- 891 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Belki de kırık ve gün kesikliği gülüşler bunlar…
Acıyla tütsülendik…
Bu şehir, bu sahil, bu dalga sesleri, bu batan güneş ve adım adım gelen koyu gece her an ve her nefes alışta beni biraz daha gömüyor hüzne, yine ruhsal silkinme zamanı, yine ağlamaları saklama zamanı ve yine geçmişin perdesini açma zamanı ki bu kaçışların son gölgelikleri bunlar, son sığınılacak liman ve son kez özlenecek yine sevgili sözcükleri art arda yapışmış hüzün cümlecikleri…
İhaneti saklıyorum tüm gece boyu, korkulu rüyalar ertesi bu hâl, kaç benin bedeli ödeniyor bir yerlerde, neden sahiplenilir tüm düşler, kaç bedel sonrası bu düşünceler, arda kalan kuru bir hayat, bir bağışlanma yoksunluğu bu çıkışlar, affedilmez bir kör döğüş bu, karanlığın bekçileri sonsuz zaferlerde ve hayat kupkuru bir yerde...
Acının yelpazesi çarptı yüzümüze, bedenimize, eridik kaldık sapsarı, nursuz bir yüz dermansız bir beden, gülmeler yüzünden asılmış saçak altı çamaşır asmalık tellerine, adımızın ardına üçüncü isim hüzün olmuş, acı yamanmış bir köşesine, sadece hayat devam etmekte, rüzgârı kesilmiş bir sokağın köşe başında yalnızlıkla dolaşan adamın yüzü bin pişmanlık dolu, hak etmeyen bir sevdanın gölgesi olmuş bedeni, pişmanlıkları bini bir para, yüzsüz insanlar sarmalanmış çevresini, Acıyı pay eden yok sadece beklentileri sarmış yüzlerini, hayat yine de devam ediyor, sabah karşı güneş doğacak, herkesin yüzü çıkacak ortaya, artık pişmanlık faydasız bir köşe başı dayanağı, tek solukluk bir yolculuk kalmış, gülmek kime düşmüş ki?
Belki de kırık ve gün kesikliği gülüşler bunlar…
Hiçbir yerden bir yerlere dönmeliyim, sokakların sol tarafından yalnızlıkla dolaşmanın anlamı ne diye sordum önce kendime, sonra yüksek sesle kim duyarsa diye düşünerek, garip bir hırıltı çıktı içimden, kendi kendime, önce kendinle hesaplaş, sonra yine kendi kendine ona konuşur gibi yap, en azından "nasıl gidiyor hayat" de, belki cevap yine gelmeyecek ama en azından içinden o kurt dökülsün ki yolun sağını solunu sonra düşün...
Neden hep yolun solu yürürken ben hep güneşlidir de gözlerimi kısarım, ne bu acelen bile demeden sert zemine sert adımlarla basarken içimdeki öfkeyi nasıl yok edeceğim ki ardımdaki tüm fazlalık düşüncelerden nasıl kurtulacağım, kim bekliyordu beni, kime doğru acele acele bu yürüyüşler, o da ben gibi çulsuz bir hayatın içinde hesapsız yaşamıyor mu ki, aslında belki de bu yalın yürüyüşler bir çaresizlikti, düşünce girdaplarından kurtulmak için bir bahaneydi, ama gene de "hayata nasılsın" demek için bir boşluk bu veya merhaba demek için yeniden yaşama bir sevinç bu...
Belki de bu heyecanın arkasına gizlenen, nerede ne kadar sevmelerin çıkmazında kaybolmuştuk aslında, kimlere "hoş kal" demeden kopuşup gitmiştik ve hayretli bakışlar ardından acımızı içimize gömerek, gidenin ardından bakmıştık, sadece yaralarımız deşilmişti her seferinde, her defasında bir kabuk daha koparılmıştı aslında, her defasını geçiştirerek tutunmuştuk hayata, sadece onlar mı gitmişti kolumuzdan, yooo, kaç kez kaç yerden hep düşerek kalkarak ezilip büzülerek hesap dahi sormadan kapatmıştık tüm ışıkları sevgi adına...
Şimdilerde gülmüyor muyum, belki de kırık ve gün kesikliği gülüşler bunlar, ayrı ayrı zamanlarda bana uğruyormuş gibi anlık gülüşler, elimizde ne kaldı ki bu tüm yaşam zamanlarımı içine alıp da ardına baktığımda içimi yakmayan, acıtmayan, canımı yakmayan, neler var özlemle hatırlayıp an an tekrar yaşamak istediğim, bunun adına hayat deniyor oysa alınmış hayat zamanları denmeliydi ki neler kaybettik onları görüp yeniden tutunalım hayat dediğimize arzuyla istekle…
Bazıları kader bu ayrılmamız gerekli dediler, bazıları da hayat yordu beni dedi, çoğu da sessiz seslerle kısık iç gülüşleri ile terk edip yok oldu ama çoğu da hoşça kal demedi işte yoksunluk buradaydı, sonraları adımıza mektuplar kitaplar yazdılar, cümlelerimizin üstüne yıldız koyup dediklerimizi sahipsiz cümle yaptılar, o cümlelere sonradan evrensel dediler ama tek kelime edemedikleri cümleler vardı onlara da “ben seni çok sevmiştim” deyip yine içimizden kabuklar kapardılar…
Vaz geçilemez bir yaşamdı bu, kimsesizler mezarlığına gömülmekten çok daha iyiydi, sadece tek sıkıntımız vardı, gözyaşlarımızı saklamak çok zordu, sonraları onlara da çözüm bulundu, “ardından ağlıyorum” deyip hafiflettiler yaralarımızın acısını, en azından artık inkâr edemediler, en azından onu herkesten çok sevdiğimizi anladılar, en azından sevdim kelimesine saygı göstermeyi öğrendiler, çünkü onların da canı benden çok yanmıştı, çünkü onları ben den çok seveni hep aradılar sonuç mu tekrarı olmayan bir sevda çıktı karşılarına ve sevginin pişmanlıklarla bağışlanması mümkün değildi...
Ve yoruldum…
Geçmişte kalan günlerin an zamanlarını defalarca, tekrar tekrar hatırlamak yordu beni…
Aslında bu yorgunluk kaybedilmiş zamanların üstündeki tozları sallamak, silkelemek çabasından yenik çıkmamdı…
Koskoca bir yaşam hep kırık hikâyelerle dolmuştu, hangisine saygılı olmalıydım, hangisi bir rüya değildi, hangisinde suçsuzluğumu ispat edecektim veya etmeye değerdi, kendimi savunmam o kadar da önemli miydi, yoksa boşver deyip basmalı mıydım hayatın bam teline, umarsız mı olmalıydım, peki bu pişmanlıklar niye…
Sadece ben mi pişmanlıklarda yüzüyorum, ya hâlâ “sevgimdesin” denmelerinin sebebi ne, kaç kişiye kurban olmuştum kaç kişilik bir yaşamım olmuştu, geride kalan neydi sadece yaralarımın kabuklarının koparılışları ile canımın yanmaları ve de boşlukta kalan bir yorgunluk sebebim...
Şimdilerde kimi suçlayacağım bende saygısını yitirmiş kim vardı veya suçlamaya gerek var mıydı, ne yaşanmışsa yaşandı, yaşanan kimse hayat ona zaten ne verecekse vermiştir arkasından hayıflanmak artık boşu boşuna bir yakarış olacaktır, sadece “siz de sağ olun” demek bence en mantıklısı ki acılarımızın içine saklandığımızı da kimse fark etmeyecektir böylece…
Çünkü haklı olmak bir başkasının haksızlığı demekti, bu da zor bir dönemeç, dar bir köprüydü, birçok insan düşünceleri haklılık şartına kilitlenmişken bu dar köprüden geçmeyi kabul edemez ki bu da insanlar arasında kopuşlara ve de bitişlere dönüşürdü, bu yüzden denmiştir sevgiliye, ben sana bağımlıyım, ömrümün senle geçmesi benim onurumdur diye, sevgi onurlu sevmelerde sonsuz kalmıştır hep, arsız düşünceler çoğu zamandır ki haksızlık yaratır ve bu yüzden de sevgideki yaşam kısalır…
Devam edecek bu döngü…
Kaybedilmiş, boşa geçmiş zamanların ardındaki feryadın son sesleri bu sanırım...
Acıyı yaşamanın mutluluğu bu pervasız kalmak boş vermek tüm şartlara...
Akarsuyun yönünü ancak kalem değiştirirdi, yaşamsa kalemin yazısını değiştirir ve her yazar kaleme hükmetti hayatına asla edemedi, çünkü her yazar aşkı tanıdı, her aşk acıya hükmetti...
Sevgiden gidendi, aslında sadece oyunun birçok karesinde vardı, sevmeyi içine hazmettirmemiş, sadece sevgiyi tanıyordu ve sevginin asıl kutsallığına ulaşamıyordu, aşk kıyısında dolaşmak değildi sevginin, içine çekecektin o nefesleri, ciğerin dolacaktı sevmenin kokusu ile ardına yılları eklese de o kokuyu içinde hissedecekti, her sabah o koku ile uyanacaktı, her gece yastığına o kokuyu serpecekti, var oluşuna ekleyecekti onu ki her sarsıntıda ona tutunacaktı, sevgi, kıyı gezmelerinde sevdiğiyle yüzeysel el tutuşmazdı, onu avucuyla sıkarken tüm benliğini o sıcaklığın içinde hissederdi…
Geceyi yok sayıyorum, tüm düşüncelerimi gömdüğüm düşlerde bırakıyorum, kahredici bir yokluğun içinde hissediyorum kendimi tek başa, önce kendimi, sonra seni yok sayıyorum yaşamın çoğul karelerinden, beklentisiz bir yaşama adım atmak istiyorum, tüm korku düşüncelerinden uzak, tüm riyalardan yoksun, kelimelerin cümlesine bakıyorum, içinde yalnızlık olan cümleyi okumak istemiyorum, senden düşecek tek cümle ardında yıkıntılar bırakarak yapışıyor benliğime, kaçıncı bir susuş bu kendime öncelikli, sonra sana, başkalaşmış bir hayat bu, kaybedilmiş var oluşun benliğinden korkmak bu, ardında düşleri yoracak bir gidiş bu tarifi yapılamayan, belki de bir yalnızlaşma hareketi…
Belki de kanyonlarda düşüncede kayboluş bu, tüm acıları iç cidarlarına saklamış bir kalbin mecalsiz atışları bunlar, bir hayatın ardında kalan dar bir yaşanmışlık bunlar ki sonrasında binbir pişmanlık getiren, en beteri özlemeyi unutmuş bir yürek bu gece seslerine karışmış vuruşları ile, belki de kendi kendine yakarış bunlar sonsuza uzayacak sanılan, ama umut ama utku var gücü ile direnmekte yaşam için, selam olsun acıları içime sıçratan canım dediğime…
Belkisiz bu aşkın ardında kurşun yutmuşluk hissi vardı ki bu kadar sen kışlattı bizi...
Çünkü yaşam vardı sevdanın içinde, çünkü sevmeler aşka dahildi...
Karanlığın gece sesleri yapışmış tüm duyguların içine, yarın olsa demelerde tüm beklentiler...
Bir yangın ertesi bu kısık ve zoruna gülüşler, gecenin arda kalan beklentisiz nefes almaları bunlar, kayıplıklarda kalan tüm nefeslerimi yapıştırdığımın yokluğu bu, yarınsız bir umut bu, sevdaya dahil, bir boşluk bu yokluklarda nefes almalar, bir sen yokluğu bu sevgili azap köprüsündeki geçmelere yapışan, yarınlar bir umuttu sevgili, yarınlar kesik bir gülme resmiydi daim hatırlanacak, bir sen vardın hiç unutulmayacak ama hayat hep yokluklarda dolananlarla dolu ki bir yolcu da ben olmuşum farkında değilim...
Eminim ki her başlangıç sondan bir o kadar da zaman yok eder, bazen her adım atış sonları özletircesine uzağa atar insanı, gün gelir özledikçe özlersin son dediğin beklentiyi, çoğu zaman da bezginlik başlar o an zamanlarında, sorgularsın kendini nereye uzayacak bu dar düşünceleri genişletmek için verdiğin emek diye, çoğu zaman da bir uğraşın peşinden koşmaya hep özen gösterirsin ve aldığın hazla, yüreğinin çıplak yerini tanırsın, aslında verdiğin emek sevgiye verdiğin emektir, çoğu zaman bu emekle yorgun düşersin, çoğu zaman da haz duyarsın ama en çok üzüldüğün sebeple yıkılırsın, işte o an değmeyenlere verdiğin değerler yüzünden yığılır kalırsın, yakınlar hep değmeyenlerle doludur çünkü...
Ve hâlâ değmeyenler hep sağımızda durur ki artık vakit çok geçtir...
Bir gün, elbet bir gün sus olacak kalemlerimiz, işte o gün tüm sorduğum sorulara sen cevap vereceksin eminim o sesin, o özlediğim sesin dolacak ciğerlerime aldığım nefes ile, işte o sen nefesi olacak iç huzuru veren bana...
Yani tüm yazımlar bittiğinde sen yanımda olunca tüm yaşamı senin suskunluğun anlatacak bana gözlerinle...
İşte sonsuz sevgi denenleri yaşadık biz...
Bazen düşünüyorum da neden haklı olanların çilesi bitmez, neden oyun kurucular hep mutluluk gülüşleri ile dolaşarak caka satarlar hayata, ömürleri hep mutlulukla mı geçecek, ya diğerleri, hep köşe kapmaca mı oynayacak hayatları ile tüm çilelerin girdaplarında savruluşlarını hak etmek için nerelerdeydi yanlışları, bir benlik savaşımı bu olsa gerek, sadece ömrün varlığına kadar sürecek bir savaşım bu ki sonucu düşünme hakkı bile olmayan, işte hayat der geçtiğimiz birçok zamanın yaşamdaki kestirmesi bu cümle olsa gerek...
Belki bir yaşam, belki de bir yaşam zamanı daha gerekliydi bu acı savruluşlarından çıkmak için...
Aslında tüm kanayan yaraların tek gerçeği vardı, onların hepsi aslında eski birer hikâyedeydiler, sonra tekleşerek yok oldular, ama hepsinin sarsıntıları kaldı tek tek...
Ben hâlâ yorgunum ve hâlâ küskünüm bu sen yoksunluklarındaki hayata...
Her gece sonrası günün sabahı, gece korkularını bastırır içime, hep düşlerim son zamanların sevgisi dediğim canımı…
Hayatımı perçinlediğim bir yüzdü aslında, sonrası hüzün olmasaydı, hep özleyecektim onu, oysa şimdi o da karıştı boş verdiklerimin arasına, hayat bu değil mi zaten sil baştan yaşa ve yeniden yaşamı öğren, kaç kez daha sürecek bu düşlenmelerim, kaç kez daha soyutlayacağım yaşamı tüm hüzünlerden?
Mustafa yılmaz