- 904 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KARISININ KOCASI
‘Davul bile dengi dengine’’ diyenler çok haklıydılar.
Yaşadığımız dünyada, insan; sokakta gezdiği, kahvede kağıt oynadığı ya da balığa çıktığı kişiyi bile seçmekte özenli davranması gerekirken, bu özene uymayanın başına türlü türlü haller geleceği aşikarken, hayat arkadaşını seçerken olmayacak duaya amin derse, başına gelenlere de şaşırmamalıydı.
Siyah smokin giyen damat da, beyaz gelinlik giyen gelin de, düğüne davet edilen konuklar da aslında çok farklı iki ayrı dünyanın insanlarıydılar.
Görgüleri, kültürleri, yaşam biçimleri, dünya görüşleri, olaylara yaklaşımları, ekonomik durumları dikkate alındığında, kıyamet kopsa, bu ikili bir araya gelemez diyenler bu garabet karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor, birbirlerine kaş göz işareti yaparak ‘Tehlike’’ sinyali veriyorlardı.
2 ayrı felsefeyi temsil eden biri erkek biri dişi iki kişi, Eylül ayında, düğün için seçilen açık alanda, dalları neredeyse tüm alanı kaplayacak kadar uzamış tarihi çınar ağacından dökülen sarı yaprakların eşliğinde nikâh masasına oturdular, imzalar atılıp masadan kalktıklarında kanun karşısında karı kocaydılar.
Nasıl olmuştu da, yazla kış, sıcakla soğuk, aydınlıkla karanlık, yaşla kuru arasındaki taban tabana zıtlıklara benzeyen farklılık aşılabilmiş, olamaz, mümkün değil denilen birliktelik sağlanabilmişti?
Bu sorunun cevabı, ikili arasındaki arkadaşlık tohumlarının atıldığı mekânda, Uludağ Üniversitesi İktisat Fakültesinin duvarların dışına taşan alaylı dedikodu fısıltılarındaydı.
Hamdi, dünyaya gözlerini Uludağ’ın bir dağ köyünde açmıştı..
Köy hayatı zorluydu, Uludağ’da daha da zorluydu.
Toprak azdı, iklim sertti, hastalık olsa, Bursa’ya ulaşım meseleydi.
Babası, Hamdi 5 yaşındayken, Bursa’da bir iş ayarlamıştı, buna güvenerek ailesi almış, Bursa’ya taşınmışlardı, Bursa’nın Uludağ eteklerine yaslanmış bir mahallesinde oturuyorlardı.
Satın alarak oturdukları eski ev, 5 ayak merdivenle aşağı inilen dar bir sokak içerisindeydi.
Sokak o kadar dardı ki, bazı yerde evlerin arası 1,5 metreye kadar düşüyordu.
Yerleştikleri mahalle, şehir merkezine yayan 15 dakika yürüyüş mesafesinde olmasına karşın, bir hayli bayır olduğundan, kenar mahalle sayılıyordu.
Kenar mahallelerinin de kendine özgü kuralları ve yaşam biçimi vardı.
Mesela, burada oturanların pek çoğu, 93 harbi sonrasında Kırım’dan Bursa’ya göç ederek Bursa’yı yurt edinen Tatarların torunlarıydı.
Normal konuşurken bile küfürleşmek, içki içmek, kumar oynamak burada sıradan hadiselerdendi.
İçkinin, kumarın bol bulunduğu yerde de sık sık hır gür çıktığından, kavga dövüş eksik olmazdı.
Neredeyse her akşam mahallede hır çıkar, birilerinin kafası yarılır, gözü patlardı.
Bazen de işe aletler karışır, inceden hacamat yapılırdı.
Hamdi’nin babası, yerleşmek için Bursa’da bula bula burayı mı buldum derken, artık geçmişte yapılan hatadan dönüş olmadığından katlanmak zorunda kalıyordu.
Hamdi, mesafe olarak, Bursa’nın gelişmiş semtlerinden fazla uzak olmasa da, yaşam biçimi olarak sanki yüzlerce kilometre ötedeymişçesine farklı bir yaşamın olduğu mahallesini çok seviyordu.
Çocukluğu ve ergenliği bu mahallede geçmişti.
Mahalle çocukları arasında çıkan kavgalarda bazen dayak yemiş, bazen de dayak atmışlığı vardı.
Mahalleli, birbiriyle kavga etmediği nadir günlerde de bitişik mahallede oturanlarla hiç yoktan kavga çıkarırlardı, ortalığı karıştırırlardı.
Maksat, hareket ve eğlence olsundu.
İlk, orta ve liseyi bitiren Hamdi, yüksek öğrenimini Bursa’da faaliyet gösteren Uludağ Üniversitesi’nde yapıyordu.
Okulda Hamdi’nin işi hem kolaydı hem de zordu.
Kolaydı, zaten Bursa’da oturduğundan ve icabında okula bir otobüsle gidebildiğinden, şehir dışından gelenlerin kıskanacağı bir özelliğe sahipti.
Zordu, ailesi Uludağ köylerinden gelmişti, Bursa gibi bir büyük bir kente uyum zorluğu yaşadıklarından Hamdi’de bu olumsuzluktan fazlasıyla etkilenmişti.
Dağ köyünün kültüründen kurtulamayışı, kenar mahallede büyümüş olmanın getirdiği zorluklar ve en önemlisi de Hamdi’nin yapı olarak çok gösterişli bir fiziğe sahip olmasına rağmen, içe kapanık biri oluşu handikap yaratıyordu.
Karşı cinse karşı çok çekingendi, bu da okuldaki kızlar arasında alay konusu oluyordu.
Boylu, poslu aslan gibi çocuk ama yüreksiz diyordu kızlar kendi aralarında Hamdi’den bahsederlerken.
Olmuyordu, bir türlü yapamıyordu Hamdi, kızlarla iletişim kuramıyordu.
Kendi kendini gaza getirip bu defa birisine arkadaşlık teklif edeceğim dese de, kızın yanına yaklaştığında önceden ezberlediği bütün güzel sözler aklından uçuyordu.
Söze nereden başlayacağını bilemiyor, kem küm ediyor, konuşma zorluğu yaşayınca da yüzü domates gibi kızarıyordu.
Bir gün, hiç ummadığı bir anda okuldaki kızlardan biri Hamdi’ye sokulmuş, yakınlık göstermişti.
Kız güzel değildi, sıska vücutluydu, sırık gibi boyu vardı, Allah’ın dağıttığı güzellikten fazla nasiplenememişti.
Ama Hamdi kızdan etkilenmişti.
Hem de ne etkilenme.
Gece gündüz kızı düşünür olmuştu.
Kız da Hamdi’den etkilenmişti ve de Hamdi’ye ayar çekmiş, etkisi altına alıvermişti.
Hamdi’nin kıza tav olması, bir parça başka bir kızın pas vermemesi olduğu gibi, bu kızın ailecek çok varlıklı olması da Hamdi’yi etkileyen sebeplerin başında geliyordu.
Kız çok varlıklı bir evin tek kızıydı, anası babası üzerine titriyorlardı.
Ailesi Bursa dışından gelmişlerdi ve mali kaynakları biraz karanlık olsa da neticede adamı parayla dövecek bir güce sahip olduklarından etraflarında –göstermelik bile olsa- bile çok dalkavuk vardı.
Okul bitince Hamdi ve kız evlendiler.
Canım cicim günleri bitmeden bu güne kadar Hamdi’nin düşünemediği bir olumsuzluk zuhur etmişti.
Gelin Hanım, ne Hamdi’nin anasını babasını sayıyor ne de oturduğu evi ve mahalleyi beğeniyordu, gelip gitme olayı yaşanmıyordu.
Hamdi, baba evine gelirken bekârlık günlerinde olduğu gibi tek başına geliyordu, ana babasını görüyor, çarşı izni bitmiş erin birliğine döndüğü gibi evine, eşinin yanına dönüyordu.
Pardon; burada gelin hanımın hakkını da yememek lazımdı.
2 dini bayramda, 15–20 dakikalığına uğruyorlardı.
Gelin Hanım kendini öylesine havalarda görüyordu ki, eski ama çok temiz olan koltuklara bile sanki çöplükten alınmış bir koltukmuşçasına iğretiden oturuyordu.
Kendini Uludağ’dan daha büyük sanıyordu.
Bayram münasebetiyle yapılan tatlılardan ikram edilince, burnunu kıvırıyor, rejimdeyim diyordu.
Hamdi’nin ana babası duruma çok üzülüyorlardı ama çocuklarının hatırına geldiği nadir günlerde tatlı dil, güler yüz göstermeye çalışıyorlardı.
Gelinin evine ise çok nadiren, o da gelin hanım lütfederse gidebiliyorlardı.
Çocukları, durumdan hoşnut olmasa da, ‘düştüm bir kere’ diyerek yapılan bütün bu olumsuzlukları sineye çekmek zorunda kaldığını söylese de inandırıcı olamıyordu.
Olamıyordu, çünkü ne karısına ne de karısının ailesine tavır koyamıyordu.
İç güvey konumundaydı, kendini onlara mahkûm hissediyordu.
Bir gün Hamdi’nin annesi hastalandı, doktordu, tahlildi, röntgendi derken durum anlaşıldı, zavallı kadın kolon kanseriydi.
Ameliyat oldu, ameliyattan 1 ay sonra kemoterapiye başlandı.
Kemoterepi süreci çok zorluydu.
İlaç alındığından 2 gün sonra kusma, ishal, bitkinlik başlıyordu.
Başı dönüyordu, ayağa zorlukla kalkabiliyordu.
Neredeyse yatağa mahkumdu.
Kızı da yoktu ki yardıma gelsindi
Konu komşu, elerinden geldiğince yasrdım etseler de akşam olunca herkes kendi evine gidiyordu.
Elden gelen övün olmuyordu o da vaktinde bulunmuyordu.
Hamdi’nin babası sakat haliyle ev işlerine yardımcı olmaya çalışıyordu.
Ayakta durmaya zorlansa da mutfak tezgâhına dayanarak bulaşık yıkıyor, erzak temizliğini ise sandalyede oturarak yapabiliyordu.
Yemek yapmak başlı başına bir sorundu.
Soğanı doğramak, tencereye yağ koymak, salçasını koyarak malzemeyi kavurmak, yeterince kavrulduğunda da suyunu vermek, hasta kadının gözetimi ve talimatları doğrultusunda sakat adamın işiydi.
Ev temizliği, yemek yapmak, bulaşıkların yıkanması sorun değildi de, böylesine zor bir zamanda unutulmuş olmak, bir telefonla bile hatırlanmamak kadının çok zoruna gidiyordu.
Ben onlara ne yaptım ki beni arayıp sormuyorlar? Diye gözyaşı döküyordu.
Hiç üzülme dedi adam; gözü ağlamaktan kan çanağına dönmüş eşine…
Kabahat gelinde değil, senin oğlunda.
O; bebekken hastalandığında, geceler boyu uykusuz kaldığında, altını pislediğinde, karnı acıktığında, okula giderken cebine harçlık koyduğunda, derslerine yardım ettiğinde senin oğlundu.
Ne yazık ki o bugün senin oğlun değil.
O; karısının kocası…