Aşk
Aşk.
Üç harf ve tek kelimelik iki dudak arasında eriyen devasa bir duygu. Kudretli bir güç. Söylendiği kadar basit değil insanda yaşattıkları. Muhtevasında barındırdığı duygu halini bu güne dek onun üzerine yazılmış ne milyonlarca kitap anlatabildi, ne de kalplerde bıraktığı hazzın bir dakikasının tarifini yapabildi milyarlarca kelime. İnsanı insan yapan, tüm varlıklardan ayıran yegâne olgu. Aşk!
İnsanlar asırlar boyu ele geçirildikleri aşk tarafından akıl almaz serüvenler yaşadılar. Saltanatlar devrildi, geride bırakılanların, elde edilenden çok daha fazla değerde olmasına rağmen akıl almaz terklere sebep oldu. Her türlü imkansızın imkanı mümkün oldu. ‘aşk kalbe girince akıl baştan gidermiş’ derler. İşte tamda buna sebep oldu Aşk. Aklın el verdiği tüm hesaplar aşk ile bir-bir yıkılı verir. Onun bilinirliği, insanın kendi adını, içtiği suyun varlığını bilmekten daha yüksek olmasına rağmen, henüz tam tarifi kağıda dökülememiş, aksine yazıldıkça yazılası gelmiş bir duygu olmuştur, Aşk. İşte bu sebeple çok tanıdık, ama az bilindik oldu her zaman. Zira öyle diyordu şair aşkın dili ile;
Var mı beni İçinizde tanıyan? Yaşanmadan çözülmeyen sır benim Kalmasa da şöhretimi duymayan Kimliğimi tarif etme zor benim
O öyle bir sır, o öyle bir giz. Ne anlatanı tatmin etti, ne anlayanı. Yalnızca yaşanılmasını gerektirdi. Kalplere verdiği derin mutluluğu, sonsuz sevinci ancak ona hasıl olanlar anlayabildi anlatamadan. Bunca kudrete sahip bir his, elbette tek başına tarif edilemez ve tek onun varlığı üzerinden anlatılmaz. Çünkü aşk iki kişiliktir. Aşka tabi olan kim ise mutlaka o aşkı ona nakşetmiş bir sevgilide var olmuştur. Bir maşuk… Yani sevilen, Âşık olunan… Bülbül gül’e Maşuktur, Mecnun Leyla’ya, Kerem Aslıya, Ferhat Şirin’e. Asırlardır anlatılan bu Aşıklar, aslında aşkın kendisini anlatmaya çalışmıştır. Aşk, insanın kendini sevgiliye tam olarak armağan etmesidir. Aşk adanmışlık, yüreklilik gerektirir. Her, Aşka hâsıl gönül, kendi aşkını giydirmeye çalıştı iki bedende. Evet, aşk tek kişilik değil elbet. Büründüğü her ruhu karşısındakine dönüştürmeye çalışır. Âşık maşuk’a, maşuk Âşık’a… Ve bu dönüşüm süresince ne bir rahatsızlık, ne bir acı, ne de kaygı vardır. Bir nokta da acı vardır esasında. O’na dönüşememenin, o olamamanın ıstırabını duyar her âşık. Bir hikâye anlatılır ya;
Âşık ve maşuk birbirilerini çok seviyorlar, ancak bir türlü birbirilerine açılamıyorlar. Bir gün âşık dayanamayıp maşukun evine gidiyor, kapıyı çalıyor.
İçerden bir ses. Kim o?
Âşık cevap veriyor -BEN’im
Maşuk içerden sesleniyor. -git buradan!
Âşık şaşırıyor. İnanamıyor, ama ayrılıyor kapıdan biçare. Dağlar, ovalar dolaşıyor, maşukun aşkından ölecek durumda... Dayanamayıp tekrar maşukun kapısına geliyor, kapıyı çalıyor.
İçerden bir ses. Kim o?
Âşık cevaplıyor -BEN’im
Maşuk içerden sesleniyor. -git buradan!
Âşık deliye dönüyor. Bir türlü anlamıyor aşkının niye böyle yaptığını. Kendini yollara vuruyor. Aşkıyla eriyor da sebebi bulamıyor. Günler ayları, aylar yılarlı kovalıyor. Âşık kendini maşukun evinde buluyor bir gün yine.
Kapıyı çalıyor. İçerden bir ses.
Kim o? Âşık cevaplıyor. -SEN’im
Maşuk içerden sesleniyor. -gir içeri o zaman
İşte gerçekte tam da budur Aşk. Ben’i Sen yapan, Sen’i de Ben yapan. Aşkın insanı ele geçirdikten sonraki yaptırım gücü her ne kadar o beden tarafından inkar edilse de (Çünkü Aşık, aşk onda iken sevgili için her şeye değer mantığındadır...) Bir de acı tarafı var aşkın, acıtan yanı. Güzelliğinin büyüklüğü kadar olacaktır ıstırabı da elbet. O, hangi kalbe girdiyse o bedendeki ruhu esir alır. İnsan, Fuzuli’nin Leyla ile Mecunun’unda olduğu gibi kendini çok zaman karanlık içinde duyar. Tatlı acıdır onun yaşadığı. Aşkın değeri bir ruh-beden bütününde gerçekleşir. Ve bu bütünün parçalarında yaşar hem Âşık, hem Maşuk.
Haydar GENÇ