- 409 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MAZMUN
Özleme karşı savaşı, unutmak için sarf ettiği olağanüstü; kişinin kendini 100 yaşında hissetmesine yol açan çabanın yorgunluğuyla baş edebilmesi takdire şayan.
Soğumuş kahvesinden bir yudum aldı. Gerindi sırtındaki kemiklerin çıtırdadığını duydu. Yazdığı iki sayfanın ne kadar uzun zamanda öğrenildiğini düşündü ve okuyanın bunun anlamını asla tam olarak kavrayamayacağını. Tekrar okudu bu kez de beş cümleden sonrasına tahammül edilemeyecek derecede sıkıcı ve sıradan buldu önündeki metni. Belki de özel olduğunu düşünmekten vazgeçmeliydi. “Egom o kadar büyük ki yazdıklarımın genelliğini fark edemiyorum asla okunmaya değer yazılarım olmayacak” diye düşünürken laptopun kapağını sertçe indirdi. Yatakta uyuyan kedi huysuzca mırıldandı. Güya ona arkadaş olacaktı ama sadece yiyiyor, uyuyor ve çiftleşiyordu nankör hayvan. Sahi neden nankör demişti, bu kanıya bereden varmıştı. İnsanlardan duyduğu buydu çünkü. Sorgusuz, sualsiz kabullenmiş sabah birlikte kahvaltı yaptığı çok samimi olmasa da sahip olduğu tek arkadaşını nankörlükle suçlamıştı. Bir saniyelik düşüncesi diğer insanlarla ne kadar aynı olduğunu fark etti. Kendini cezalandırmak için ne kadar süredir orada olduğunu hatırlamadığı, masanın üzerinde duran artık kekremsi bir tadı olan kahveden bir yudum daha aldı. Balkona çıktı.
Bilmiyordu. Farkındalığın o fark etmeden yüzüne kanata kanata kazıdığı kederli gülümseme artık basit bir insan olmaktan çıktığının kanıtıydı. Farkındalık kabullenmeyle birlikte gelmişti. Marketlerde verilen sanki birbirinden hiç ayrılmamaları gerekiyormuş gibi anormal derecede güçlü bir yapıştırıcıyla deterjana yapıştırılmış yumuşatıcı gibi -deterjanın poşetini yırtmadan ayrılmaları imkânsızdır- mecburen ikisi bir aradaydı. Artık mutlu olamazdı. Sıradan insanların günlük telaşlarından sıyrıldığı için yalnız kalmıştı. Tembel bir kediden medet umuyordu. Anlaşılmayan bir insan olmuştu önce ve bir süre sonrada anlayamayan bir insan. Ancak insan tek başına mutlu olamaz.
Bilmiyordu. Delirmek istiyordu içten içe. Kafasının içinde hayatında olmasını istediği kişilerle kurduğu bir hayat yaşayabilirdi. Zaman zaman kendine fark ettirmeden çalışırdı da buna. Ancak deliremeyecek kadar aklı başındaydı. Feyezanlığa teslim olamıyordu buda hayal ile gerçeklik arasında tuhaf bir dünyada yaşamasına yol açıyordu. Belki de bu yüzden yazar olmaya çalışıyordu. Hayallerinin kendisini hayal kırıklığına uğratmamasını sağlayacaktı böylece. Ne ironi ama. Aklına hala mukayyet olmasının sebebi; hiç takdir etmedikleri için büyük bir nefret duyduğu insanların normal huzurlu, basit hayatlarından birine sahip olabileceğine dair beslediği umuttu. Bunu da bilmiyordu. Bilmediği bu kadar çok şey olması sinirlerini bozuyordu. Nereye işe yarıyordu okuduğu onca şey. Gerçi onlarda kendisi gibi özel olduğunu düşünen delirmeye cesareti olmayan zavallıların saçmalıklarıydı.
Kafasını kaldırdığında olağan üstü büyüklükte ve yakınlıktaki ayı fark etti. Kedisine nankör dediği için utandı. Hala şaşıracağı ne kadar şey vardı hayatta. Kim bilir kaç sevgili birlikte bu aya bakıp birbirlerine söylemeden birbirleriyle ilgili hayaller kuruyordu el ele? Kim bilir kaç sevgili başka yerlerde birbirlerine söyleyemeden birbirleri ile ilgili hayaller kuruyordu acıyla? Bilimsel olarak kalp kırıklığının gerçekten fiziksel acı verdiğini okuduğu makaleyi hatırladı. Sonra İslam’da bir insana aşık olup derdini söylemeden o acıyla ölen kişinin şehit mertebesine ulaşacağını söyleyen kadının gözlerini.
Bununla ilgili yazması gerekiyordu. Herkesin anlayacağı ve okumak isteyeceği kadar aşk acısı vardı içinde. Koşarak bilgisayarın başına geldi oturdu. Kahveden bir yudum daha aldı. Kaç gündür buradaydı bu bardak! Bir daha tongaya düşmemek için kahveyi masadaki çiçeğin dibine döktü. Zavallı çiçek kesin ölecekti.
Defterini eline aldı düşüncelerini toparlayabilmek kâğıda küçük notlar yazardı önce. İlk cümleyi toparlamaya çalıştı. Saatler geçmişti sanki. Zaman, nabzı, Dünya her şey yavaşlamıştı. Komşunun radyosu kendisine söylenen şarkıyı başkasının sesinden kulaklarına çakarken yazabildiği tek şey ismiydi. Buz yanığı gibiydi duyduğu acı. Gözünden bir damla yaş akabilseydi hafiflerdi belki ama ne mümkün? Ağlayabilse bile bu kez de buhar yanığı başlayacaktı. Daha az acımasını sağlayacak hiçbir şey yoktu. Aylardır uğraştığı, bir kaç gündür iyileştirdiğini sandığı yara hala kan revan karşısındaydı işte. Bu gece de sokak lambaları sönene kadar bekleyecekti, karanlığın içinde bir yerde saklanıp kendisine baktığını umacaktı. Nasılda yakışırdı yanına. Evrende yan yana gelen hiçbir varlık bu kadar uyumlu olamazdı. Lokumla pötibör bisküvi bile.
Kalem kendiliğinden kımıldamaya başladı.
“Bir insan boş bir kâğıda kendi ismini yazıyorsa başta niyeti başkadır, başkasıdır aslında. “
Aslında hep şair olmak istemişti. Birkaç satırla insanlara sayfalarca hal anlatabilmek; ama hep geveze bir insan olmuştu. Hep ekleyecek bir şeyleri olurdu. Saçmada olsa yazacak kelimeleri. Şaşırdı susabildiğine. Anlamıştı Orhan Veli’yi. Bazen kelimelerin kifayetsiz kalabileceğini. Ne şiirsel bir hali vardı bu halin ne romantik. Hatta insanca bile değildi. Yaşanmazdı, ölünmezdi, ağlanmazdı, gülünmezdi artık. Kimsenin yaşamasını istemeyeceği bir tecrübeydi bu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.