Üstünlük yalnız TAKVADA...
Aynı Safta
Rahmet Peygamberinin en büyük mucizesi olan Kur’an, yönetenle yönetileni bir safta, bir hizada, bir çizgide bulundurdu. Yan yana, omuz omuza bir araya getirdi. İkisinin arasındaki mesafeyi kaldırdı. İkisinin de Âdem’le Havva’nın çocukları olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Ancak bu açık gerçek zamanla unutulmuştu. Yönetenle yönetilen arasına mesafe girmişti. Bu mesafe, eskilerin tabiriyle “sera” ile “Süreyya” arası kadardı. Sanki yönetenlerin dünyası ayrı, yönetilenlerin dünyası da ayrıydı.
Âlemlere rahmet olan Peygamber, hicretten sonra Medine’de halkının yöneticisiydi. Yeni kurulan ve şekillenen ülkenin başında bulunuyordu. Camide, evlerde, sokaklarda, çadırlarda halkıyla beraber, Yan yana otururlardı. Peygamber (as)in evi de diğer vatandaşlarının evleri gibiydi. Hatta daha ziyade zenginlerin evi gibi değil, fakirlerin evleri gibiydi. Hepsi de kerpiçtendi, evin döşemesi, çoğunlukla hasırdan ibaretti.
Hayber fethinden, özellikle Mekke fethinden sonra Müslümanlar çok büyük imkânlara, servetlere kavuşmuşlardı. Peygamberimiz (as), kendisine düşen malları cömertçe dağıtıyor, özel hayatında gayet sade yaşamı yeğliyordu. Evinin kerpiçten olduğunu, damının da bir insan boyu kadar olduğunu, tabanının toprak olduğunu kaynaklar haber vermekteler. Giydiği elbisenin temizliğine, muntazam olmasına son derece dikkat ettiğini, ancak gayet sade giyindiğini yine kaynaklar bize haber vermekteler.
Peygamber (as)dan sonra Halifelerinin döneminde de yönetenlerle yönetilenlerin hep bir arada, hep beraber yaşadıklarını görmekteyiz. Her gün en az beş defa, yönetenle yönetilen aynı mekânda, bir hizada dururlar, hiçbir aracı, teşrifatçı olmadan iletişim kurabilirlerdi. Yöneticiden veya yönetimden şikâyeti olan, rahatlıkla kalabalığın içinde derdini dökebilirdi. Devlet başkanı olan halife’yi icabında tenkit edebilirdi.
Başta halifeler olmak üzere bütün valilerin, kumandanların, emirlerin oturdukları evler, halktan birinin evi gibiydi. Sarayda oturan yoktu. Zaten “saray” diye bir mefhum yoktu. Herkesin evi, birbirine denk düşmekteydi. Aralarında fark pek azdı. Hiçbir yöneticinin evinde kapıcı, muhafız veya teşrifatçı yoktu.
Ülkeleri fethedenler de
Raşit Halifeler döneminde, tarihin kaydedebildiği en şanlı ve en parlak zaferleri kazanılmıştı. Ordu aynı vakitte, dünyanın iki süper imparatorluğuyla ölüm kalım savaşı halindeydi. Zafer, hep Müslümanların oluyordu. İslâm coğrafyasının bütün sınırlarında çetin savaşlar olmaktaydı. Bazı karşılaşmalarda İslâm ordusu, kendisinden iki kat, hatta üç dört kat büyük düşman ordusuyla çarpışma zorunda kalıyor, hemen hemen hepsinde de göz kamaştırıcı zaferler kazanıyordu. Sa’d bn. Ebi Vakkas, Kadisiyye ovasında, dillere destan Zal oğlu Rüstem’in ordusunu kolaylıkla dağıtmış, efsane ceng-âver Rüstem’i ber taraf etmiş, sasanî imparatorluğunu dize getirmişti. Halid bn. Velit, Ebu Ubeyde bn. Cerrah, Amr bn. As, el-Müsennâ gibi eşsiz kahramanlar kısa zamanda İstanbul surlarından Çin seddine kadar koskoca bir dünyayı fethetmeyi başardı
Bu eşsiz kahramanlar da sıradan askerler gibiydiler, yalnız sefer halinde “Emir: Kumandan” diye anılırlardı. Sürekliliği olan bir unvanları yoktu. Hiçbirinin en ufak bir nişanı, madalyası yoktu. Hiçbirinin en küçük bir üniforması yoktu. Giydikleri elbise eşitti. Evleri birbirine eşitti. Çadırları birbirine eşitti.
Başkumandan, sıradan bir nefer gibiydi. Başkumandan dahil, bütün emirler, bütün kumandanlar aynı safta, aynı hizada yan yana, omuz omuza kumların üzerinde durup namaz kılarlardı. Cemaate imamlık görevini yapanın dışında hiç kimsenin özel bir yeri, belli bir mekânı yoktu. Yapılacak her harekâttan önce istişare yapılırdı. Toplanan harp meclisinde, herkes, fikrini açıkça söyler, düşüncesini özgürce ifade ederdi.
Gerektiğinde, her namazın sonunda, istişareye geçilir, durum değerlendirmesi yapılırdı. Gizliliği olan konular dışında, bütün gelişmeler açıkça konuşulur, yapılacak işler tartışılırdı. Normal durumlarda namaz kıldırma hakkı kumandana aitti.
Kumandanın ölümü durumunda, yerine ikinci kumandan atanmışsa, haliyle görevi devir alır, böyle bir atama yoksa, mücahitler derhal istişare yoluyla aralarında yeni bir kumandan çıkarırlardı. Kumandan seçiminde, daha ziyade ehliyet ve liyakat göz önüne alınırdı.
Allah Rsulü’nün en son hazırladığı orduya, henüz yirmi yaşında bir genç olduğu bildirilen Üsame’yi kumandan atadı. Halbuki aynı orduda, en yakın arkadaşı Ebu Bekir ve Ömer de vardı. Yine sefere gönderdiği bir orduya Amr bn. As’ı kumandan atamıştı. Halbuki o orduda ashabın büyükleri de vardı. Amr bn. As ise, yeni Müslüman olmuş, yıllarca düşman safında Peygamber’le savaşmış bir zattı. Ancak liyakati tartışılmazdı.
Göz kamaştırıcı nice zaferler kazanmış olan bütün kumandanların, başkumandanların yaşamı sıradan bir asker gibiydi. Yönetimin yanında, yani Halife’nin gözünde hiçbir “ayrıcalıkları” veya “dokunulmazlıklar” yoktu. Tüm gayelerini bir kelime özetlerdi: “Fi’sebilillah”. “Allah yolunda”.
Bu bakımdan, Halife’nin bir kumandanı, bir başkumandanı veya bir eyalet valisini azarlaması, suçlaması, hatta azletmesi çok normal ve sıradan bir olay sayılırdı. Toplumda da rahatsızlığa yol açmazdı.
Halifelerin gözünde, bir başkumandan ile sıradan bir asker aynı seviyedeydi. Birisi, değerli kişi, diğeri önemsiz insan değildi. Takva yönünde ileri olan, Allah katında üstündü. Bu bakımdan, bir çoban, bir sultandan daha üstün olabilirdi. Adı sanı hiç duyulmayan bir vatandaş, bir vali kadar değerliydi. Allah katında hangisinin daha değerli olduğu ise bilinmezdi. Ayrıcalığı olan biri yoktu.
Ülkeler fethetmiş olan bir vali veya başkumandan hakkında, her vatandaş şikâyette buluna bilirdi. Şikâyetin işleme konmaması mümkün değildi. Çok kere soruşturma alenen yapılırdı. Şikâyet, haklı görülürse derhal gereği yapılır, mağdurun hakkı iade edilirdi. Mağdurun canı acıtılmışsa kısas yapılırdı. Rızası alınmadan mülkü istimlâk edilmişse istirdat edilir, sahibine verilirdi. Onlara göre, cami ihtiyacı bile halkın malına saygılı olmak kadar önemli değildi. Meğer bir zaruret olsun. Hz. Ömer, bir hitabesinde halkına şöyle demişti:
“Ey insanlar! Atadığım bir görevliden, bir validen eziyet görürseniz derhal bana bildirin. Allah’a kasem ederim ki, o görevliden hakkınızı alırım” dinleyenler arasında bulunan Amr bn. As: “Ey müminlerin Emiri! Böyle hareket edersen, valilerin otoritesi sarsılır, yönetim güçleşir” deyince Hz. Ömer:
“Evet, elbette yaparım, Allah’ın Elçisi, hayattayken, hacda valilerle halkı yüzleştirip hesaba çekmedi mi? O’nun yaptığını ben niçin yapmayayım?”
Hz. Ömer, böyle dedi ve dediğini de yapıyordu. Hac mevsiminde, valilerini Kâ’be’de toplar, “Şikâyeti olan gelsin, konuşsun” derdi. Valiler de bu durumu bildikleri için halkı incitmeme hususunda son derece dikkatli davranırlardı. Böyle açık bir hesaplaşmada, Küfe’li biri çıkmış validen şikâyeti olduğunu ileri sürmüştü. Hakkında şikâyetçi olduğu valinin bazı özelliklerini yad edelim:
Bu ünlü Vali, Allah Elçisi tarafından cennetle müjdelenen on bahtiyar kişilerden biridir, ilk Müslümanlardandır, İslâm uğrunda her fedakârlığa katlanan bir kutlu kişidir. İran imparatorluğunu dize getiren Kadisye savaşaını kazanan, tarihlerin “Kadisiye Kahramanı” diye tanımladığı Büyük kahramandır. Aynı zamanda İran’ın başkenti Medâin’in de fatihidir.
İşte bu Vali, halktan birinin karşısında sanık durumundadır. İkisi yan yana, ikisi omuz omuzadır. Şikâyetçi konuştu, Kahraman Vali, kendisini savundu. Anlaşılan şikâyetçinin vicdanı rahatsızdı. Nihayet vicdanının çıkışına yenik düştü. Halife, kanaatini belirtmeden şikâyetçi, “Valinin bir suçu olmadığını, iddiasından vazgeçtiğini” haykırarak anlattı.
Basra valisi, Muğire bn. Şube, fevkalade ileri görüşlü, halkın “duhat-ı Erbaa” dedikleri dört dahi kişiden biriydi. Hayatı boyunca üstün hizmetleri görülmüştür. Hz. Ömer’in Basra Valisiydi. Kendisinden şikâyet edenler oldu. Bu iddiaları önemli gören Halife Ömer, gönderdiği mektupta:
“Seni görevden alıyor, yerine Ebu Musa’yı atıyorum. Görevi yeni valiye bırak, seni bekliyorum. Derhal şahitlerini de al bana gel!”
Vali, gelen emrin gereğini yaptı, şahitler ve şikâyetçilerle Medine’ye vardı. Halife, vali’yi sorguladı, şikâyetçileri dinledi, Vali’yi dinledi. Şahitleri konuşturdu. Neticede, isnatlar kanıtlanmadı, asılsız olduğu anlaşıldı. Böylece Vali Muğire’nin de suçsuz olduğu anlaşıldı.
Hz. Ömer (ra), Amamr bn. Yasir’i Küfe valiliğine atamıştı. Ammar, ilk Müslümanlardandı, bu uğurda tahammül edilmez eziyet ve işkencelere uğramış, yaşamı hiçe sayarak bu işkencelere katlanmıştı. Ne çare ki, Küfelilerden, Ammar’dan şikâyetçi olanlar oldu. Halife, bunları Medine’ye çağırdı. Vali ile şikâyetçileri yüzleştirdi. Şikâyetçiler, özellikle Valilerinin yöneticilik yönünü zayıf gördüklerini, halkı idare etme yeteneğinin olmadığını iddia ettiler. Halife, Ammar’ı bölgenin yapısı hakkında sorguladı. Bölge halkı konusunda yeterli bir bilgi ve tecrübeye sahip olmadığını anladı. Bu yüzden görevine son verdi..
O günkü yapılanmada, valilerin, kumandanların, emirlerin “dokunulmazlığı” olmadığı gibi, Halifelerin de dokunulmazlığı yoktu. Her vatandaş, halife dahil her yönetici hakkında şikâyette bulunma hakkına sahipti. Ancak hiç kimse için yeterli kanıt olmadan başkasını suçlama ruhsatı olamazdı.
Halifeler, halkından uyarı beklerler, yanılmaz olmadıklarını açıkça ifade ederlerdi. İlk Halife’nin halkına yaptığı tarihi ilk konuşması, bu konuda dikkat çekiciydi. Dedi ki ilk Halife (ra):
“Ben, sizi yönetmeye seçildim ama, sizin en iyiniz olduğumu söyleyemem”
Hz. Ebu Bekir, “Ben halkımın en iyisiyim” demedi ama, halkı bu kanıda değildi. Cumhurun görüşüne göre, Ebu Bekir, Peygamber’den sonra insanların en iyisiydi. O göreve en ehil olan kişiydi. Ümmet, özgür iradeleriyle O’nu seçmişlerdi, O’nu seçmekle Ümmet-i Muhammed, kıyamet gününe kadar vereceği en isabetli kararı vermişti. O’nun şahsında Kur’an’ın bir mucizesi gerçekleşti. Kur’an’ın yönlendirdiği, bir insanın ne denli üstün bir kimlik kazana bileceğini kanıtladı. Ebu Bekir, sanki bir âbide idi. Sadakat ve nezahet abidesiydi. Zaten toplumu, O’na “sıddîk” unvanını yakıştırmıştı. O’na sonsuz güvenleri vardı. Biata başlayınca çetin bir izdiham oldu. “Ben herkesten önce biat edeyim” diyenler vardı, bu yüzden itişenler oldu. “Ben bu onurlu işte geç kalan biri olmayayım” diyorlardı. Daha biat başlarken, geride bulunan bir ak vicdan, gözyaşlarıyla halka yalvarıyordu: “Allah’ın hakkı için bu işin önceliğini bana verin, herkesten önce biat eden ben olayım, n’olursunuz beni bu hevesten mahrum etmeyin!”
Yine ter temiz ve ak bir vicdan olan Hz. Ali, bazı sebeplerden ötürü, geç kalmıştı. Bu hayırlı işte geç kalmanın neden olduğu sıkıntıya fazla dayanamadı. Mescitte kalabalığın içinde: Ey Ebu Bekir! Senin üstün meziyetlerinden hiçbirini görmezlikten gelemem” dedi ve biat etti. Çünkü O, nesillerin “sıddıki” idi.
“Sıddik” unvanı, O’nun yaşamına, karakterine de çok uyumlu düşmüştü. Ebu Bekir, eşsiz bir “hayır selefe” çok uygun bir “Hayır halef” olmuştu. Peygamber minberine çok yakışmıştı. Sanki yalnız mescidi dolduran sahabiler değil, bütün bir dünya susmuş, O’nu dinliyordu, sanki dağlar taşlar da O’nu dinliyordu. Ebu Bekir, az konuştu, öz konuştu, dedi ki:
“Allah’a itaat üzere olduğum sürece bana itaat edin, ben, Allah’a itaat üzere olmazsam siz de bana itaat etmeyin. Beni hak yolda gördüğünüzde bana yardımcı olun, ben haktan ayrılırsam siz de bana karşı çıkın. Bilin ki benim yanımda en kuvvetli olanınız, halkın zayıf kabul ettiği, hakkı çiğnenen kişidir. Onun hakkını alıncaya kadar o,benim yanımda çok güçlüdür”
“Ve bilin ki, benim yanımda en zayıfınız, başkasının hakkını çiğneyen, güçlü kişidir. O, benim yanımda o kadar zayıf ve ehvendir ki, ondan başkasının hakkını mutlaka alacağım”
Halife, bunları söyledi, söylediğini de harfiyen yaptı. “Ben sizin en iyiniz değilim” dedi, hep bu anlayışla yaşadı, kendisini kimseden üstün görmedi. Üstünlük taslamadı. Halkıyla iç içe, yan yana yaşadı.
Halkının yediğinden yedi, onların giydiğinden giydi. Onların yanında durdu, onlarla beraber durdu. Onların içinde yaşadı, her gün en az beş defa halkıyla yüz yüze bir araya geliyordu. Dileği olan herkesi her yerde dinliyordu. Mescitte, sokakta, evinde, yollarda, çarşıda pazarda halkıyla beraberdi. Hiçbir yerde, çevresinde koruma yoktu. Gideceği yere tek başına giderdi, kendisine refakat eden bir resmi kişi yoktu. Kalabalıkta kendisine yol açan bir devlet görevlisi yoktu.
Hiçbir zaman hiçbir yerde kortejle yürümemişti, zaten kortej diye bilinen bir şey yoktu. Ebu Bekir, devlet Başkanı idi ama sıradan bir vatandaştan, hatta memleketin en fakirinden bir farkı yoktu. Oturduğu ev de sıradan bir evdi, en fakirinin evi gibiydi. Devlet başkanına özel bir “Başkanlık sarayı” yoktu. Bir “Başkanlık konutu” da yoktu. Halifenin evinden çok daha görkemli evler vardı. Tek katlı ve çok sade bir evdi. Döşemesi hasırdı. Halbuki o dönemde, İslâm ülkesi, dünyanın en zengin ve en kudretli ülkesiydi. İstenseydi, Medine’de Bizans İmparatorlarının sarayından, Kisra’nın “Kasr’ül- ebyad”ından daha muhteşem saraylar yapılabilirdi. Halifeler böyle debdebeye meyletmediler, çünkü onlar, halkın fevkinde değil, halkın yanında bulunmaya kararlıydılar. Evin ihtiyacı olan su kuyulardan temin edilirdi, fıskiyeli havuzları yoktu. Evin ihtiyacı için çarşı pazara çıkmak çok kez devlet başkanına düşerdi. Alınan eşya elde taşınmayacak kadar ağır ise halife onu sırtına alır, evine taşımak için zorlanırdı. Bazen evin hizmetini yapacak bir hizmetçi olabilirdi, evinde böyle hizmetçi bulunan yalnız halifeler değildi. Çok evlerde, belki daha çok sayıda hizmetçilerin bulunması olağandı.
Evin un ihtiyacı için un değirmenini kullanmak icap ederdi, bu işi çok kez halife ile eşi yapmaya mecbur kalırlardı. Sofranın başyemeği arpa ekmeğiyle birkaç hurma idi. Buğday ekmeği lüks yemek sayılırdı.
Hz. Ebu Bekir, diğer Raşit halifeler gibi hep halk ile yaşadılar, hep haklının yanında oldular. Haksızlığa asla prim vermediler, Ebu Bekir, görüşünde tek kaldığı zamanlar oldu ama taviz vermedi. Herkese karşı son derece yumuşak, merhametli ve hoşgörü sahibiydi ama, yerine göre çelik irade sahibiydi. O’nun azminin önüne geçecek bir engel olamazdı
Peygamber’in en son, Ebu Bekir’in en ilk hazırladığı ordunun kumandasına Üsame getirilmişti. Üsame, yirmi yaşında, genç bir köle çocuğuydu. İtiraz sesleri yükseldi, bunca tecrübeli yaşlı, soylu kişiler dururken niçin Üsame? Ebu Bekir hiddetlendi:
Allah Elçisinin yaptığını bozmayı mı benden bekliyorsunuz?
Ebu Bekir, dinden dönenlerle savaşmaya karar verdiğinde yine itiraz edenler oldu: “Lailahe illallah” diyenlerle nasıl savaşalım? Ebu Bekir haykırdı:
“Medine’nin işgale uğrayacağını bilsem, yine onlarla savaşacağım!” dedi ve dediğini yaptı. İtirazcılar dahil kısa zamanda herkes anladı ki, Halife bu işin tam ehliymiş!
(Bahattin BİLHAN.)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.