- 569 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 2
Eylül ayının, fazla uzun olmayan günü, kararmaya başlamıştı bile. Çocuk, Karabaş ve Tekir’le geçen bir günün ardından, sıkılmaya, acıkmaya başlamıştı.
Kahvenin, bahçeye açılan kapısından yavaşça, biraz da utanarak girdi içeriye. Annesi olsa, söylerdi hemen, acıktığını. Fakat, babasına henüz alışmamıştı ki. Söyleyemiyordu işte.
Şefkatli bakışlalarla, köylü sigarası ağzında, seyretmeye koyulmuştu çocuğu, babası. Çok bakımsız kalmıştı. Boynu, başının üzerinde güçlükle duruyor gibiydi. Saçları ne kadar da siyahtı. Tıpkı kendininkiler gibiydi. Bu karalık, taa dedesinden gelmeydi. ’ Kara Ahmet ’ ti dedesi. Gözleri de yeşildi, tıpkı onun gibi. Babasını ve ablasını hatırladı bir an. Hatta, erkek kardeşi Muhittin bile yeşil gözlüydü.
Ya dişleri. Sanki küçük bir fare gibiydi. Ön dişlerinin hepsi, küçük ve çürüktü. Onunkiler de aynı.
Acıkmış olabileceği aklına geldi bir an.
’ Otur sen şöyle. Ben bir şeyler alıp geleyim. ’ deyip, yandaki dükkâna koştu.
’ Şurdan yüz gram kavurma tart, İbrahim Ağa !’
İbrahim Ağa, elektriğin ve dolayısıyla buz dolabının olmadığı dükkânda, tavana asılı kavurmayı tezgâha indirip keserken ;
’ Aferin İncirli. Sağlam besle çocuğu. Zayıf düşmüş fukara. ’ dedi.
’ Besleyeceğim elbet. Yeter ki yesin o !’ deyip, kağıda sarılı kavurmayı, yanına da sandıktan bir ekmek alıp, parasını da ödedikten sonra, hızla geçti kahveye.
Eski bir gazete serdi önce masaya. Sonra kavurmayı açtı, ekmeği böldü elleriyle. Daha sonra da yine biri paşa çayı, iki tane çay doldurup, kendisi de oturdu çocuğun yanına. Baba oğul, güzel bir akşam yemeği yediler birlikte. Masanın altında rızkını bekleyen Tekir kedi de unutulmadı.
Artan ekmeği kaptığı gibi, bahçe kapısına koştu çocuk.
’ Karabaş, Karabaş ! Nah, nah naaah ! ’ diye seslenmeye başladıktan hemen sonra, Karabaş’ın koşarak gelip, kuyruğunu sallamaya başladığını gördü çocuk. Elindeki ekmeği ufak parçalar halinde vererek onu da bir güzel doyurup, mutlu oldu.
Tekrar kahveye döndüğünde, biraz daha alışmış gibiydi artık, yeni dünyasına. Kendisini, biraz daha , oraya ait hissetti. Oturmayıp geziniyordu kahvenin içinde. Müşterileri tek tek izlemeye başladı. Ne çok sigara içiyorlardı ! Çok genç olanlar da vardı, yaşlılar da. Hepsi de yüksek sesle ve çoğu zaman küfürlü konuşuyorlardı. Yaşlılar, altıgen ve benzeri kasketler giyiyor, gençlerin bazıları da yün takkeler giyiyorlardı.
Masalarda küllükler olmasına rağmen, yine de, sigara izmaritlerini yerlere atıyor, hatta, bazıları, hiç çekinmeden, yerlere tükürüyorlardı. En kötüsü de, çok sıkça yaptıkları, el şakalarıydı. Koskoca adamlar, utanmadan, birbirlerine parmak bile atıyorlardı. Ne biçim şakaydı bunlar.
Hava daha çok kararıp, gece olduğunda, babası, tavanda asılı lüks lâmbalarından birini, sandalyeye çıkıp aldı. Taş masalardan birinin üzerine koydu. İpek tülden fitilin altındaki hazneye bir miktar mavi ispirto koyup, daha sonra ispirtoyu ateşe verdi. Lüksün alt tarafındaki gaz haznesinin yanındaki pompayı ileri geri yaparak hava bastı. Biraz sonra, fitil etrafı aydınlatmaya başladı. Fitili düşürmemek için dikkatle sandalyeye çıkıp tavandaki çengele astı.
’ Şişşt Küçük İncirli ! Şurdan bir bardak su ver bakalım !’
Çok tuhaf oldu çocuk. İlk günden ona bir lâkap takmışlardı : ’ Küçük İncirli .’ Babasının oğlu demekti bu. Babası ’ İncirli ’ olduğuna göre, o da ’ Küçük İncirli ’ oluvermişti.
Su küpü , ocaklıkta, toprağa gömülüydü. Küpün kapağı üzerindeki , plâstik maşrapayı alıp, küpe daldırdı. Sonra, camekânın önündeki tezgâhtan bir cam bardak alıp, içine az su koydu. Babasından gördüğü gibi, bardağı çalkalayıp, içindeki suyu kahvenin ortasına dökmek isterken, bardağı elinden kaçırıverdi. Çimento yüzeyli beton zeminde paramparça oluverdi bardak.
Korkmuştu çocuk. Bir an, babasının ona kızacağını, bağıracağını sandı. Öyle yapmadı adam.
’ Tamam yavrum. Senin canın sağolsun. ’ deyip, saplı süpürgeyi kapıp süpürdü kırıkları. Sonra da suyu kendisi doldurup, çocuğun eline tutuşturdu. Elleri titreyerek su dolu bardağı müşteriye götürdü çocuk. Kırmadan götürebildiği için, kendine güveni geldi.
Biraz sonra, masalardaki boş bardakları toplamaya, müşterilere, bakkaldan sigara, kibrit taşımaya bile başladı.
Koltuk değnekli, tek bacaklı Hamza dayı bütün gün gözleyip, şefkatli bakışlarıyla ona cesaret vermeye çalışmıştı. Bir ara onu yanına oturtup, bozuk parayla oyunlar bile yapıp güldürdü çocuğu. Gözlerinin kapanmaya başladığını farkedince, babasına seslendi :
’ İncirli, oğlum. Bu çocuğun uykusu geldi. Ne yapacaksın, nereye yatıracaksın ? ’ İstersen, eve götüreyim ben !’
Adam, hemen boştaki tavlayı kapıp, köşedeki peykelerden birinin ucuna yerleştirdi. Koyun postundan pöstekeyi de serip, çocuğu çağırdı, yatırdı. Tavla yastık, pösteke yatak olmuştu. Eski kumaş paltosunu da, yorgan niyetine üzerine serdi.
’ Haydi bakalım, sen şimdilik burada yat, kahveyi kapayınca ben yatakları serip, seni oraya taşırım ; tamam mı ?’
’ Peki babacığım !’
Adam, bu hallerine üzülmesi mi , yoksa, oğlunun ona bir kez daha içten , baba deyişine sevinmesi mi gerektiğini bilemedi. Hafifçe de olsa, dolan gözleriyle yeniden işine koyulup, müşterilerine hizmet etmeye devam etti.
’ Vah, yavrum, vah garibim vaah !’ deyip, derin bir ah çekti Hamza Dayı.
Kocaman bataryalı radyo, bütün hızıyla müzik çalmaya devam ediyordu. Sigaraları sönenlerin çoğu, eskisini söndürmeden yenisini ekliyordu. İzmaritler, daha çok kül tablalarına değil de yerlere atılmaya devam ediyordu. Kahvecinin kızmasını falan umursamadan yerlere balgam atılıyordu halâ. Masalarda, küfürlü tartışmalar, yenilmeyi hazmedemeyenler, yendiği için havalara sıçrayanlar vardı. Sandalyesinden kalkan birinin sandalyesine şişe koyup, onun üzerine oturmasını bekleyenler, birbirlerine, şaka ile parmak atanlar için bile hayat devam ediyordu.
İşte o sefil kahvede, sekiz yaşında bir çocuk, köşedeki tahta bir peykenin üzerinde uyumaya çalışıyordu. Başının altında tavla, altında pösteke, üzerinde, babasının eski kumaş paltosu.
Ve onu, bu sefaletin ortasına, öz annesi göndermişti. Nereye gideceğini bile söylemeden.
Ve hatta, bir kerecik bile öpmeden gönderivermişti.....
( Devam edecek )
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Bu sitee iki seneden fazla zamandır pek çok arkadaşımın ( Siz de dahil ) Yazdığı şiirleri, yazıları okuyorum. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bu kadar müthiş bir anlatım, bu kadar nefis bir yazı okumamıştım şimdiye kadar. Tek kelimeyle süper.
Hiç bir abartı yok. O kadar sade ve doğal ki...Güzelliği de bundan kaynaklanıyor sanırım.
Hani bazı yazılar vardır '' İçinde kendimi buldum '' dersiniz. Ben içinde kendimi bulmadım bu yazının. Benim hikayemle uzaktan yakından bir ilgisi yok ama buna rağmen nedense sanki ben yaşamışım o minik Fikret'in yaşadıklarını gibi hissettim bir an.
Yazarın ustalığı denen şey bu olsa gerek.
Bu çizgiyi hiç bozmadan devam ederseniz Türk Edebiyatı klasikleri arasına girer bu eser.
Tebrik ediyorum, kutluyorum ve ayakta alkışlıyorum bu ustalığı.
Selam ve sevgilerimle.