Kelime Sepeti
TDK sözlüğünde anlamı henüz değiştirilmediyse, (kim ne derse desin, çapulcu, orada şu an yazandan çok daha farklı anlamlar içerir, benim dilimde) “vazgeçmek” pek olumlu anlamlar içermez. Biraz yılgınlık, biraz dargınlık, çokça da geri dönmek demektir, vazgeçmek. Verilmiş sözden, girilmiş bir yoldan caymak, demektir o.
Tecrübe denen birikim, insana özgü bir davranış yığını. Tabiattaki diğer canlıların tecrübe denen yılgınlıklar sepetine çok da itibarı yoktur. Onlar bizim kadar biriktirmez yorgunluklarını. Kırk kere aynı budasanız, ağaç aynı dalından filiz sürmekten vazgeçmez. Açan her tomurcuğunu koparıp durmaları, gülü ilk fırsatta yeniden gonca vermekten döndürmez, döndüremez. Bulutların aklı olsaydı, sergen yağmurlarının kökü kazınmıştı çoktan. Aklı olmayanda insaf da olmuyor demek. Vicdansız bulutların yerli yersiz ağlamaları yüzünden, ıslanır durur bir yerlerde hâlâ, kaç fakirin kış erzağı, düşünsenize…
Şansına tükürüp dururdu Hatice abla. O ne zaman cam silse, yağmur yağardı. Yatağı, yorganı güne çıkarsa, hava kaşlarını çatar, bizim kızın bahar temizlik şöleni, sidikli yetim düğününe dönerdi. Kulakları çınlasın, baharın güneşine aldanmamayı öğrendi mi bizimki, bilmem...
Vazgeçtiklerim listesine hızlıca göz attığımda, ilk aklıma gelen meslek seçimi oluyor hep. Şekerleme yemek için bakkal dükkânında gün boyu bir sürü insana laf atlatmak zorunda olmadığımı kaç yaşımda keşfettim hatırlamıyorum. Sonra öğretmenlik… Okul müdürlüğünü öğretmenlikten saymamış olmalıyım, ya da müdürlüğü kaymakamlık valilik türlü bürokratlıktan... Anımsayamadım şimdi o kısmı, ama ben vazgeçmişsem vardır işime gelmeyen bir tarafı. Çocukluk işte. Resmi kutlamalardaki o hiyerarşik sıra, ne çok benzerdi bizim evin hallerine. Mesele sayılmaktı. Sayma yeteneği matematikte geçer not almaktan başka neye yarıyordu ki. Tören yürüyüşlerinde, önünden geçerken, kafayı o yana çevirdiklerimize özendiren bir yürüyüşün çocuklarıyız biz. Önünde mum yakılan, dilek dilenen putlara soğukluğumuz daha sonraki yıllardan esinti ve başka bir felsefenin kalıntısı ki o perhizde de tuzlular alıyor menüde ilk sırayı. Malum üç beyaz… Şişmanlatıyor zihni. Beyazın cazibesi bu, başka ne olsun… Tecrübe sepeti okul çantalarımız misali ağırsa şimdi ve bükülüyorsa belimiz altında, sorumlusu doymak bilmez zihnimizden başka ne olabilir ki?
Medeniyet denen yol, insanın tabiata hükmetme azmiyle başlar. Doğru mu? Eh, yanlış sayılmaz en azından. Hayatın balta girmemiş ormanlarında avladığı hayvanı bir oturuşta tüketip, sindirecek mideye sahip olmayan ilk insanın, kalan eti yarına saklama çabası, ne insani bir gayret, değil mi? Öyle ya yarın bir başkasını öldüreceğine, dünkünden kalanla bir günü daha atlatır, -bir diğerine av olmazsa- o gün vuracağını da daha semiz, daha güçlü iken, ertesi gün avlar, taze taze tüketirsin, fena mı? Tüketen razı, tüketilen yazgısına yansın artık. Tabiatın dengesi bu, onu da biz kurmadık ya.
Konu insansa, dili bir kaşık suda aklayıp paklamak çok kolay değil, öyle. İnançları, inanç üzre yemin söylemleri kadar, tecrübe deyip, vazgeçme yollarını da allayıp pullamak zorunda kalıyor bu temada konuşan. Bugün, aklın isyan cephesinde suretleri elde bayrak yakada arma yapılan kaç devrimci sayabilirsiniz ki yıktığı düzeninin yerine daha güzelini inşa edebilmiş olsun. Ya da kaç isim var hafızanızda insana dair, yüreklerin kendisine sunduğu tacı elinin tersiyle itmiş olsun?
Vazgeçmeyi, özenle yaptığı yığını bir saniyede yerle bir etmeyi, yine o, sevmeyi, inanmayı ve bunların uğruna savaşmayı öğrendiği yerde öğrenir insan. Başka bir yerde değil. Ateşin düştüğü yeri yakmasında şaşılası bir şey yok aslında. Siz deyin hayat, ben diyeyim yaşam… Yani gençliğin cehaletiyle, ihtiyarlığın tecrübe birikimi atışmasında -illa bir taraf tutmak gerektiğinde- tecrübe denen şeyin vazgeçmeler yığını olduğunu unutmamak gerekir. Unutulmaması gereken bir şey daha ki bu yazının yola çıkış noktası da odur: Herkesin tecrübesi kendine. Kimse durmasın kimsenin yolunda. Kendi yılgınlıklarımız bizim eteğimizde ağırlıkken, onları başka yüreklerin kanatlarına nişan alıp durmak, insanın bencilliğinden başka bir şey değil. Kollamak, gözetmek, sevmek... İnsanı insan kılan bu kavramlar vicdani yasaların çocuğu kalmalı. Onları da yazılı, hele hele resmi dille yazılı sözlüklerde tanımlamaya durmak, kimi kelimelerin anlamını kökünden kazımak demek olur ve dil denen, medeniyetin o en etkin silahı, ilk önce kendisini dolduranı vurur.
Vazgeçmek deyip nerelere geldik, dönelim mi başa? Yanıtlarını herkes kendine saklasın, biz soruyu paylaşalım yeter. İnsan, kalbini de aklıyla birlikte ehlileştirebilseydi, bu gün, gökkuşağında kaç renk olurdu, sizce?
YORUMLAR
Merhaba,
Fark ettiniz mi bilmem, bir hayli zaman oldu kendimize ait sözcüklerle birbirimize seslenmeyeli.
Kendine ait bir üslubu- dili olan ve bu dilin hükümranlığında sözcüklerle kıyasıya cebelleşen kalemleri okumayı seviyorum. Kaldı ki sizin kaleminiz sadece bireysel değil aynı zamanda bireysel olanı toplumla harmanlama yetisine de sahip. Kalemizden çıkanları yeniden okumak güzel.
Vazgeçmek…
Vazgeçmek, bütün dillerde tumturaklı bir sözcük. Taşıdığı olumsuz çağrışımların ağırlığından olsa gerek. Ancak şu bir gerçek ki hiçbir sözcük, yöresindeki diğer söz öbeklerinden yardım almaksızın, tek başına bir yargı ifade etmiyor. Dolayısıyla bir ‘olumsuzluktan’ bahsedilecekse bu tekil bir sözcüğün değil kolektif bir çalışmanın sonucudur.
Sözgelimi; ‘büyüyünce ne olacaksın’ sorusuyla muhatap olan çocuğun gelgitleri olumsuz bir mecrada sorgulanabilir mi? Bedenin, beğenilerin, çevrenin, kişiyi saran çerçevenin değiştiği bir konjoktürde durağan tercihlerden bahsedilebilir mi?
Peki ‘sevgiliden vazgeçmek’…
Bu sözcüğün iki kişilik ilişkilerde kullanılmaya elverişsiz olduğunu düşünüyorum: şair yazmaktan, okur okumaktan, magazin dili edebi dile kur yapmaktan vazgeçebilir de diyelim âşık maşukundan vazgeçebilir mi?
Sanırım burada ‘vazgeçmek’ anın yanılgılarını, hatalarını, ufak pürüzlerini kimi zaman belirsizliklerini silebilecek bir sünger vazifesi görüyor. Bu yepyeni temiz sayfaya ulaşma sırasında ‘vazgeçen’ tanrısal bir yetke üstlenirken, ‘vazgeçilen’ tövbekâr bir kul kimliğine indirgeniyor. Bu rollerin her ikisi de itici bana göre.
Bir de ‘hayattan vazgeçmek’ var mesela… TDK’nın sözcüğe dair bütün kötücül izleklerini tastamam bağrında taşıyan bir vazgeçiş. Telafisi yok, rivayetlere göre cehennemden cennete terfisi de.
‘Önemli olan, sözcüklerin hangi kapıya çıktığı değil kapıyı kimin açtığıdır’
Herkes gibi bende çocukken pek çok vazgeçişe ev sahipliği yaptım. Mesela on yaşımdayken insanların kırk yaşında pekâlâ ölebileceklerine inanırdım. Yıllar geçince, bu ölümcül tarihi ellilere erteledim. Çocukluğun başıbozuk kıvılcımlarının gençliğin kor harına dönüşmesi bir yoksunluk değil, tam tersine bir zenginlik getiriyordu; zamanla onu fark ettim. Çocuk kalmaktan vazgeçtim.
Orta yaş, cırtlak renkleri bastırmada, dingin ara-tonları parlatmada usta doğrusu. Uzun bir süre kalmaya değer bir mola bu. İşte bunu anladığımda artık genç olmaktan da vazgeçmiştim.
Bu arada sorduğunuz sorunun cevabını biliyorum.
Şimdilik ben de saklı, şimdiki zamandan da vazgeçmezsem eğer…
Emeğinize Sağlık
Eyvallah