KUTSAL TOPRAKLARDA İNSAN
m_meyra
Dünya yaratıldığından beri, insanlar her daim bir şeylere inanmaya ve inandıklarını yüksek mertebelere taşımaya, yüceltmeye, ulaşılmaz kılmaya çalışmaktadır. Duyularıyla gözlemleyip kalbiyle tasdik eden insan, inandıklarını kutsallaştırarak abideleştirme eğilimini sıklıkla uygulamıştır. Taşa, toprağa, ay’a, deniz’e, ölü’ye, canlıya, zamana ve mekâna adanmışlık sağlam kılavuzu bulunmayan insanları rahatlatır huzur buldurur.
Kutsal nedir? Kutsalın insan hayatına etkileri nelerdir? Yaratılmışlığın gereği olarak çevredeki her şeyi kutsallaştırmak zorunda mıdır insanlar? Yoksa bir şeyleri eksik gören duyularla büyütüp, yere göğe sığdıramamakta mıdır tüm sorun? Ya da Allahın bir emri miydi bir yerlere bir şeyleri kutsal saymak?
Dinlerde kutsal sayılan yerlerin aslında fiziki görünüm bakımından diğer mekânlardan pek bir farkı yoktur. Buralarda ilahi emirlerin daha yoğun hissedildiği ve bu emirleri uygulama arzusunun kendisini daha etkin bir şekilde gösterdiği gerçeği yadsınamaz. İnsanlar kutsal mekânlarda kendini diğer yerlerdekinden daha güvende ve daha huzurlu hisseder. Bu düşünce örüntüsü böyle mekânları diğer yerlerden farklı kılmakta ve kutsallaştırmaktadır.
Kutsal sayılan ve inanılan her ne ise düşünceyi, kalbi, insanın özünü kısaca bütün yaşamı kuşatan, yönlendiren de odur.
Kutsal sahalar, bir toplumun inançlarının merkezi olan, insan yaşamını şekillendirmekte etkin rol oynayan mekânlardır. Çünkü kutsal yerler ilahi âlemle dünyevi âlemin kesiştiği, Tanrı ile insanın bir nevi buluştuğu ve kişinin kendisini ilahi huzurda hissettiği bir ruh ve düşünce iklimine sahiptir.
Yaratılan ve akli melekelerini kullanan her insanın bir şeye inanma isteği Hz. Âdem’den bu yana devam etmektedir. İnanma isteği farklı dinler ve farklı inanç sistemlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bir varlığa inanmanın en güzel örneklerinden biri kuşkusuz ki Hz. İbrahim’in kendini yaratanı arama denemesidir.
Tarih boyunca peygamberlerin yaşadıkları yerler kendilerine inanan insanlar tarafından merakla ve heyecanla takip edilmektedir. İnanan insan inandığı, değer biçtiği yerleri görme isteği ile oralara ulaşmak için her türlü fedakârlığı yapmaktadır.
Peygamberimiz Hz Muhammed (sav )’in hayatının geçtiği ve insanlara hak dini anlattığı şehirler Kuran’da dikkat çekilen mekânlardandır.
Kutsal sayılan mekânlar, peygamberlerin ve onlara inanıp yolundan giden İlahi Vahye teslim olan müminlerle, vahye karşı çıkan, inanmayan, zulme öncülük eden toplulukların çekişmelerini, mücadelelerini hatırlatırlar. Ayrıca bunlar ruhları İslam’ı özümsemiş insanların Hak yolunda gösterdikleri yüce sabrı, kararlılığı, fedakârlığı, samimiyeti, arifliği anımsatırlar. Bu özellikleriyle kutsal mekânlar, iman edenlerin heyecan ve şevklerinin artmasına vesile olur.
İnananlar söz konusu topraklara ve mekânlara bu nedenle bağlılık duyar, Hz peygamberin kıymetli hatıralarını taşıyan bu toprakları tanımak isterler.
Allah’u Teâlâ Kuran-ı Kerimde bu kutsal yerleri şöyle bildirmektedir:
MEKKE:
Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev,Beke (Mekke)de,o,kutlu ve bütün insanlar(alemler)için hidayet olan (Kâbe)dir.(Ali- İmran suersi96)
KÂBE:
Allah, Beyt-i Haram(olan)Kâbe’yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi)kıldı; Haram Ay’ı, kurbanı ve boyunlarındaki gerdanlıkları da; bu, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah’ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.(Maide suresi 9)
Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik’i tavaf etsinler.(Hacc suresi 29)
Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescide-i Haram yönünü çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.(Bakara suresi 149)
SAFA-MERVE:
Şüphesiz,’Safa’ ile ‘Merve’ Allah’ın işretlerindendir. Böylece kim Evi (Kâbe’yi)hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur. Kim de gönülden bir hayır yaparsa (karşılığını alır).Şüphesiz Allah, şükrün karşılığını verendir, bilendir.(Bakara suresi 158)
MEDİNE:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi)hazırlayıp imanı (gönüllerine)yerleştirenler ise hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu)duymazlar. Kendilerine bir açıklık (ihtiyaç)olsa bile(kardeşlerini)öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’korunmuşsa, işte onlar, felah kurtuluş bulanlardır.(Haşr suresi 9)
Ve şu ayetlerde: (Meryem suresi 52)(Bakara suresi 93)(Tur suresi 1)(Kasas suresi 23-24)(Taha suresi 12)(Nazi’at suresi 16)(İsra suresi 1)
Kutsal yerler bildirilmiştir.
Tüm bu ayetlerde İslam dinin kutsal saydığı yerler ifade edilmektedir.
İslam dinine mensup olan her insanın görmek istediği eşsiz yerlerdir buralar. Bu mekânlar içerisinde kuşkusuz ki en çok ilgi ve özlem duyulan mekânlar Mekke ve Medine’dir. Kabe’ye kavuşmak, peygamberi selamlamak her mümin kulun en üstün isteklerinin başında gelir.Yılın on iki ayı misafirlerini ağırlamaktadır bu kutsal beldeler… . İnanan insanın hayat mücadelesi içerisinde nadide bir yere sahip olan, kişide en radikal değişikliği gerçekleştirme potansiyelini özünde barındıran mekânlardır buralar. Müminlerin kendi iç evrenine ve iç evreninin en ender köşesi olan sadır(gönül)dünyasının kendisine tahsis ettiği bir köşe vardır. Bu köşe, kişinin yaratıcısına kavuşmayı simgeleyen psiko-sosyal arzular, alakalarla Hak ve hakikati kavramak ve anlamlandırmak hususunda istisnaî bir öneme sahiptir.
Din, insanı şad kılabilmek için yine insanın kendisine ödev ve sorumluluklar yükler. Kişiye yüklediği bu sorumluluklar; Nas’ın yaratılış amacını gerçekleştirmesine, onun kendisiyle, toplumla ve yaratıcısıyla barışık olarak yaşamasına, doğuştan var olan yeteneklerini biçimlendirmesine, dimağını ve hür iradesini kullanarak iyi insan olmasına ve yararlı işler yapmasına insanın insanla olan birliğine, sadakatine, şefkatine, geniş gönüllülüğüne, saadetine katkıda bulunur.
Seyyid Kutup ihlâs suresinin tefsirini yaparken Kur’an’ın, dinin iç dünyamız ve beşeri dünyamızda ne kadar yer alması gerektiğini şöyle ifade eder:
"De ki: O Allah birdir." Hz. Peygambere açıklamasını emrettiği birlik, evet işte bu birlik gönül ve vicdana yerleşen bir inanç sistemi, varlığın bir yorumu ve hayatın bir programıdır.
Bireyin hem ferdi hem de toplumsal yönünü kuşatan din, insanlara bir yaşam tarzı sunarak onları bireysel olarak şekillendirdiği gibi aynı yaşam tarzı içerisinde toplumsal rollerine de dikkat çekerek nasıl davranmaları gerektiği konusunda bilgiler verir.
Din, adına ibadet denilen emir ve yasakları kanun olarak sunar. Yaşayan insanın psikolojik açıdan kendisini rahat, huzurlu ve mutlu hissetmesi için imkân tanır. İnsan ibadetleri yerine getirdiği oranda mutlu, gereğini yapmadığı zamanda mutsuz olur. Çünkü din helal –haram, günah-sevap, ceza ve mükâfatı bir arada barındırır. Bizler inandığımız, adına din dediğimiz bu olguya inanır, onunla hayatımızı şekillendirmeye çalışırız. Tüm evreni kapsayan kara taşın üstündeki kara karıncayı bile gören İslam’ın rahmeti ve mağfiretini her an görür ve yaşarız.
Allah’a gönülden yönelme olan ibadet, Onun eşsiz büyüklüğü karşısında insanın güçsüzlüğünü anlama halidir. İbadet, birey ile yaratıcı arasında manevi yakınlaşma sağlar. Belirli vakitlerde Allah’a yönelmek, insanın yaratan ile ilişkisini güçlendirir. İbadetler, Allah’ın rızasını kazanmak için yapılır. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde bu gerçek dile getirilmiştir.
Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz.. Fatiha suresi 4.ayet Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!). (Fatiha suresi - 5.ayet).
De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. (Enam suresi 162.ayet)
Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez. (Nisa Suresi 36.ayet)
Biz ta o zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namazgâh edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail’e şöyle ahid verdik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!" (Bakara suresi - 125.ayet)
İbadetler insanın vicdanını yoklamasını ve kendi davranışlarını ölçmeye olanak tanır. Hoş olmayan davranışlardan ve günahlardan kurtulup, güzel ahlak sahibi olmasına fırsat verir. İbadetlerde süreklilik esastır. Allah Kur’an-ı Kerim’de, “... Ölüm gelip çatıncaya kadar Rabb’ine ibadet et.” (Hicr Suresi 99. ayet.) buyurmaktadır.
Kişi ibadet etmekle, dış dünyanın karmaşıklığından, modern yaşamın temposundan uzaklaşır, kendiyle baş başa kalır. İbadet eden kişi hayatın yoruculuğundan stresinden, ruhunda oluşan keşmekeşlerden kurtulur. Huzuru ve kalben rahatlamayı yaşar. Nitekim Kur’an bu gerçeği şu şekilde dile getirmektedir: “ Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”. (Rad Suresi 28. ayet.).
Yukarıda bahsettiğimiz kutsal yerler, din ve ibadet bu kavramların hepsi birbiriyle ilintili ve ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Kutsal yerlere giderek yapılan ibadetlerin daha makbul ve duaların kabul olma olasılığının yüksekliği hususundaki inanış insanlarda bu mekânlara gitme, görme heyecanını arttırır.
Bu mukaddes yerlerde bulunmak tabii ki ibadet etmeyi de gerektirir. İster hac için, ister umre için veya sadece tavaf yapmak, Kâbe’yi izlemek, mescidi-i Nebevide peygamberin huzurunda bulunmak için gelinsin; yapılan her ne ibadet olursa olsun bizim hayatımıza bir farklılık katmıyor ve bizi değiştirmiyorsa kendimizi kandırmaktan başka bir şey yapmamış oluruz.
Her Müslüman kutsal mekânda duaların kabul ve alınacak sevapların daha çok olduğunu düşünür. Yalnızca bedenen bu topraklarda bulunmanın, fiziki olarak bu toprağa ayak basmanın, üzerinde durmanın insana bir fayda vermeyeceği büyük bir gerçektir. Elbette bunu gözden ırak tutmamak lazımdır.
İnsan, hacca gitmek üzere niyetlenip, sarındığı ihram içerisinde yalan söylüyorsa… Sayısız defa umre, en az iki kere hac ibadetini ifa edip, dostu göründüğü arkadaşını içten içe düşmanlık beslediği halde iletişimini riyakârca devam ettiriyorsa… Bu bizim cemaatten değil deyip kardeşine selam vermiyorsa… İhtiyacı olduğu halde arkadaşının yardımına koşmuyor sadece akıl veriyorsa… Beğendiğin gömleği kardeşine aldırmayıp bir hafta sonra kendisi satın alıp giyiniyorsa… Kendisine güvenip sırlarını paylaşan kimselerin mahremini hemen başkasına aktarıyorsa… Kendisini insanların ağzından çıkan sözleri gırtlaklarına tıkmak için ayarlamışsa… Hayatını birilerine hava atmak için adamışsa… Gecenin bir yarısında Kâbe’den dönüp, kasıtlı olarak kapıları çarparak uyuyan komşularının bebeklerini ve yaşlılarını uyandırıyorsa... Komşunun çocuğu ağlarken kapıyı çalıp halini sormak yerine karı-koca kapıyı büyük bir hazla dinliyorsa…
Kendisini dünyanın merkezinde zannedip ben konuşayım ama yalan konuşayım, yeter ki aman sen desinler diye programlamışsa… Ailesine eziyet etmeye devam ediyorsa, yalan üstüne yalan söylüyor, her kelimesinde iftira kokuyorsa, insanların yüzüne başka arkasından başka davranıyorsa… Normal koşullarda görüşmekten hoşlanmadığı ama menfaatleri için yeri geldiğinde kullanmak adına seninle dostluk kuruyorsa (örneğin hacca gideceği vakte kadar arkadaşım nasıl hac yapacaksın diye sormayan hatta bahsini dahi etmeyen insan hac günü geldiğinde seni arıyor ve sayende Arafat’a çıkmak zorunda kalıyorsa, kendin için istediğin bir iyiliği din kardeşin adına da istemezsen Allah senden alır ona verir ve seni din kardeşine muhtaç eder… ) bir düşünmek lazım değil mi?
Umre’ye gelen ve beş dakika sürecek olan tavafta zaman zaman oluşan sıkışıklığa sabredemeyip “durun lan itmeyin” diye tepki gösteren, hacca geldiğinde Arafat’ı kirlettiğinin farkında olmayıp, vicdanını rahatlatmak için “Araplar pis” diyerek din kardeşine iftira atan, şeytan taşlamaya giden teyze ve amcaların, gerçek şeytana taş attığını zannedip, aslında kendinde bulunan, riya, kibir, gurur, haset, kin, nefret gibi kötü olan huylarına taş atması gerektiğinin farkında bile değilse...
Böyleleri kutsal topraklarda bulunmanın, ayak basmanın önemini ve günahların affolunacağını bilir, fakat onun ruhuna varamaz.
Müslüman toplumlar ve fert için büyük bir değişimin öncüsü olan mukaddes mekânların, sağladığı manevî kazançlar bireyden bireye, toplumdan topluma ve devirden devire farklılık arz eder. Her insan niyetine, iradesine ve yeteneklerine bağlı olarak farklı nasipler elde edebileceği gibi, hiç nasip almadan bu seyahatten dönenlerin bulunması da mümkündür. Çünkü bu ibadetler örüntüsü ilk bakışta şekilleri andıran, gerçekte ise fıtratın eğitimini sağlayan, sosyal hayatı düzenleyen davranışların toplamıdır. Yapılan ibadetler, dualar insanı psikolojik olarak rahatlatır. Huzura kavuşturur. Günahlardan arınmak suçluluk duygusundan kurtulmak, yeni bir sayfa açmak bunların hepsi bu topraklarda bulunmakla elde edilmiyor. Bulunmak yetmiyor, kalbin maksatları ve düşüncenin değişmesi gerekiyor. Yoksa toprağa ayak basmak peygamberin yaşadığı yerleri görmek, onu anlamak ve yaşamak değildir.
Sırtını Kâbe’ye dayayıp günlerce oturmak, o taş duvara sürtünmekle beynin ve kalbin istikameti değişmez. O sadece bir taştır; hedefe ulaşmak için sadece bir araçtır. Kişi yaptığı bir yanlıştan dolayı vicdanında rahatsızlık hissetmiyor, gönül rahatlılığıyla başını yastığa koyuyorsa, durup uzun boylu düşünmelidir. Zira kişinin imanı vicdanıdır. Seyyid Kutup ne demişti: “Vicdana yerleşen bir inanç sistemi” yapılan bir iyilikten dolayı alınacak mükâfat kişiyi heyecanlandırmıyorsa, yaptığı bir yanlıştan dolayı huzursuzluk hissetmiyorsa inanç sistemini bir yoklamalıdır. Ne kadar mümindir; bunu kendine itiraf etmelidir. Allah’ın bu dinde kişiyi nereye koyduğunu ayetlere bakarak bilmelidir.
Ahlak insanın fıtratına yerleşmiş olmalı ki bunu da yaşatabilsin. Kendini Müslüman sayan fakat Müslüman olmayanlardan Allah korusun. Zira kendini mümin zannedenler Allahın yarattığı kullardan seçtikleri efendilerin mahşerde şefaatlerini bekleyerek boşuna avunmaktadırlar. Allah’tan başka şefaatçi yoktur zira. Ameller niyetlere göredir evet ama niyet ibadetle taçlanır vicdanda yer bulup kökleşirse eğer...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.