infaza doğru
“Savaş zamanı cepheden firar ettiği için idamına karar verilmiş olup cezasının bu akşam itibariyle saat 17.00’de infazına…” diye devam ediyordu. Salih, kısa süre önce kendisine bildirilen bu idam emrini aldığı sırada karısına mektup yazmaktaydı, ancak idam emri bildirilince mektubunu yırttı ve şu şekilde değiştirdi.
“Sevgilim, iki gözüm, verilen yeni emir üzerine cepheye gidiyoruz. Sana bir daha ne zaman yazarım bilmiyorum. Seni ve oğlumu her zaman seveceğimi bilmeni istiyorum…”
Bir sayfa süren mektubu bitirip nöbetçi askere teslim etti.
Yağmurlu bir öğleden sonra saat beşi gösterdiği vakit bir teğmen komutasındaki idam mangası nezaretinde ağaçlar arasında yürüyordu. Serin rüzgarın estiği ova, yerdeki uzun çalılar ya da ağaçlar tarihin, bulundukları coğrafyanın adını hiç önemsemiyordu ve Salih için de artık bir anlamı yoktu, ne zamanın, ne mekanın…
Başını önünden kaldırınca ağır adım yürüyen ve cebinde bir idam emri taşıyan teğmenin yüzüne dikkatle bakma fırsatını buldu. Hemen arkasında silahlı idam mangasına aldırmadan “Ali Bey?” diyerek fısıldadı.
Teğmen, tanıdık bir isim duymuş gibi arkasına baktı. Ancak soğuk rüzgarın bir oyunu sandığından duymazlıktan gelip yürümeye devam etti.
“Ali Bey, siz misiniz? Benim. Kahyanın oğlu Salih.”
Teğmen, bu kez arkasına döndü ve idam mahkumunun yüzüne dikkatle baktı. Biraz yavaşladı ve mahkumun yanına gelip onunla birlikte yürümeye devam etti.
“Salih, sen misin?” diyerek fısıldadı yanında yürüyen genç delikanlıya.
“Benim Ali Bey, yani komutanım.”
“Ne oldu? Neden yaptın bunu?”
“Karım doğum yapınca görmek istedim. Harp zamanı izin vermediler. Bir delilik anında kaçıverdim. Sonra teslim oldum. Ancak ibret-i alem için idam cezası verdiler.”
“Neden bana gelmedin?”
“Sizin burada olduğunuzu bilmiyordum. Yeni sevk ettiler bizi.”
Teğmen, askerlere durmaları için emir verdi. İdam mangası birkaç adım geride bekliyordu. Teğmen, genç adamın kulağına iyice yaklaşıp fısıldadı.
“Sana kaçman için bir fırsat verebilirim. Ancak yakalanırsan, oracıkta vururlar.”
“İstemem beyim, yani komutanım. Vatana can feda. Bir cahillik ettim. Varsın idamım olsun, eşimi çocuğumu gördüm ya o bana yeter. Hem belki cephede ölecektim. O vakit onları hiç görmeyecektim.”
“Bak Salih, hızlı koşarsan, ırmağı geçene kadar askerleri tutarım. Irmağı geçince bir köy var. Orada bir at bulur, izini kaybettirirsin.”
“Yapamam komutanım. Köye dönersem ne derim? Beni orada aramazlar mı?”
“Oğlum idama gidiyorsun? Şakası yok bu işin!”
“Olsun komutanım. Vatan sağolsun. Ancak tek ricam var.”
“Söyle.”
“Olacaksa sizin elinizden olsun.”
Kısa bir sessizlik oldu. Bir müddet yürüdükten sonra teğmen idam mangasına geride beklemeleri emrini verdi. Matarasını çıkardı ve genç askere uzattı. Komutanın elinden son suyunu içti Salih. Ardından teğmen kendi elleriyle askerin gözünü bağladı. Ulu bir çınarın altına yürüdüler. Cephede patlayan top sesleri gökyüzüne aksediyor, ince yağmur kanlı ovaları yıkıyordu.
Genç askerin karşısına dikildi teğmen. Belinden silahını çıkardı ve askerin kalbine nişan aldı.
“Komutanım?”
“Söyle Salih.”
“Bizim köyü hatırlıyor musun?”
“Hatırlıyorum.” Dedi teğmen. Bunu söylediği an kısa parlama sonrası gökgürültüsüyle birlikte ağaç dalları titredi. Dallardaki yapraklar bu sesten ürkmüş gibi hışırtıyla birbirine sarıldılar.
“Köyün hemen yanında bir dere akardı.”
“Buz gibi suyu vardır. Söğüt dalları dereye değer.” Dedi genç teğmen.
Gülümsedi Salih. “Sizin çiftlik hemen o derenin yanında başlardı, daha çocuktum, ziyarete gelirdim. Atları görmek için…”
“Hatırlıyorum Salih.”
“Annem her defasında börek yapar size gönderirdi.”
“Peynirli su böreği.” Dedi teğmen ve gözleri doldu. Burnuna mis gibi tereyağlı börek kokusu geldi. Karşısındaki genç askerin yanaklarından akan yaşlara karşılık veriyordu teğmen…
Salih, devam etti anlatmaya: “Bir gün yine atları görmek için çiftliğe koşarken börek tepsisini düşürdüm.”
Gülümsedi teğmen. “Evet, seni ağlarken bulmuştum çiftliğin yanında.”
“Evet, komutanım. Böreği ben düşürdüm dediniz sonra…”
“Dedim ya...”
“Komutanım içiniz rahat olsun. Hakkımı helal ediyorum. Hiç korkmuyorum.”
“Helal olsun, Salih. Helal olsun…”
Salih, bildiği duaları okuyordu. Teğmen elindeki silahı tutmakta zorlanırken karşısında çocukluğunu bildiği genci, cebinde ise resmi infaz emrini düşünüyordu. Parmağı hassas tetik üzerinde öylece bekliyordu. Nasıl kıyardı bu genç adama? Onu çocukluğunda tanımış, arkadaşlık etmiş, ona okuma yazma öğretmişti. Şimdiyse karşısında evli ve çocuk sahibi bir delikanlı olarak duruyordu. Tetiğini kendi çekmek zorunda olduğu bir silah ucunda gözleri bağlı öylece bekliyordu. Hem çiftliğe döndüğünde Salih’in anasına ne diyecekti? Acaba üzerindeki üniformayı çıkarıp firar mı etseydi? Ya da tetiği çektikten sonra silahı alnına mı dayasaydı? Ne yapacağını düşünüyordu teğmen. Hemen arkadaki idam mangası bu genç adamın infazı için hazır bekliyordu. Bu sırada karanlık bulutlar etrafı iyiden sarmış, gündüzü birden geceye bölüvermişti. Derken beklenmedik şekilde mavi ve ilahi bir ışık gökyüzüne doğru yükseldi, hemen ardından o gün için son kez saat 17.06’da çok şiddetli bir gökgürültüsü, top seslerini bastırdı.
Birkaç saniye içinde dallarını kıvılcımlı alevlerin sardığı büyük çınar ağacı altında bir grup asker yerde hareketsiz yatıyordu…