân geçince yıllarca biriken intikam hırslarıyla, gerekeni yapma var. Peki, günümüzün Müslümanlarına göre gereken nedir? İntikam, kan, gözyaşı… Müslümanların içine yerleşen, açıkça söylemeseler de benliklerinde olanları Allah biliyor. Toplumlarda hissediyor. Bu nedenle, Medine’deki Yahudiler ve putperest Arap’lar gibi, Müslümanlara güvenmiyorlar. Peki, Müslümanlar toplumlara güven kazandırmadan, onlar üzerine iktidar olabilirler mi? Veya onlarla birlikte, barışı, huzuru hâkim kılacak bir devlet kurabilirler mi? Bu sorgulamalarda Müslümanlar kendilerini özeleştiriye tabi tutmaları gerekir. Özeleştirilerini yaparken, resulün, Müslümanların Mekke’de, Medine’de nasıl davrandıklarına bakmalıdırlar. Aksi halde kendi kendimizi kandıranlardan oluruz.
Hal böyleyken, bugün Müslümanlar çeteler, örgütler kurarak, silahlanarak, bulundukları bölgeye hâkim olsalar. Baskıyla, silah gücüyle hâkim olarak devlet kursalar, Allah’ın istediğini mi gerçekleştirmiş olurlar? Yoksa kendilerin isteğini mi gerçekleştirmiş olurlar? Şöyle diyebiliriz. Biz devlet olalım da nasıl olursa olsun. Tamam, o zaman, diyelim ki oldu. Peki, yarın Allah’ın huzurundaki hesap ne olacak? Asıl soru bu değil mi? Evet ne olacak? “Ya Rabbi biz resulün yaptığı gibi güven, saygı, sevgi, barış esasına dayalı bir devlet kurmadık ama, senin emirlerini yerine getirmek için, güvenilmeden, saymadan, sevmeden, kan dökerekde olsa bir devlet kurup, ayetlerini hâkim kıldık” desek, Allah’tan aferin alır mıyız?
Bu soruların ışığında, huzurdaki hesaptan aklanarak çıkabilmek için, resulün Medine dönemine, kurduğu devlete dikkat etmemiz gerekiyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.