- 862 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sığın Gerçeğin Limanlarına
Toprağını terk edemeyen gamlı bir çiçeksin, gözlerinde sevginin gölgesi
Koca bir sevgiyi içinde taşıyan küresin, yüreğin en soylu acıların adresi
Tükense de bu gönül seni sevmekten, sular altında kalsa aşkın şehirleri
Varlığının medeniyetlerinde mutluyum, kılıçtan geçirseler de sevgileri.
Sana klonlanmış bir yürek bırakacağım günün birinde, sıkılı dişlerimin örsünde sana dövülen bir hançerin üzerinde ismimi ararken sen. Ben uzak ülkelerin gür ormanlarında bir gülfidanının altında uyuyor olacağım. Masallar getireceksin kollarında yine, anlatmaya korktuğun, söylemeleri yüreğine okuttuğun başka günlüklerle kapanacaksın toprağıma. Yüzündeki ölümsüz gülüşleri, parmağındaki asil gerçeği dallarıma asarak geri döneceksin ve seni neden sevdiğimi asla bilemeyeceksin.
Her sununun peşinden mutluluğa sürüklendikçe biz, anlık heveslerin uçuşan etekleriyle kilometreleri tüketiriz. Yankının beni arayıp bulacağını bilsem yar, en yüksek tepelerde seni beklerdim. Ruhumun penceresinden seni gözlerken ve ömrümün her sunusunda tükenen günleriyle dünleri değil, bugünleri yaşatmak isterdim. Sen ruhunun kelepçelerini kırmışken, göğsünü baharlara açmışken benim küskün gemilerimden yaşam suyunu esirgeme gül bakışlım.
Karıncalar geçiyor seni düşlediğim ve seni izlediğim boz topraklardan. Sınırları olmayan yaşam rotalarından kazasız geçerek yine sana döndüm karıncalar gibi yüzümü yar. Kuşların konserleriyle, özlemin nisan gülleriyle açtım gönül dolusu sözlerimi. Kabuklaşmış yaralarımla, ruhumu saran sancılarımla yine sana yolluyorum gönül çağrılarımı. Aç artık yaşam kapılarını, bitir seni kabuğuna sokan yangınlarını ve bahara aç gamzeli yanaklarının düş saraylarının aşk dövmeli surlarını.
Kırılıp kırılıp yeniden kendi içinde kaynayan yüreğimizin duvarlarına yeni mevsimlerin güneşi yansıyor sevdalım. Gagasıyla yuvasını örüyor bir kuş, kanatlarını yele vermiş, çığlıklarıyla yarıyor boşluğu, bir şarkı gibi inceden. Çatlamış toprak ısıyı emiyor, gönül yaraları yenilenirken. Sınırsız bekleyişlerin yamacında bir yalnızlık dumanını özlüyor adam, yine kavuşmasız geçecek düşlerin ve kavuşmasız geçecek sarılışların rahminde için için tükenirken. Her bahar başka yansısa da düşlerin rengi, kuluçkalara yatırılmış bir yürekle ben ölümsüz sarılışları düşler iken.
Karşılığını sevgiyle ödediğimiz hayali sarılışların odalarına kapanınca biz, saatlerin bize getirdiği gerçeği gözlerimizdeki yaşa ekleriz. Kendi dalgasıyla savrulan yaşanmışlıkların çürük dallarını yeşertmez baharlar. Saklılardaki gerçeğimizi itirafa duramadığımız kahır yalpalarıyla geçerken ömrümüz. Söz küser çocuklar gibi geceye, yokuşlu engeller seçerek ve sevdanın zorlu patikalarından geçerek dermanımızı sınarız biz. Bir gönül hikâyesiyle yılları süzerek, posasını vedaya ayırdığımız sarılışlara dalar gözümüz, aşk bekletir yüreği, kimi uykulara değer göğsümüzdeki dinmeyen ağrımız.
Kalabalık bir şehrin içinden geçerek sana gelen bir yansımanın yumruğuyla açardın aşkın ve bekleyişin kapılarını. Yanıklarla olgunlaşmış bir günün isyanlarına aldırmayarak kapatırdın yaşam perdelerini suratıma. Kendini sana sürükleyen ırmaklara geçerdi sözüm de, kendimi sende tutan yıllara geçmezdi. Yar sözlerine dalardı aklım ve bir geri dönüş tufanına kapılarak tekrar kendime, yapayalnızlığıma akardım. Güneş batardı gözlerinde, battıkça ben ağlardım.
Yoklukla yağmalanmış yitik günlerin damarlarını örtünce unuttuğumuz dünler, yanılsamalı yangınlar yanar içimizin ocaklarında. Her sarılış az sonranın sarsıntısı olmayacaksa neye yarar sevdanın günlüğüne atılan kahırlı çizikler. Dargın geçen saatler turunu yatağa atınca ve aşk kollarımızdaki yangına ağınca darmadağınık bir yatağa düşer aşk. Sıkışır yürek ve çekilir tutkuyla kürek, çözülür düğme yar, bozulur mertlik, dumanıyla birlikte patlar o tüfek.
En duru akışların yönsüz savruluşlarıyla saklanırdık yaşadıklarımızın karanlık odalarına. Bir önceki gecenin sorgusu tamlanmadan yeni yaşanmışlıkların kirli bezlerini atardık çöplere. Sular dökerdik bedenimize, damla gözlerimizdeki yaşı silemezdi, yorgun düşünüşlerin masasını kurardık sonra, dudağımızdaki yarım gülüşlerin tadına aklımız düşerdi. Arsız tenlerimizi dinlenceye bırakırdık. Aşk eşikte titreyerek birbirine akacağı o bilinmez anı beklerdi.
Biçimlendiremediğimiz bir hayat resmini avuçlarımızda izlerken yamalı gemiler yüzer aşkın denizlerinde. Zorlu yolculukların yasaklanmış rutubetli kamaralarını tuzlar basar ve her aşk yangınla büyüyerek gönlün kuru dallarına ağar. Yorgun tayfaların gözlerine doğar önce güneş, ardından kürekte dinlenir rüzgârın göğsünden içimize sokulan hüzün denilen eş. Acının günlüğüne damla düşer ve işte o an kıymıklarla dalgalı denizlerimizden ürperir yaman dertleri göğsüne bastıran güneş.
Kendini süzerek yol arayan ırmakların kaygan ilerleyişlerinde güneş sarar buzun tortusunu. Işıkları kesen dallar gibi ten yatağa düşünce bakmak isterim acılarını süzen gözlerine. Yarım kalan her yanıt bir yaşanmışlık balası gibi titrerken göğsümde, sen ışıkları tenini gösteren bir odanın pembe döşeklerine gözyaşını sürersin. Yokluğunun saatleri akşama vururken, ruhumu biçen suskunluklarınla hep özlemim olurdun.
Karalarla çevrelenen düşünüşlerin erken hasatlarına korkarak bakarken, yaman bir zemheriyle kapanır kapılarımız. Aynı kürenin içinde ve aynı seslerin keskinliğiyle bilenir sözlerimiz. Ne kadar sarılsak, ne çok birbirimize aksak doyumsuz yaşam tabaklarını doldurmaya yetmez göz açlığımız. Aşina sözlerimizin duvarları içlidir gülüm, sarılışlarımız olmadan dolmaz gönlümüzdeki boşluğumuz. Sen diledikçe, gerçeğinin kollarında yenibaharlar gördükçe, benim ruhumdaki bekleyişleri kapatamaz birbirimize gürül gürül akışımız.
Selahattin Yetgin