- 1134 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
NE HOŞÇA KAL DE NE DE KENDİNE İYİ BAK
NE HOŞÇA KAL DE NE DE KENDİNE İYİ BAK
(Bölüm-1)
Ne hoşça kal de ne de kendine iyi bak
Anladım ki sence aşk
Tunatan tesislerinde tatlandırılmış kabak
Kim bilir kaç kez sorgulamışımdır kendimi ’’ O’nda bulduğun ne?’’ diye. Neydi bir anafor gibi beni içine çeken? Neydi, yutuldukça içimde umut filizlerini çoğaltan? Neydi, yaşamadığım gençliğe dair duyguları, ılık ılık içime akıtan? Neydi, ömrün geldiğim sondan bir önceki durağında, daha yaşanacak ne çok şey var diyerek inmemi engelleyen? Elim kolum bağından kopmuş, sana uzanıyordu. İçimin gizinde titreyişine anlam veremesem de, tatlı ürpertilerin cezbinde yitip gidişimi seyrediyordum. Ben ki: kılı kırk yaran pimpirikli biri iken hem de. İnanılmaz bir çekim alanın vardı. İnanılmaz bir akım veriyordu sözlerin. Alabora olmuştum. Ürkerek ve korkarak, bir bir yıkılan tabularıma bakıp kalıyordum. Uzun uzadıya yaptığım iştişareler, uzun uzadıya düşlere, hayal kurmalara dönüyordu. Kimi gün isyanları oynadığım, kimi gün ise, boğazıma takılan kuru ekmek gibi olan hayata yutkuna yutkuna küfre durduğum andı sen de biten ve başlayanlar.
Çoğu zaman, gücüm yetse de şu hayatı tutup omuzlarından, uçurumdan aşağı sallasam derdim. Alayına küfrü basasım gelirdi insanların. Bağrım da ve sırtım da biriken, sayısını bilmediğim hançerlerle durduğum hasbihallerim bile olağandı. Kaç kırılışımın ardından gelen yadırganmalara bin kere ’’Tın’’ demişimdir. Kaç acıya ram oluşuma gülüp geçerken, aslolan aşk daha mühim diyerek, yoluma devam etmişimdir. Kendime olan özgüvenim çoğu zaman ego ile karıştırılsa da ırgalamamış, bildiğimden şaşmaşımdır. Hep dimdik, hep bir başıma ama muzaffer komutan edasıyla yürümüşümdür. Hep gülerken gördü beni insanlar. Gözyaşlarım en değerlimdi ve saklımda olmalıydı. Tattiığım anne ve baba acısını bile içime gömüp, palyaçolar misali, içim yanıp yıkılmış, dışım ise güllük gülistanlık olmuştur. Her şeyim kendimceydi. Mutluluğum... Umutlarım... Beklentilerim... Beklediklerim... Yazıp-çizdiklerim...
Ta ki: sen gelene kadar...
Yüreğim acardı. Yüreğim sınırsız sevmelere aç... Yüreğim yosunlardan, dediğin gibi örümcek ağlarından çok uzaktı. İçimdeki çocuk, en olmadık yerde, en umulmadık şeyler yaptıracak kadar benimle hem fikirdi. Biraz çocuk, biraz uçuk-kaçık, biraz delişmen ve biraz da efemineydim vesselam. Seninle uçup-gitti tüm bunlar. Tatlı bir rehavet sardı her zerremi. Tüylerim diken diken değil, efil efildi. Hele de sana inanmaya ve güvenmeye başladığım anlardan itibaren, ardı-arkası kesilmeyuen bir heyecan fırtınası sarmıştı ruhumu. Uçuyordum. Uçuruyordun. Uçuyorduk. Daha ne isteyebilirdim ki Allah’tan, belamı mı? Zaman içinde, mezun olma vaktini işaret etmeye başladın. Yirmi üç Kasım diyerek. Sen dilediğin her hangi bir sınır ötesi ülke dedikçe, ben Asla, illa Ezan’ımın okunduğu kendi topraklarım diyordum. Sen değmeli dedikçe, ben nohut oda, bakla sofa diyordum. Sen dört dörtlik dedikçe, ben ahir ömrümüze yakışır darmadağın diyordum. Sen çatımızın altı dedikçe, ben deniz ve mehtap diyordum.
Bak şimdi, yazarken fark ediyorum gördün mü? Daha o zamanlardan bile zıtlıklarımız ne kadar aşikarmış meğer. Aşkın gözü kördür demeleri bundanmış demek ki... Kavgalarımız vardı ama biz konuşabiliyorduk. Konuşa konuşa orta yolu mutlaka bulup, küslük olmasın diyorduk. Bir şekilde atlatıyorduk artçılarımızı. İnanıyor ve güveniyorduk. (Bana göreymiş meğer.) Birbirimize verdiğimiz yön ve yönergelerimiz vardı. Eksik-kusur aramıyor, açığımızı kapatıyorduk. Giz olmamalıydı aramızda. Her ne olursa olsun, ilk ağızdan haber vermeliydik birbirimize. İnanılamayacak kadar toz pembeydi her şey. Tüm bunlar ise, yıllar boyu hasretini çektiklerimdi. Bu yüzden, adeta büyülenmiştim. Günün saatin ve zamanın, mekanın önemi yoktu, bizim için. Dakikaları bırak saatler bile kıtlığa düşüyordu sayemizde. Birbirimize ne denli ırak olursak olalım, koskoca bir ömrü sığdırmıştık, şu bir kaç yıla. Mutluydum... Mutluydun... (Şimdilerde mı acaba diyorum artık.)
Hayal kurmayı, umut etmeyi öğretmiştin bana. Hiç bilmediğim ve tatmadığım duygu yoğunluğunda debeleniyordu yüreğim. Gözlerimi kapatıp, tatlı tatlı gülümsüyordum. Sesin diyordun, sesin çok etkileyici... (Meğer, bu sözün bilmem kaçıncı kişiden sonra bana söylediğinmiş.) Aşk, insanın elini-ayağını bağlar derlerdi ama ben gördüm ki, sen de inadına özgürleşiyordum. İnadına çılgındım. İnadına mutlu. Dış dünyaya kapadığım kapıları tek tek açıyordun. Kendimce oluşturduğum ve adıma bir nevi zırh niteliği taşıyan tabularımı bile bir bir yıkıyordun. Ben ben olmaktan çıkmış, adeta bambaşka biri olmuştum. Anlam kazanıyordu her şey. Doğadaki tüm sesler, güzel ötesiydi. Gördüklerim, daha önce hiç görmediklerim olmaya başlamıştı. Galiba en önemlisi ise, şiir gibi bir güzideliğin, ortak noktamız oluşuydu. Anlıyordun ve anlıyordum. Zorlaşaa yaşam şartları içinde, insanların en zor bulduğu şeylerdi bunlar. Usul usul ’’Biz.’’ oluyorduk ya, bu her şeye değerdi. Değiyordu da... Ne söylesen başımın tacıydı. Ne dilesen emir. Sevmek ne kadar güzelmiş meğer. Sevilmek se, anlatılmaz bir duygu. En azından, boşa kürek sallamıyorduk. Karşılıklıydı her şey. Hayatı su gibi içesim geliyor ve ezber bozduryordu sana dairler. Sanki, ayaklarım yerden kesilmişti.
Ta ki: yaşadığımız ilk deprem anına kadar. Şoktaydım ve senden bir kelam duymak adına ömrümü verirdim. Lakin, çıtın çıkmıyordu. Tam on günden fazla. Ömrümün neredeyse tamamını alıp götüren bir suskunluk. Duvarları yumruklatan, yalvartan, yağmur gibi gözyaşı döktüren bir suskunluk. Cehennem azabına eş bir suskunluk... Sabrımın kökünü kazıtan bir suskunluk... Dağdan-taştan, kurttan-kuştan medet umduran suskunluk... Kendi kendine konuşturacak kadar aklımı zorlayan bir suskunluk... Delirmek ve çıldırmak işten bile değildi. O kadar aramalarım, mesajlarım, duvarlara çarpıp bana dönüyordu adeta. Allah, Muhammed aşkına yalvarmalarım sa dipsiz kuyuya karşı yapılmış gibi, sessizlikte kaybolup gidiyordu. Ömrümün künkleri tıkanmış, kör bir noktaya getirilip, bırakılmıştım sanki. Duvarlar süvariydi ve mahmuzladığı köşe bentlerle üzerime üzerime geliyordu. Daralıyordum. Bunalıyordum...
Bir zaman sonra sen, en büyük depremi yaşattın bana. Yalvarmalarım ve bir haber uğruna medet dilenmelerim sende ters tepmiş, suçluyordun da suçluyordun. İpimize bıçak çalınmış gibi kopmak üzereydik. Anlatıyordum ama anlamıyordun ya da dinlemiyor kafanın dikine gidiyordun. Az biraz dinlesen, sorun çözülecek, ortalık süt liman olacaktı ama ne mümkün. Uzakları yakın ettiğimiz, Marmara ile Akdeniz arasına gerdiğimiz aşk ipimiz incelmişti. İçim cız ettikçe, yüreğim sızım sızım sızlıyordu. Seni yatıştırmak şöyle dursun, sürekli yarayı kaşıyıp durman la, daha da aşılmaz engellere tosluyordum. Yıkılışım umurunda değilmiş gibi davranıyordun. Aramaların artık seyrekleşmişti. Israrla sorduğum bir gün ise ’’ Cebine yüklediği yükü’’ bahane edişin resmen ölüşümdü. Kıyaslanacak ve kıyas mı yapacaktık aşkı? Ya da ne bileyim, manevi yönünü yok sayıp, maddi yönü ile mi tartacaktık, özlem giderdiğimiz anları?Aramızdaki mesafeleri ( farkın da olsam da) uzatıp gittiğimizi görmüyordun ya da işine öyle geliyordu. O sözlerin yıkımdan öte bir felakete dönmüş, tufanının içinde beni de sürükleyip gidiyordu. Meğer, ne kadar zormuş, derdini muhatabına anlatamamak....
HÜZÜN ŞAİRİ: N Y
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.