- 913 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
BEYAZ HUZUR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
BEYAZ HUZUR
Yine o sıradan günlerden biri gibiydi. Yan dairedeki, cicim aylarını çoktan geride bırakmış yine de yeni sayılan evliliklerinde bir gün bile huzuru tadamamış çiftin kurulu alarm gibi aynı saatte başlayan gürültüleriyle açtı gözlerini. Bu çift yan daireye taşındığından beri neredeyse saatini hiç kurmuyordu.
Uyku mahmuru gözlerini tavana sabitledi. Birkaç dakika öylece asılı kaldı bakışları. Hiçbir şey geçmiyordu zihninden, hiçbir şey planlamıyordu. Bomboş gözlerle süt beyazı tavana baktı durdu. Sonra irkilerek kendine geldi. Son zamanlarda tavana bakmayı huy edinir olmuştu. Uyku sersemliğine vererek üzerinde durmadı. Ağır ağır kalkarken yatağından pencere önünde, beyaz duvarlara ortak olmak istercesine lekesiz, beyaz deri kaplı tek kişilik koltuğunun üzerindeki giysilerine takıldı gözleri. Dün akşam eve geldiğinde alelacele çıkartıp koltuğun üzerine fırlatmıştı. Oysa ne kadar düzenli bir adam olduğunu bilmeyen yoktu. Çıkardığı kirli giysilerini asla eşyalarının üzerine koymazdı. Hele böyle olduğu gibi fırlatıp atması görülmüş şey değildi.
Pantolonun paçalarındaki kurumuş çamur lekelerini görünce canı sıkıldı. Hepsini toplayıp banyoda, beyaz üzerinde pembe çiçekli çamaşır sepetinin içine attı. Uykusu açılmamıştı henüz. Kendine gelmesi için bir fincan kahveden çok daha fazlası gerekliydi. Ilık bir duş aldıktan sonra sert bir kahve yaptı kendine. Kapıcı Rasim Efendi abone olduğu gazeteleri getirmekte gecikmedi. “Ne dakik adam.” Diye düşündü.
Beyazın söz sahibi olduğu geniş ve ferah salonunda yine beyaz döşemeli modern koltuklarından birine oturup ayaklarını uzatırken, dökmemek için büyük bir titizlikle hareket ettiği kahve fincanını cam sehpanın üzerine dikkatlice koydu. Ufacık bir lekeye dahi tahammül edemezdi. Kucağında tuttuğu gazetelerden rastgele birini seçtiğinde o gazetenin hayatını alt üst edeceğini nereden bilecekti…
***
Her zaman böyle ulaşılmaz değildi Celal. Sevecendi, sıcaktı, yakındı insanlara. Bir evi yıllar sonra yuva yapmış özlemle beklenen bir çocuktu. Dolayısıyla sürekli etrafını çeviren aşırı güçlü koruma duvarlarıyla dolaşmış, ufak tefek de olsa çocuk haylazlıklarından hep mahrum bırakılmıştı. Cesaretini toplayıp mahalledeki yaşıtlarının karşısına dikildiğinde annesi, bütün o kahramanlık edalarını yıkardı.
Tuttuğunu koparan bir adam olmamıştı hiç. Nazik davranışları çoğu kez kaybetmesine sebep olsa da bu davranışından vazgeçemiyordu. Hayatta aşkı tattığı ilk kadın ise ondan çabuk vazgeçmişti. Terk edilişinin ardından büyük bir sarsıntı yaşayan Celal, içinde biriktirdiği bütün öfkesini kustu ve bir anda bambaşka bir adam oluverdi. Sonrası bu işte. Kontrol edilemez öfke nöbetleri, terapiler, sakinleştirici ilaçlar ve yalnızlık..
İyileşmesi için çözüm yolları arayan arkadaşlarından birinin ısrarına daha fazla dayanamayarak bir avcılık kulübüne üye oldu. Amaç; sakin bir ormanda sağa sola ateş ederek rahatlamak, ödül olarak da vurulan av hayvanlarını afiyetle yemekti. Eline tüfeği, silahı aldığı zaman gerginliğinin biraz olsun azaldığını hissediyordu fakat yine de avcılık ona göre değildi. Masum hayvanların insani zevkler uğruna öldürülmesine karşıydı. Av başladığında olmadık yerlere ateş edip hayvanları kaçırdığı için kimse onunla ava çıkmak istemiyordu.
***
Dün sabah her zamankinden erken uyandı. Giyinip kahvaltı yapmadan çıktı evden. Israrla avcılığın ona göre olduğunu söyleyen çocukluk arkadaşı Tekin ile kulüpte buluşacaktı. “Tatil sabahı sıcacık yatağımda keyif yapmalıydım” diye içinden geçirirken ardı arkası kesilmeyen esnemelerini bastırmaya çalıştı. Kulüp gözden sesten uzak çok geniş bir ormanlık alanda yüksekçe bir yamacın altındaydı. Ulaşım, yamaç üzerine yaptırılmış merdivenlerle sağlanıyordu. Buluşma saatinden oldukça erken gelmişti. Etrafta hiç araç görünmüyordu. Tekin’in kulübe daha uzak olan güney girişinden gelebileceği ihtimaliyle merdivenlerden inmeye başladı. Her iki yanı da çalılarla çevrilmiş patika yoldan geçerken sabaha karşı yağan yağmur toprağı yumuşatmış, yürüdükçe paçalarını çamura buluyordu.
Yağmur sonrası taze toprak kokusunu içine çektiği sırada bir gürültü duydu. Gitmemesini söyleyen içgüdülerini dinlemeyerek merakının izini takip etti. İri bir çam ağacının gövdesini kendine siper ederken olanları izlemeye başladı. Kulüpten yüz metre uzaklıkta tehlikeli oldukları her hallerinden belli olan birkaç adam başkan yardımcısı Halil Bey’i çuval gibi yere fırlattı.
Celal adamların ne konuştuklarını tam olarak anlamıyordu ama şüphesiz dilleri de hareketleri gibi sert olmalıydı. İçlerinden en iri yarı olanı bağırarak hızını alamamış olacak ki yerde kurbanlık koyun gibi yatan Halil Bey’i var gücüyle tekmelemeye başladı.
Panikle korku arasında gidip gelen Celal, ne yapacağını bilemedi. Polise haber verse adamlarla başı belaya girebilirdi. Öte yandan yalnız bir adamın ormanlık alanda birkaç adam tarafından sıkıştırılmasını da doğru bulmuyordu. “Bu adamlarla başım belaya girsin istemiyorum. Neden biraz daha uyumadım? Niye bu kadar erken geldim ki? Zaten öyle çok sevdiğim bir yer de değil. Ah! Tekin’in hatırı olmasa…
Yerde acıdan kıvrana kıvrana yalvaran başkan yardımcısına baktı. Daha bir iki gün önce tartıştıklarında aslan gibi kükrüyordu. Sahi neden tartışmışlardı? Kulüp aidatını bu ay biraz geciktirmişti. Onun için miydi? Hayır hayır.. Aidat yüzünden değil. Kulübe üye olduğu günden beri yıldızları hiç barışmamıştı. Halil Bey her fırsatta onu Tekin’in hatırı için üyeliğe kabul ettiğini söylüyor ve yalnız yakaladığı her an sıkıştırıp, tehdit ediyordu. Av sahasında gelişi güzel ateş edip hayvanları kaçırdığı için tartışmışlardı. O kükreyişlerin sebebi buydu. “ Avlanmayacaksan iptal edeyim üyeliğini, gelme bir daha!” demişti. Oysa kulübün avcılıktan başka aktiviteleri de vardı. Çoğunlukla orman havasında şehrin gürültüsünden kaçıp zihnini dinlendirmek için geliyordu Celal, av bahaneydi.
O bunları düşünürken, adamlar kendi aralarında ateşli bir münakaşaya tutuştular. Neredeyse dilleri değil yumrukları konuşacaktı. Onlar bağırdıkça Halil Bey yalvarıyor, saatin ilerlemiş olmasına rağmen etrafta onlardan başka kimse görünmüyordu. Cebindeki telefona gidip gelen eli ,kafasından daha kararsızdı. Sırtını ağaca dayadı, nefesini kontrol etmeye çalıştı. Tam polisi arayacaktı ki bir el silah sesi duydu. Artık kontrolden çıkan sadece nefesi değildi. Zangır zangır titreyen bedenini yaşlı çam ağacına yaslarken gözleri, gördüğü dehşet kadar büyümüştü. Kulübün başkan yardımcı Halil Onay kanlar içinde yerde yatıyordu. “Gitmeliyim” diye düşündü. Böyle bir durumda yapması gereken en mantıklı iş kaçmak gibi görünüyordu. İşlenen cinayete tanık olduğunu öğrenirlerse bu adamlar, gözlerini bile kırpmadan onu da öldürürlerdi.
Baştan beri çok yanlış bir yerdeydi Celal. Olanlara aklı ermiyordu. Düşüncesini haklı çıkarmak istercesine yanlış zamanda da telefonu çaldı. Ardı ardına gelen zamanlama hataları hayatına mal olacaktı. Panikle çalan telefonu sustururken adamlardan uzun boylu, sarışın olanın yüzünü gördü. Tanıdık bir yüzdü bu. O keskin hatlar, çıkık elmacık kemikleri ve çenesindeki yara izi.. Onu birkaç kez Halil Bey’in yanında gördüğüne emindi. Adamlar çalan telefonun sahibini aramaya koyulduklarında Celal, yamaca tırmanıp beyaz ara basına binmişti bile.
***
Panik ve korku içinde hızla uzaklaştı oradan. Sık sık arkasını kontrol ederek bütün gücüyle zorladı gaz pedalını. “Hiçbir insan böyle vahşice ölmeyi hak etmez” diye bağırdı ağlamaklı bir sesle. Sonra sakinleşmek ve olanları düşünebilmek için duracağı bir yer aradı. Bu karanlık adamlar onu gördülerse peşine düşmeleri an meselesiydi. Birden ensesinde bir adamın nefesini hissetmiş gibi ürperdi. Dili damağı kurudu. Alnından süzülen ter gözlerini yakıyordu. İyice uzaklaştığına kanaat getirdiğinde yol kenarında bir ağaç altına çekti arabayı. Torpido gözünde acil durumlar için sakladığı kolonyalı mendillerden birini alıp derin derin koklamaya başladı.
Onun için en başından beri bir hataydı bu avcılık kulübü. Bunu bugün çok daha iyi hissediyordu. Bir tatil sabahı her zamanki gibi başlamışken yaşadığı bu kâbus tarifsiz bir patlama yarattı damarlarında. Keskin limon kolonyası genzini yakmaya başladığı zaman nefesi biraz olsun düzene girdi. Hala titreyen dizlerini iradesini göstermek istercesine durdurdu. Dizlerini tüm gücüyle sıkan ellerine baktı bir müddet. Damarları şişmiş, yeşil ve mor karışımı bir renge bürünmüştü. İzlediği bilim kurgu filmlerindeki yaratıkların fazla gelişmiş ellerine benziyordu. Dikiz aynasında boncuk boncuk terleyen alnını gördü. Az önce büyük bir korkuyla kokladığı mendille terini sildi.
Artık daha sakindi. Geçirdiği son bir saati düşünebilmek için daha korunaklı bir yere gitmeliydi. Bu arada kahvaltı yapmadığını hatırladı. Yaşadığı korku dolu anlar midesini alt üst etmiş, boğazında acı bir tat bırakmaya başlamıştı bile. Arabayı tekrar çalıştırıp en beğendiği kahvaltıları büyük bir özenle hazırlayan Ali Usta’nın şehir merkezine gelmeden önceki büyük bahçeli restoranına gitmek için arabasını çalıştırdı.
***
Rengârenk çiçeklerle süslü bu büyük bahçede birkaç tane de meyve ağacı vardı. Hava yağmurlu olduğundan bahçedeki masa ve sandalyeler içeri toplanmış, boşalan alanda bahçenin büyüklüğü daha bir göze çarpar olmuştu. Tanıdık ve kendince güvenli saydığı bu mekânda olmak biraz olsun iyi gelmişti gerilen sinirlerine. Bütün bu olanlardan sonra ene kona kahvaltı yapması beklenemezdi elbette fakat daha mantıklı düşünebilmesi için bir şeyler yemesi şarttı. Mekânın devamlı müşterisi olduğundan dilediği kadar oturma izni vardı. Öfkesinden korkan garsonlar ona alışmış, çağırılmadan yanına gelmiyorlardı. Çayından birkaç yudum aldı, ekmeğin köşesini kemirdi, peynirin de kenarından tırtıkladı sadece.
Derin düşünce âleminde ne kadar kaldığını fark etmemiş olacak ki tahminen öğle yemeklerini yemek için gelen iki adamın şen kahkahalarıyla irkilip kendine geldi. Biri diğerinden daha kısa olan iyi giyinişli bu iki adam, neşe içinden birbirlerine bir şeyler anlatarak masasının yanından geçti. Dost oldukları her hallerinden belliydi. Tam bu sırada aklına Tekin geldi ve panik içinde ceplerinde telefonunu aramaya başladı. Ya o suç mahallinden ayrıldıktan hemen sonra Tekin geldiyse? Halil Bey’in yerde yatan cansız bedenini gören tanığın o olduğunu düşünürlerse? Hiçbir şeyden haberi olmadan buluşma yerine gelen çocukluk arkadaşı Tekin’i de tek kurşunla… Zihnine ok gibi saplanan bu kaygıları yok etmek istercesine “Hayır!” diye bağırdı. Bir anda mekân içinde şaşkın bir sessizlik oldu. Ona bakan gözlere aldırmadan hesabı ödeyip arabasına yöneldi.
Tahmin ettiği gibi telefonu el freninin altındaki kutucuktaydı ve yedi cevapsız araması vardı. Heyecanla kimin aradığını öğrenmek için telefonunun tuş kilidini açmaya çalıştı. Oldum olası ilk seferde açmayı beceremezdi. Tüm öfkesini anlatmak istercesine okkalı bir küfür savurdu elindeki modeli çokta yüksek olmayan telefonuna. Gelen aramaların Tekin’den olduğunu görünce rahat bir nefes aldı. Bu kadar çok aradığına göre olanlardan haberdar olmalıydı. Daha fazla vakit kaybetmeden arkadaşını aradı Celal. Olan biten ne varsa söylemek istiyordu fakat Tekin onun konuşmasına izin vermeden bir solukta anlattı öğrendiklerini. Sonra işini iyi yapan haberci edasıyla “Hemen kulübe gelmelisin, seni bekliyorum” dedi ve telefonu kapattı.
Aklında tasarladığı cümleler askıda kalmış, şaşkın şaşkın etrafına bakan Celal bir yandan da Tekin’in anlattıklarını bizzat şahit olduğu sahnelerle karşılaştırmaya çalışıyordu. Arkadaşının söylediğine göre Halil Bey’in cesedi av sahasının içinde bulunmuş ve ölüm sebebi ilk olarak herhangi bir avcının hedefi muhtemelen tavşan olan hercai kurşunuyla vuruldu olarak gösterilmiş. Olayı duyanların büyük bir çoğunluğu maktulün kaza sonucu öldüğüne inanmış. Böyle bir şey nasıl gerçek olmuş olabilir? Kendi gözleri ile görmüştü Celal. Halil Bey kulüp binasının yüz metre ilerisinde hunharca dövülmüş ve tek kurşunla işi bitirilmişti. Demek oluyor ki adamlar onu arayıp bulamadıktan sonra cesedi av sahasına taşıyıp kaza süsü vermek istemişlerdi. Ne kadar da basit bir plan. Panikle verilmiş acele bir karar” diye söylendi.
Birkaç dakika sabahları uyandığında yaptığı gibi süt beyazı arabasının gri tavan döşemelerine dikti gözlerini. Zihni bulanıktı. “Gördüklerini polise anlatmalısın” diyen sesi kısarcasına müzik çalarının başlatma düğmesine bastı.
Yol boyunca kafasının içindeki sorulara daldı çıktı. Tekin’in yanına geldiğinde kendini kürkçü dükkânına dönmüş tilki gibi hissediyordu ama aldırmadı. “Cinayeti ben işlemedim yalnızca görgü tanığıyım “ diyordu fakat bu düşüncesini seslendirecek cesareti bulamıyordu kendinde. Onu korkutan şeyin ne olduğunu anlamak için zorluyordu beynindeki her bir hücreyi.
Tekin anlatıyor, Celal dinler gibi yapıyordu. Arkadaşının kaza olduğuna inanmış gibi bir hali vardı. Polis her ihtimali değerlendirip bütün kulüp üyelerinin ifadesini aldı. Sıra ona geldiğinde gördüklerini anlatamayacağını anlayıp “İyi adamdı, yazık oldu. Ben o saatte Büyük Bahçe’de Ali Usta’nın restoranındaydım, kahvaltı yapıp Tekin’le buluşmak için kulübe gelecektim” diyiverdi. Ağzından bir kere yalan çıkmıştı ve bu yolun geri dönüşü yoktu.
Polis araştırmasını bitirip gittiğinde akşam olmuş, hava iyice kararmıştı. Bütün gün ceset başında koşuşturmaktan yorgun düşmüş bedenini bir an önce bu kasvetli ortamdan kurtarmak istiyordu. Tekin’den ayrılıp arabasına bindi. Bir rahatsızlık hissediyordu içinde. Yorgunluktan değil, aklındaki sorulardan rahatsızdı. Gördüklerini polise anlatmayarak Halil Bey’in ölümünden en az onu öldürenler kadar sorumluydu artık.
Anahtarı kapının kilidinde ağır ağır döndürdü. Koridoru aydınlatan lambanın suni beyaz ışığı duvarların gölgesini küçültmeye yeterli olmamıştı. Gözlerini birkaç kez ovuşturup girişteki aynada beyaz suretine baktı. Bütün bir günün kâbustan ibaret olmasını dileyen kalbinde hala vicdanının sesi yankılanıyordu. Sağlıklı düşünmeli, emin adımlar atmalıydı. Adamların onu bulma ihtimali bile korku çemberine sıkışmasına yetiyordu. Acele bir hareketle üzerindeki ağırlaşmış kıyafetleri çıkarıp odasındaki koltuğa attı. Duş alacak gücü kendinde bulamadığı için hemen yatağına girip uykunun kollarına teslim oldu.
Sabah yine her zamanki gibi uyandı. Olağan görevlerini sırasıyla yerine getirdi. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Kahvesini hazırladı, gazetelerini alıp beyaz döşemeli koltuğuna oturdu. Rastgele seçtiği gazetede bir gün önce gözlerinin önünde gerçekleşen cinayetin haberi ilk sayfada sürmanşet olarak verilmişti. Celal’i panik içinde yerinden sıçratan detay ise yamaç üzerinde park ettiği arabasının birileri tarafından görülmüş olmasıydı. Ne yapacağını bilemez halde odanın içinde dönüp durdu. Etrafta onlardan başka kimse yokken nasıl olurdu da arabasını gören birilerinin olduğu söylenebilirdi? O halde cinayeti de görmesi gerekmez miydi? Ya katiller de bu haberi okuduysa.. arabanın sahibi olduğu anlaşılırsa..
Ansızın çalan zille irkildi. Duyduğu sesler korkusunu tetikler gibi çınlıyordu beyaz duvarlarda. Açmalı mıydı kapıyı? Nereye kadar kaçabilirdi? “Belki de ilgisiz bir konuktur” diyerek kendini rahatlatmaya çalıştı. Sakin görünmeye özen göstererek kapıyı açtı. Rasim Efendi’nin büyümüş gözbebekleriyle karşılaşınca bir an tedirginliğini saklayamayacak gibi oldu. Rasim Efendi hemen arkasında duran adamları işaret ederek “Polisler sizi arıyor” dedi. Daha ne olduğunu anlayamadan polislerle birlikte beyaz salonunun ortasında buldu kendini. Korktuğu başına geldi işte. Cinayetten sorumlu tutuluyordu. Bu yaşına kadar hiçbir suç işlemeden, saygınlığını koruyarak ne çok iş başarmıştı. Oysa şimdi birkaç saat erken uyanmış olmanın bedelini ne olarak ödüyordu. Celal, korkudan soğuk terler dökerken komiser olduğu tavırlarından belli olan orta yaşlı polis, Halil Onay cinayeti sırasında arabasının civarda görülmesinden dolayı şüpheli bulunduğunu ve sorgulanmak üzere polis merkezine götürüleceğini söyledi.
Kendi evinde bir köleydi artık o ve efendi olan polis memurlarına itaat etmekten başka şansı yoktu. Kararını verdi Celal. Gördüğü her şeyi tüm ayrıntısına kadar anlatacaktı. “Neden yanlış ifade verdin?” diye sorduklarında da “Korktum” diyecekti. Onlar merkezin yolunu tutarken arkada kalan bir iki polis memuru delil toplamak için evi aramaya başladı.
***
Harun baş komiser için yorucu bir gün olmuştu. Cinayet masasında çalışıyor olmanın ruhuna yüklediği ağırlık yetmezmiş gibi günün koşuşturmacası da yorgunluğuna eklenince şakaklarındaki beyazların anlamı daha bir ortaya çıkıyordu. Uzun bir sorgudan sonra odasına geçti ve kapıyı kapattı. Masasının üzerindeki dağınıklığa bakarken umutsuzluğa kapıldığını hissetti. İçeride ağlayan adamın katil olmadığına inanmakla inanmamak arasında gidip geliyordu. Bir bakışta katilin kim olduğunu anlayabilecek kadar tecrübe edinmişti bu meslekte fakat Celal karşısında anlam veremediği bir karmaşa hissediyordu kendinde. Derin bir nefes alarak sandalyesine oturdu. Şimdi karşısında görmeye alışık olduğu kara dosyalardan farklı olarak beyaz kaplı orta kalınlıkta bir defter duruyordu. Bu defter cinayet sanığı olarak tutuklanan Celal’in evinde bulunmuş ve işe yarar düşüncesiyle baş komiserin önüne kadar getirilmişti. Ağırlaşan gözkapaklarını ovuşturduktan sonra yakın gözlüklerini taktı ve okumaya başladı.
***
Yarım saatten fazla depodan bozma kargo dükkânında bekledim. Benden istedikleri bütün işlemleri titizlikle yapmış olmama rağmen bu kadar bekletilmeye çok öfkelendim. Yapılması gereken tek iş bilgisayara adres ve kimlik bilgilerini girmek. Neymiş efendim arıza varmış, biraz bekletecekmiş. Sen onu benim külahıma anlat! Terapi esnasında öğrendiğim nefes egzersizlerini denedim ve içimden saymaya başladım. Sert davranmayacaktım fakat kasada oturan çelimsiz adamın gözlüğünde gördüğüm yansıma beni çileden çıkartmaya yetti. Önümdeki platform göğsümün hizasındaydı ve bilgisayarın monitörü setin arkasında biraz daha aşağıda duran masanın üzerindeydi. Bütün kontrolün elinde olduğunu sanan görevli, bilgisayarda oynadığı oyunun gözlük camlarına yansıdığını akıl edemeyecek kadar aptaldı. Arıza olduğunu söyleyip beni kandırmaya çalışmasına tahammül edemedim. Elimi attığım gibi ensesinin biraz üzerinden saçlarını iyice kavradım. Adamın ne olduğunu anlamasına fırsat vermeden kafasını monitöre vurmaya başladım. Gözlüğü kırılıp masanın üzerine düştü. Alnı yarıldı ve kaşı patladı. Biraz ileri gitmiş olacağım ki burnundan gelen kan klavyeyi kırmızıya boyadı. O bana bırakmam için yalvarırken ben insanları kandırmamasını, işini düzgün yapmasını söylüyordum. Sonunda öfkem dindi adamı bıraktım. Paketimi de koltuğumun altına sıkıştırıp dükkândan ayrıldım.
Bir başka gün…
İnsanın kendi evi gibisi yoktur. Dün gece benim için tam anlamıyla bir kabustu. İş yerinden arkadaşım Adnan beni evine davet etti. Hiç sevmem yabancı bir evde kalmayı ama günlerdir söyleyip duruyordu. Akşam 20:00 gibi buluştuk. Marketten biraz alışveriş yapıp eve gittik. Geç saate kadar gülüp eğlendikten sonra bana salonda yatak kurdu. Evi çok büyük değildi ve bina eski yapılı olduğu için odaların hepsi salona açılıyordu. Adnan çocukluğundan beri kapı kapalıyken uyuyamazmış bu yüzden odasının kapısını ardına kadar açtı. Benimse ilk kez kaldığım bir evde hemen uyuyamamak gibi bir sorunum vardı. Saat biraz ilerleyince Adnan’ın odasından gecemi kabusa çeviren o sesi duydum. Hayır bunun olmaması gerekiyordu. Adnan bu kadar gürültülü horlayamazdı. Elim ayağıma dolaştı. Gidip birkaç defa uyandırmayı denedim olmadı. Dürttüm, ittim yine de sesi kesilmedi. Çok uykum vardı ve bir an önce uyumalıydım. Benim için yapacak tek bir şey kalmıştı. Usulca yanına yaklaştım boşta duran yastığı alıp suratına bastırdım öfkeden deliye dönmüştüm. Hareketleri kesilince rahatladım ve gidip yerime yattım. Hemen uyumuşum. Sabah uyandığımda yatağımı topladım ve evden ayrıldım.
Bir başka gün…
Aylardan sonra ilk randevum tam bir fiyaskoydu. Şermin benim için artık hayal kırıklığı. Oysa aklı başında, alımlı, güzel bir kadındı. Edebiyattan anlar, ağzı iyi laf yapardı. Beni evine yemeğe davet ettiğinde heyecanlandım. Aramızda bir şeylerin olabileceği düşüncesini aklımdan çıkaramıyordum. Yıllar sonra bir kadının sıcaklığını hissetmek ruhuma iyi gelebilirdi. Şermin’den önceki kadınlara karşı böyle bir yakınlık duyduğumu hatırlamıyorum. En güzel takımımı çekip, saçlarımı taradım. Yolda bir demet çiçek aldım ve Şermin’in şehir çıkışına yakın lüks dairesine gittim. Evi çok özenle düzenlenmiş ve eşyaların birbiriyle uyumuna dikkat edilmişti. Biraz sohbetten sonra yemek masasına geçtik. Büyük bir titizlikle hazırlanan masa önce gözlerimi doyurdu. Gümüş şamdanlarda duran iri iki mumun aheste ışıkları altında şarap kadehlerimizi yudumladık. Biraz sonra ilk lokmalarımızı aldık ve gecemi mahveden olay tam o sırada gerçekleşti. Zarafetiyle beni büyüleyen kadın yemek yerken ağzını kapatmıyor ve şapırtılarından neredeyse hiçbir şey duyulmuyordu. Bunu bu kadar zamandır fark etmemiş olduğuma inanamadım. Sabrımı yükseltmeli, sinirlerime hakim olmalıydım. Tahammül edemediğim bir durumdu bu. Bu sese karşı koymak, duymazdan gelmek benim gibi takıntılı bir adam için çok zordu. O zarif kadın gitmiş yerine bir yabani geçmişti. Nefesim daralıyor, kanım damarlarımdan çekiliyordu. Zamanımın yaklaştığını anladım. Toparlanmaya başladım ama boşuna. Sağ elimde tuttuğum çatalı bir hamleyle bu yabani kadının bacağına saplayıverdim. Yetmedi oradan çıkartıp diğer bacağına sapladım. Acıdan kıvranıyor bana yalvarıyordu. Krem eteği kana bulandı. Benim ceketime de biraz kan sıçramıştı. Artık orada durmama imkan yoktu. Gözgü kurallarını öğrenmesini öğütleyip evden ayrıldım.
***
Harun Baş komiser okuduklarına daha fazla dayanamayarak defteri kapatıp çekmeceye koydu. Karşısındaki nasıl bir psikopattı böyle? Eğer defterde yazılanlar doğruysa Halil Bey’i katledenin o olduğu söylenebilirdi. Emrindeki birkaç komiserden defterde yazılanların doğruluğunu araştırmalarını istedi. Kafasındaki bin bir soruyla cani olduğunu düşündüğü adamı yeniden sorgu odasına aldı.
Celal, korkudan bembeyaz kesilmiş yüzünü karşısında buz gibi duran baş komisere döndürdü ve ağlamaklı bir sesle defalarca cinayet işlemediğini söyledi. Kısa bir sessizlikten sonra Harun Baş komiser ona kargocu çocuğu, iş arkadaşını ve flört ettiği kadını sordu. Bir an için afalladı Celal. Kaç gündür öyle kötü şeyler yaşıyordu ki defterine yazdığı senaryolar aklına gelmedi. Neyle itham ediliyordu? Halil Bey’den başka kimler ölmüştü de pislikleri onun üzerine sıçrıyordu? Bunu yapanı bulmalı ve en kısa sürede ortaya çıkarmalıydı. Nasıl olsa delil yetersizliğinden serbest bırakılacaktı…
***
Son üç gündür yaşadığı yoğun tempoya dayanamayan bedenini bembeyaz çarşaflı yumuşak yatağına bırakıverdi. Uyandığında saat oldukça geçti ve ilk adımı atması için sabahı beklemesi gerekliydi.
Günün ilk ışıklarında yamaç üzerinde görülen şu meşhur beyaz arabasına binerek kulübün yolunu tuttu. İçinde bir yerlerde bu günü bekliyormuş gibi sürgün veren cesaret tohumları damarlarından taşmaya başladı. Artık korkmuyordu. Bu sabah kapıcı Rasim Efendi bile selam vermemişti. Katil gözüyle bakıyordu insanlar ona.
Arabada yol boyunca attığı süper kahraman edaları kulübe gelince söndü ama kararından dönmeye niyetli değildi. Birkaç kişiden cinayetle ilgili bildiklerini öğrendi, kimisine de Halil Bey’in kulüp dışındaki ilişkilerini sordu. Kendince bir tahkikat başlatmıştı fakat kimse ona bilmediği ilginç bir şey söylemiyordu.
Biraz yorgun biraz da umutsuzca lobideki büyük üye tablosuna baktı. Kulübe üye olan herkesin hiyerarşik sıraya göre fotoğraflarının olduğu bir panoydu bu ve gözleri aniden asil üyelerden birinin üzerinde kilitleniverdi. İşte üç gün önce gördüğü o tanıdık yüz, keskin hatlar, çıkık elmacık kemikleri, çenesindeki yara izi… Fotoğrafın altında İhsan Çaldıran yazıyordu. Halil Bey’i öldürenlerin arasındaydı. Hemen oturduğu yerden fırladı ve İhsan hakkında bilgi toplamaya başladı.
Kara kuvvetlerinden disiplinsiz davranışları ve psikolojik rahatsızlıklardan dolayı uzaklaştırılmış eski bir asker. Çenesindeki yara izinden vücudunun hemen her yerinde var. Karısı tarafından terk edilmiş ve çocuğu yok. Bunlar gibi birçok bilgi öğrenmiş fakat elle tutulur bir şey söyletememişti. Bu adamla Halil Bey arasındaki bağlantıyı çözebilirse cinayeti de çözmüş olurdu. İhsan’ı nereden bulmalı ve ondan nasıl korunmalıydı. Adamın sabit bir adresi yoktu ve yeterli kanıtı da olmadığı için onu bulduğunda cinayetle suçlayamazdı.
Celal bu düşüncelere iyice daldığı sırada omzunda bir el hissetti. Yavaşça dönüp baktığında dehşetle yuvalarından fırlayan gözleri, o an görmeyi istediği en son gözlerle karşılaştı.
Öylesine ağırlaşan bir zamandı ki, ağaçlar yapraklarını durdurmuş, kuşlar cıvıltılarını susturmuş, bütün bir orman sükûnete bürünmüş onları dinliyordu. Güneş sönüp gözlerine karanlık perdeler çekildiğinde Celal, “İhsan..” diyebildi sadece…
***
Kendine geldiğinde ufacık bir odadaydı. Tavan ile duvarın kesiştiği noktada havalandırma deliğinden ve orta ölçülerde bir adamın bile sıkıntıyla geçebileceği kadar dar bir kapıdan başka özelliği olmayan bu odanın duvarları, katrana dönmüş pislik tabakası ve kan kokusuyla doluydu.
Başına aldığı darbeyle ne kadar baygın kaldığının farkında değildi. Gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışırken kapı açıldı ve içeriye beyaz bir ışık süzüldü.
İhsan adımlarını Celal’in etrafında döndürüyor, “Beni neden arıyordun?” diye bağırıyordu. Sigara ve alkolün ses tellerinde bıraktığı hasar hissedilir derecedeydi. Birden saçlarına asıldı ve başını ileri geri hareket ettirmeye başladı. Celal bırakması için yalvardıkça darbeler sertleşiyor, duvarlara daha çok kan sıçrıyordu. Uzunca bir süre hırpalanmaktan baygın düştü ve olduğu yere yığılıverdi. Ne zaman sonra uyandığında kapının açık bırakıldığını fark etti ve geriye kalan son gücüyle dışarıya çıktı. Baş komiser Harun ‘a ulaşmalıydı. Polisten başka kimse yardımcı olamazdı ona.
Binadan ayrıldığında eski bir fabrikanın bahçesinde buldu kendini. Etrafında moloz yığınları, cam kırıkları, hurdaya çıkmış makineler ve harabe binalar vardı. İzlediği bir gerilim filminde buraya benzer bir dekor hatırlıyordu fakat yaşadıkları film olamayacak kadar gerçekti.
Tedirgin hatta korkar adımlarla ilerlemeye başladığı sırada fabrikanın girişi olduğunu tahmin ettiği taraftan bazı sesler duydu. İyice kulak verdiğinde seslerden birini tanıdı. Şimdi kendini korkusuzca gelen adamlara doğru sürüklüyor, kurtulduğuna şükürler ediyordu.
Baş komiser Harun gittikçe yaklaşan kanlar içindeki Celal’i görünce büyük bir paniğe kapıldı ve hızla üzerine atıldı. Düşmek üzereyken onu tuttu ve takip ettiğini başının belada olduğunu görünce de takviye kuvvet istediğini söyledi bir çırpıda. Celal’in içi rahatlamış görünüyordu. Baş komiser güven veren bir sesle ”Seni arabaya götürelim. Hastaneye gitmelisin” dedi ve yanındaki iki adamıyla birlikte arabaların olduğu yöne doğru yürüdüler.
Yaklaşık elli metre sonra Celal’i omuzlarından tutup harabe olmuş bir binanın içine atıverdiler. Neler olduğuna anlam veremeden etrafına bakan Celal bir anda İhsan’ı gördü. Düşlediği beyaz huzura yeniden kavuşması tepesine üşüşen akbabaların elindeydi artık. Bu adamlar birbiri ardına küfürler ediyor, bağırarak konuştukları için de ne söyledikleri anlaşılmıyordu.
“Yanlış kişiyi tutukladınız Komiser Bey, yanınızda duran bu adam katil! Kendi gözlerimle gördüm. O öldürdü.!”
“O zaman dikkatli bakmamışsın Celal. Sen görmek istediğine inanan bir adamsın. Artık rol yapma! Ağabeyimi senin öldürdüğünü biliyorum.”
Celal, Halil Onay ve Baş komiser arasındaki ilişkiyi düşünürken suratında sert bir yumruk hissetti. Sorsalar gözlerinin önünde uçuşan yıldızları gördüğüne yemin edebilirdi. Harun baş komiser Halil Bey’in kardeşiydi ve katili bulmaya ant içmişti.
“Aslında her şey açık” dedi tutsağının karşısına otururken. “ Ağabeyimle aranızda hep bir sürtüşme vardı. Rahmetli her defasında onu sıkıştırdığını ve tehdit ettiğini söylerdi. Uzunca bir süre seni takip ettim. Fakat elle tutulur bir vukuatını yakalayamadım. Ağabeyimi kurban vermeden önce senin başını ezmeliydim.”
Celal, karşısında oturan komiserin yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu. Neler saçmalıyordu bu adam. Tehditler savuran Halil Bey değil miydi? Başına şiddetli bir ağrı saplandı. Aklı mantığı kabul etmiyordu duyduklarını. Yaşadığı onca şeyin tam tersini anlatıyordu bu polis ve Celal artık neye inanması gerektiğini bilmiyordu.
“Sen!” dedi baş komiser gürleyerek. Sanki bina yerinden oynamış, deprem olmuştu. “Sen görmek istediğine inanan bir adamsın. Sana işin doğrusunu ben anlatayım belki hafızanın canlanmasına yardımcı olur. Ağabeyimle sabahın erken saatlerinde kulüpte karşılaştın. Aranızda yine bir tartışma çıktı ve sen av tüfeğinle onu vurdun. Sonra panikleyip av sahasına taşıdın bilinçli ya da bilinçsiz bu cinayete kaza süsü vermek istedin. Ellerinde hala onun kanı varken tülü türlü işler yaptın. O da yetmedi arkadaşından öğrenmişsin gibi cinayet mahalline geri döndün. Ancak hesaba katmadığın bir şey vardı Celal Sancak! Öldürmediğine öyle çok inandırdın ki kendini hayal ile gerçeği birbirine karıştırdın.
Kafası karmakarışık oldu Celal’in. Nabzı hızlandı, kalbi göğüs kafesine sıkışıp kaldı. Gözlerinin önünde canlanıveren görüntülere inanmak istemedi önce. “Aklım bana oyunlar oynuyor” diye söyleniyordu. İşin gerçeği, asıl kendisi aklıyla oyunlar oynuyordu. Dehşetle örülmüş kareler birbiri ardına hücum ederken hafızasına resmin bütününü görmeye başladı.
İleri geri sözler, boğuşma.. sonra bir iki yumruk yediğini hatırladı ve tek el silah sesi… yerde yatan ceset, panik, ter, korku.. peki ne oldu? Nasıl kabullenemedi öldürdüğünü? Nasıl inandı başkalarının katilliğine?
Gözyaşlarını silerken üzerine baktı. Beyaz gömleğinde kan nasıl da güçlü duruyordu. Korku da vardı bu kızıl lekede, pişmanlıkta… Hayatın beyaz bir sayfa olduğuna inanan bu adam için birini öldürmek o sayfayı kan ve kire boyardı. Oysa her şeyi beyazdı Celal’in. Beyaz doğmuş beyaz ölmek istemişti. Harun baş komiser’in söylediği bir sözü tekrarlıyordu aklında. “Ben görmek istediğime inanan bir adamım” Öyle miyim? Yaşadığım onca şeyi bir yalan üzerine kurmuş olabilir miyim?
Şimdi sahneler aydınlanıyor örttüğü kalın perdeler yavaş yavaş aralanıyordu. İhsan’ın kim olduğunu sormadı. O an karşısındaki varlığından bile şüphe etti üstelik. Diğer iki adamın da yüzünü hiç görmedi. Hala anlamsız bir takım sesler çınlarken kulaklarında ellerindeki kire bir kez daha baktı. Halil Bey’in yalvarışları geldi aklına. Boğazı düğümlendi.
Büyük bir utanç ve azap kelepçesi taktığı kalbini yerinden sökmek istedi. Hatta öldüren bu kirli elleri kesip atmak… bu binadan çıkamayacağını bir daha gün doğumunu göremeyeceğini çok iyi biliyordu. Pişmanlığına sarılarak sarsıla sarsıla ağladı. Sonra bir an, kimsenin beklemediği bir an Harun baş komiserin elindeki silahı kaptı ve kendi başına dayadı. “Benim beyaz sayfam artık kan kırmızısı” dedi ve kimse daha ne olduğunu anlayamadan terk edilmiş fabrikanın duvarlarında tek el silah sesi yankılandı. Gece kuşları uçtu, ayın parlak beyazı hüzünle soluverdi.
***
Ruhu yaşananları gerçek kılarcasına bedenine geri döndüğünde kendine geldi Celal. Her zaman yaptığı gibi beyaz tavana baktı bir müddet. Fakat beyaz olan sadece tavan değildi artık. Sağı solu, altı üstü beyaz döşemelerle kaplanmış küçük bir hücredeydi ve kolları yine beyaz bir gömlekle arkadan bağlanmıştı. Derin bir nefes aldı ve gözlerini beyazın alafına alıştırmaya çalıştı. İçeriye ürkerek giren hasta bakıcıya sevecen bir gülümsemeyle bakıp uysal bir çocuk gibi ağzına verilen beyaz kapsüllü ilacı itaatle yuttu. Ardından kendini beyaz huzura bırakıp zihninde yeni öyküler kurmak için gözlerini yumdu…
Merve ÇAVUŞ