- 872 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
Parmak Uçlarımdaki Sızı
Doğu Karadeniz Bölgesinin çokça girintili çıkıntılı olmayan sahil şeridindeki en bariz burun Fener Burnudur.Fener Burnunu doğusuna geçtiğinizde, ta Sarp sınır kapısına kadar uzanan büyükçe bir körfez ile karşılaşırsınız. Fener Burnunun hemen doğu kısmı, Karayel rüzgarı almadığı için, diğer bölgelere nazaran biraz daha rutubetsiz ve sıcak olur, sonuçta da bu alanda Akdeniz ikliminin özelikleri gözlenir.Arazinin her santimetrekaresini sarıp sarmalayan ve inanılmaz bir güzellik sergileyen bodur fındık ağaçlarına alışan gözleriniz, bir anda zeytinlikler, narenciye bahçeleri, nar ağaçları, ya da tütün tarlaları ile karşılaşabilir.
Hikayemiz, işte böyle bir coğrafyada, neşeli, hayatla mücadeleyi seven, çalışkan insanların yaşadığı, küçük ve sevimli bir sahil köyünde geçmekte. Nedendir bilinmez, civardaki tüm köyler belde olmalarına rağmen, bizim köyümüz inatla köy kalmaya gayret sarf etmekte, belki de güzelliğini ve sadeliğini böylece korumayı başarabilmektedir.
Toprak az, az olunca da çok değerli ya; sanırım bu nedenle hiç kimse fedakarlık yapmak istememekte, köyün ortak kullanımı için alan yaratmaya katkıda bulunmamakta, okul, cami, park alanı gibi sosyal hizmetler için arazi bulunamamakta köyde. Nasıl olmuş da, zamanında cami ve okul için, küçücük de olsa bir alan ayırabilmişler şaşıyorum?
Dalgaların tarumar ettiği bir mendireğin, yorgun kayalarının ardına sığınmış küçük bir körfez. Sakin denizin küçük dalgacıkları, batısı siyah kuvars kumu, doğusu çakıl taşları ile kaplanmış bu küçük körfez kıyılarında usul usul oynaşmakta, kulağa gerçekten çok hoş gelen nameleri ile, bildik şarkılarını mırıldanmaktalar. Köyü tam ortadan ikiye bölen ve yaz aylarında debisini iyice yitiren dere, kum sahilde küçük deltacıklar yaparak, nazlı nazlı oynaşan dalgacıklara karışmakta. Bu küçük derenin, bir zamanlar birçok değirmeni çeviren ve şu anda kurumaya yüz tutan suları, doğanın ne denli tahrip edildiğinin acımasız realitesini insanın gözleri önüne seriveriyor.
Derenin hemen yanı başında cami, caminin bitişiğinde ise ilkokul. Okul ile cami o kadar iç içe girmişler ki, musalla taşı okulun bahçesine yerleştirilmek zorunda kalınmış.
Teneffüste oyun oynayan çocuklarla, cenaze namazı kılan cemaat, bazen birbirine karışabilmekte.
Üç katlı, güzel, yeni bir okul. İki dönem önceki muhtar zamanında, bin bir güçlükle yaptırılabilmiş, inşaat bitmeye yakın da kanserden ölmüştü zavallı adamcağız. Aslında, önceki okul daha bir güzeldi gibi geliyor bana. Ya da çocukluğumuzun anılarını barındırdığı için öyle düşünmekteyim, bilemiyorum artık.
Köyümüz, son zamanlarda gelişip belde olamadı ama, eskiden gözde olduğu, civardaki tüm köylerden önce buraya okul yapılmasından belli oluyordu. Zira, bu okulun kuruluşu ta 1940 lı yılara dayanmaktaydı.
O eski okul,yüzünü Karadeniz’in serin rüzgarlarına dönmüş, sırtını devlet yoluna dayamış, kocaman bir merdiven ile ikinci katına çıkılan, iki katlı ve oldukça büyük bir binaydı. Alt katı depo ve odunluk olarak kullanılmakta idi, ayrıca çocukların çeşitli oyunlarına da mekan teşkil ederdi. O kocaman merdivenin tırabzanları, bayramlarda üst sınıf çocuklarının derelerden kesip getirdikleri defne dalları ile süslenir, bayraklar, flamalar, balonlar, daha bir çok gereçle okul hoş bir görünüme büründürülürdü. Beş sınıf, bir öğretmenler odası, bir müdür odası ve girişteki büyükçe bir antreden oluşuyordu okul. Tahta döşemeleri, çok ve küçük camlı pencereleri, kara tahtası ve eski sıraları ile güzel bir okul, sıcak bir okul olarak kalmış hatıralarımızın arasında.
Bizim zamanımızda teneffüsler mi daha uzundu, ya da çocukluk hayatımızda zamanlar mı uzun geliyordu yaşantımıza bilemiyorum ama, iki ders arasındaki oyunlarımız gerçekten çok zevkli,uzun ve heyecanlı geçerdi. Okul bahçesinde sağa sola koşuşturmak, birbirimizin elbisesini çekiştirmek, akla gelmeyecek şakalar yapmak, bağırmak, çağırmak, hayatı çocukça yaşamak işte, güzel günler, güzel zamanlardı.
Mehmet Kalafat isminde bir öğretmenimiz vardı. Bizim sınıfın öğretmeni değildi ama, bunun çokça da bir önemi yoktu. Zira, adı öğretmen oldu mu, o artık herkesin öğretmeni demekti ve değil okulda, köyde bile en çok çekinilen, saygı duyulan insandı. Öğretmenden bir şamar yiyeceksin ve akşamleyin babana söyleyeceksin. İnanın iki katı da babanızdan sopa yerdiniz neden yaramazlık yaptın, ya da dersinde başarılı olmadın diye.
Şimdiki öğretmenlerin işi zor. Birine bir fiske vursalar, anası-babası akabinde hemen okula damlıyor, ya da karakolun yolunu tutuyor. Bu nedenle okullarda disiplin denen şey, öğretmene saygı kalmamış.
Mehmet öğretmen, öyle öğretmenler odasında oturmayı filan çok sevmez, istirahat zamanını da okul bahçesinde, çocukların arasında geçirmeyi yeğlerdi. İnce, uzun boylu, Karadeniz insanının tipik fiziksel yapısını sergileyen, neşeli, sözünü esirgemeyen, iyi bir insandı. Aynı zamanda idealist bir öğretmendi, çocukların bilgili yetişmesi için çok çaba sarf ederdi. Bitişik köyün insanıydı, sabahları ve akşamları okula yaya gelip giderdi. Bitişik köy dediğimiz de iki km mesafedeydi zaten.O okulda kaç yıl görev yaptı bilemiyorum ama, benim olduğum zaman diliminde hep orada, hep okulun bahçesinde, hep yanı başımızdaydı.
Mehmet öğretmenin, 50 cm boyunda, tahtadan bir cetveli vardı ve onu asla yanından ayırmaz, elleri arkadan bağlı, aheste aheste okul bahçesinde dolaşırken, cetvelini de parmakları arasında aşağıya-yukarıya sallar dururdu. Mehmet öğretmenin huyunu, küçük büyük tüm öğrenciler bildiği için, herkes onunla göz göze gelmekten kaçınır, hiç okul bahçesinde yokmuş gibi hareket ederlerdi. Ne zaman bir öğrencinin bakışlarını yakalasa, çarpım cetvelinden bir bölüm sorar, doğru cevap alamayınca da tahta cetvelini devreye sokardı. Önce avucumuzu açtırır, avuç içini yukarıya çevirttirir, parmak uçlarını birleştirmemizi ister, sonra da cetvelin kenar kısmı ile birkaç kez vururdu.
Allah’ım!...Ne acıydı o!...
Küçücük yüreklerimiz o acıya nasıl dayanırdı bilemiyorum doğrusu? Parmak uçlarımızdaki sızı çok uzun bir süre geçmezdi ve biz yine de çarpım cetvelini doğru dürüst ezberleyemezdik. Sonuçta, ilk okulu bitirene kadar, Mehmet öğretmenin cetvelinin tadına bakmayan hiçbir öğrenci kalmazdı ama, nihayetinde dayak yiye yiye çarpım cetvelini de öğrenirlerdi.
Mehmet öğretmen, ağabeyime, bana ve diğer kardeşlerime , arkadaşlarıma, cetveli sayesinde çarpım cetvelini öğretti. Belki de o sayede her birimiz okuyabildik, çeşitli meslekler edindik, hayatımızı kazandık.
Şimdi ne zaman köye yolum düşse, okulun bahçesine takılsa bakışlarım, aklıma hep Mehmet öğretmenin cetveli gelir, parmak uçlarımda bir sızı duyarım. O anlarda, dudaklarımda bir tebessüm belirir hemen, istikbalimi kazanmama vesile olan iyi yürekli insanlardan biri olduğu için, ona şükranlarımı mırıldanırım.
İşlerimin yoğunluğu nedeni ile, köyüme çok nadir gidebiliyorum artık. Geçenlerde, çocuğumun düğün davetiyesini dağıtmak için yolum düştü, birkaç saat konakladım.
Kardeşimle birlikte, köy camisinin, dolayısı ile okulun hemen karşısındaki köy kahvesinin önündeki alçak, hasır sandalyelere oturduk, kahvecinin ince belli bardakta sunduğu bol demli ve lezzetli çayımızı yudumlarken, tanıdıklarla derin bir sohbete koyulduk.
İş güç, siyaset, ekonomi, Trabzonspor derken zaman aktı gitti, çaylar birkaç kez tazelendi, sohbet grubu büyüdükçe büyüdü. Zaten herkes tanıdık, herkes akraba.
Ortak o kadar çok anı var ki, sohbet konusu bulmakta zorluk çekmiyoruz, biri bitiyor, öteki başlıyor. Herkes birbirinden söz kapma yarışında, zaman su gibi akıp geçiyor.
O sırada, cami minaresinden hocanın sesi işitiliyor. Ezan saati olmadığı için, tüm insanlar kulak kabartıyor, ne anonsu yapılacağını merakla bekliyorlar. Ya biri ölmüştür, ya da muhtar önemli bir mesaj duyuracaktır.
‘’Çatalzeytin eşrafından, emekli öğretmen Mehmet Kalafat Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi bu gün ikindi namazına müteakip sahil camiinden kaldırılacaktır!’’ diyor hocanın yürek yakan sesi.
Kardeşimle birbirimize bakıyoruz. Hararetli sohbet birden kesiliyor. Parmak uçlarımda her zaman hissetmeye alıştığım acıyı, bu kez kalbimde duyuyorum. Gözlerim yaşarıyor, başımı öne eğiyorum. Ortama sevimsiz bir sessizlik çöküyor. Etrafıma göz gezdiriyorum, hemen hemen herkes, sağ ellerinin parmak uçlarına bakmaktalar.
‘’Allah rahmet etsin!...’’ diye fısıldamalar duyuluyor.
Tüm kahvede ortanlar, Mehmet öğretmenimize son görevimizi yerine getirmek için, her zaman onun yaptığı gibi, yayan olarak bitişik köyün yolunu tutuyoruz.
Karadeniz’in koyu lacivert ufuklarında gezinirken bakışlarım, ‘’hakkını helal et hocam!...’’ diye mırıldanıyorum…’’Hakkını helal et!...’’
Bir tutam hayat.09.09.2013 Sumqayıt-Azerbaycan
YORUMLAR
Betimlemeleriniz çok güzeldi o köye o zamana o sıralara ışınlandık yazıyla birlikte parmak ucumuzda o sızıyıda hissettik.O cetvellerin tadına bakmadan kimse mezun olmazdı bizim zamanımızdada böyleydi.Tek başına yaramazlıktan yemezdik de sıra dayağından nasiplenirdik genelde.Parmak uçlarını sızlatan ama gönülleri kazanan Mehmet öğretmene de Allah rahmet eylesin diyoruz.Keyifli ama buruk da bir anıydı kaleminize sağlık.
iki yazıyı arka arkaya okuyunca
ben o derenin kuytu bir yerinde güzel bir pirzola sohbeti beklerken öğretmeninizi
anlatmanız...
bir ara ben de parmaklarıma odaklandım ki
az da öğretmen dayağı yememişimdir
hatta lise yıllarımda bile...
çok güzeldi anlattıklarınız
anı'larınız
tebriklerimle
hayatın içinden olan anıların kaleme alındığı yazılar beni çok daha mutlu eder...yaşanmışlıklar birbirine az çok benziyor değil mi?
..zamane dediğiniz kavramda,aynı zamanın çocuğu gibiyiz,gibi gibi..anlatımınızdan bunu hissetim:))
ilk okula başlarken Rahmetlik Babam;"Ylmaz hoca, Yılmaz hoca eti senin kemiği benimdir" dediğinde çok korkmuştum babamın bacağına sarıldım. Bunu yazı olarak ele alacaktım ama bu sözcükleri bu köşeye yazmak nasip oldu..
Hala tırnaklarımı uzatamam..hiç uzatmadım kaşık gibi, çatal gibi :)) birazcık sınırı aşsalar aklıma hocam gelir. Masanın üzerine her pazartesi uzatırdık kontrol için .. uzun olanların tırnak uçlarına ikinci bir uyarıda indirirdi cetveli..geriside yazımın içinde olacak..bugün kişiliğimi önce anneme sonra öğretmenime borçluyum..kafamıza hiç vurmadı sadece kulağımızı okşardı:))
Geçmişe gittik bu güzel yazınızla...Ölen öğretmenize ve onun şahsında ebediyete göç etmiş tüm değerli hocaları,rahmetle anıyorum..Rabbim hayırlı, ihlaslı ve ihsanı bol kişilerle karşılaştırsın ..güzel yazınızı kutluyorum saygılarımla
ve
Allah rahmet etsin bu güzel öğretmene.
Öyküdeki anlatımınızla bende çocukluk yıllarıma ilkokulu okuduğum okula gittim. Bizim okulumuzda köy denilebilecek bir kasabadaydı. Hemen hemen aynı özelliklerdeydi. Öğretmenimiz de dahil olmak üzere.
Yalnız bizim öğretmenimiz bayandı ve dışarda dolaşmazdı. Dayak konusunda sizin öğretmeni aratmazdı.
Şimdi olduğu gibi o zamanda biraz dalgın ve sağına soluna fazla dikkat etmeyen biriydim. Öğretmenimiz sayesinde çalışkan ve disiplinli bir öğrenci oldum. O da öldü.. Adı Saliha Diren'di. Allah rahmet etsin.
tebrikler,
çok güzeldi anlatımınız,
selâm ve saygılar..