- 781 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SURİYE MÜDAHALESİ ve TÜRKİYE!!!
Uzun zamandır yazmıyor olmanın verdiği rahatlık ve böylesine bir konu ile dönüyor olmanın verdiği rahatsızlıkla yazıyorum bu satırları. Hiç ama hiç yazmak istemiyor canım lakin mevzu o denli ciddi ki, Suriye’de yakılacak ateşe Türkiye de bir odun atarsa, işin çığrından çıkma olasılığı çok yüksek. Bu yazıda yakın zamanda gerçekleşecek olan Suriye müdahalesinin olası sonuçları üzerinde durulmuş ve Ortadoğu’yu bekleyen tehlikelerin altı çizilmiştir. Konuya geçmeden önce küçük bir itiraf ve utanç paragrafıyla başlamak istiyorum:
Bu makaleyi yazarken aklımda hep Iraklı kadınların çığlığı ve o kadınların çocuklarının toza toprağa bulanmış cansız bedenleri olacak. Bu satırları yazarken aklımda Ebu Garip hapishanesinde onurları ayaklar altına alınmış Iraklı erkekler, Bağdat’ın şimdilerde duyulmayan çığlığı var olacak. Suriyelilerden özür dilerim! Siz can verebilecek kadar yiğitken ben yazamayacak kadar korkak ve gerçeği afişe edemeyecek kadar acz içindeyim. Çocuklarıma anlatabileceğim bir hikâyem yok ama siz ve sizin gibi Mısır’da, Lübnan’da, Irak’ta, Yemen’de, Tunus’ta ve daha bir sürü yerde hikâyeleri anlatılacak olan kundakta bebekler var. O bebeklerin savaşırken şehit edilen babaları, dul kalan anaları var. Kolları ve bacakları mayınlarla, bombalarla paramparça olan çocuklar var. Siz ve sizin gibi insanlık onurunu bedenindeki yaralarla taşıyan insanlar, bizim gibi diz kapağında, dirseğinde mahalle arası oyunlarında aldığımız yara izlerimizle bizleri utandırıyorsunuz. Biz nefes alırken zorlanmıyoruz sizin gibi. Biliyorum! Ben bu satırları yazarken siz hala şehit oluyor, kanıyorsunuz. Bense tek tesellim olan aczime sığınıp sizden af diliyorum. Beni ve benim gibi nice insanı bağışlayın. Çünkü biz, sizin ‘’Güneşi Gördüğünüz Aydınlık Gecelerde’’ huşu içinde kadercilik oynuyor ve uyuyoruz. Akşam bültenlerinde size dair haberler izliyor birkaç saniye dua ve beddua okuyarak görevimizi yerine getirdiğimizi sanıyoruz. Haber programları bitiyor, çok sevdiğimiz pembe diziyi ya da gülmekten yerlere yattığımız yarışma programlarını izliyoruz. Ağlayamıyoruz da. Ağlamak haklılıktan gelse de ağlayamıyoruz işte. Ağlayanımız da samimi değil. Rüzgârlı bir havada gözümüze kaçan bir toz ağlatıyor bizi ama bedeninize saplanan kurşunlar, tepenize yağan ve yağacak olan bombalar ağlatmıyor bizi. Sanmayın gözümüze kaçan bir toz zerresi kadar değeriniz yok. Aksine gözümüzde ruhumuzun hüznünü yıkayacak kadar, yani size yetecek kadar gözyaşı olmayışıdır, ağlayamıyor olmamızın nedeni.
‘’Bir Amerikan askerini Türkiye’de tutmak bize yılda 90 bin dolara mal oluyor. Oysa bir Türk askerinin Türk hükümetine maliyeti yılda 6 bin dolardır.’’
Yukarıda alıntıladığım söz 24 Nisan 1993 tarihinde dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Richard Perl tarafından rahmetli Mehmet Ali Birand’a Milliyet gazetesi için verilen röportajdan alınmıştır. Neredeyse aradan yirmi yıl geçti. Bu sözü doğrulayacak pek çok hadise yaşadık. En son 2006’da İsrail Lübnan bataklığına saplandığında ‘’müttefikimiz’’ ABD Türk askerinin Lübnan için harekete geçmesi konusunda baskı yapmıştı bize. Gittik de. İsrail bizim gidişimizle geri çekildi. Kontrolü biz aldık sonra biz de geri çekildik. Ama Lübnan’da Hizbullah’la savaşmadık. Afganistan’a NATO görevi münasebetiyle gitmiştik. Savaşmadık. 1 Mart 2003 Irak tezkeresi gündeme gelip reddedildikten sonra Bakanlar Kurulu kararı ile pek çok liman ve hava üssünü ABD kullanımına açtık. Yine de savaşmadık. Lakin Suriye’de savaşa fiilen katılma ihtimalimiz var. Neden mi?
Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, "Uluslararası normların korunması uluslararası toplumun önceliğidir. Türkiye ile savunma anlaşmamız var. Müttefikimiz Türkiye’yi savunmaya yönelik taahhüdümüz var."
Earnest bu sözleri 29 Ağustos 2013 akşam saatlerinde söyledi. Türkiye’ye bir saldırı olursa, kendini koruyamayacak kadar aciz olan, hasta olan Türkiye’yi biz koruyacağız diyor. Sayın yetkililerimiz egemenlik hakkımızı hiçe sayan ve bizi küçük düşüren şu cümleler karşısında tek kelam etmiyorlar. İşin egemenlik boyutu bir yana da içerdiği anlam daha da önem kazanıyor şuan ki durum itibarıyla.
Ne Suriye ne de İran Türkiye’ye saldıracak kadar aptal yöneticiler tarafından yönetilmiyorlar. Ancak İran’ın, Suriye’nin elden çıkmasını kendisi için hayat memat meselesi sayması az da olsa Türkiye’ye karşı saldırgan bir politika izleyebileceği gerçeğini karşımıza çıkarıyor. Bu noktada şunu da eklemeliyim ki Earnest’ın bu söylemleri bir zamanın meşhur ‘’Yeşil Kuşak Projesi’’ döneminde de söylenmişti. Bizi olası çatışmanın içine çekmek isteyecek olan ABD’nin bir oyunu olma ihtimali olsa da İran’ın bize karşı saldırgan politika izleyebileceği ihtimalini de görmek gerekir.
1980 yılında Amerikan menşeli bir askeri dergi olan Armed Forced Journal’de dönemin Amerika savunma müsteşarı SSCB hakkında bir kamyon konuştuktan sonra Türkiye’yi kast ederek:’’ Bu gerçekte tehdide muhatap olmadığı anlamına gelmektedir.’’ Diyordu. Yani aslında SSCB bizim için bir askeri tehdit oluşturmuyordu. Ancak Amerikalılar bizi aksine inandırmış ve tıpkı şimdi olduğu gibi siz kendinizi koruyamazsınız, sizi biz koruruz demişlerdi. Zaten sürekli olarak açtıkları Amerikan ve NATO üslerine yenilerini eklemek için zemin hazırlıyorlardı kendilerine. Yıl 2013. Hala aynı söylemler devam ediyor. Ve sömürü beyinli yöneticilerden çıt yok. Ama dert etmeyin. Büyük ülke olduk. Hedef 2053…
Ortadoğu’da emperyalist bir oyun oynanırken, bölgenin gelecek 50-60 yılı planlanırken Türkiye’nin oyunu kurgulayanların yanında yer alıyor ve taraf oluyor olması aklıma 1947’den bu yana yani NATO’ya girdiğimiz tarihten itibaren bu ülkeyi ABD’nin kapı kulpu yapan basiretsiz yöneticilere okumak üzere bin bir türlü bela getiriyor. NATO eski genel sekreteri Peter Corrington ‘un da dediği gibi:’’Düşman veya tarafsız bir Türkiye komşularımızla ilişkilerimizi, savunma politikamızı zorluklara iter. Stratejimizin inandırıcılığını zayıflatır.’’
Şu halde Türkiye, Suriye’ye karşı yapılacak olan bir müdahalede Amerika’nın yanında yer almalıdır ki, Ortadoğu’daki Amerikan politikaları hem inandırıcı olsun hem de başarıya ulaşsın. Peki, nedir bu başarıya ulaştırılmak istenen Amerikan politikaları? Türkiye bu politikalara destek vererek ne elde edebilir? Neleri elde etmek istiyor? Gelin bu soruların cevabını arayalım hep beraber.
20 Mart 2003’te başlatılan ‘’Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu’’ ile Irak işgal edilmiş ve hepimizin malumu olan süreç yaşanmıştı. Amerika’nın Irak işgali çoğunluk tarafından petrol kaynaklarını ele geçirme operasyonu olarak algılansa da asıl hedefin bu olmadığını çok açık söyleyebilirim. Asıl hedef Saddam ve O’nun petrol ihraç politikasıydı. Europan Central Bank ile 1 Ocak 1999 yılında işleme giren Euro’nun, dünya ticaretindeki Dolar hegemonyasını çatırdatabilecek düzeye geldiğini gören Saddam petrolü artık Dolar’la değil de Euro ile ihraç edeceğini söylemesi herkesi çok şaşırtmıştı. Bunu söylediğinde Euro-Dolar arasında dolardan yana açılan bir makas vardı. Yani Saddam zararına petrol ihraç etmeyi düşünüyordu. Lakin zaman ilerledikçe Euro-Dolar karşısında güçlenmiş, Saddam kaybettiği döviz girdisini de misliyle geri almaya başlamıştı. Aynı politikayı hem Suriye hem de İran uygulayacağını söylemiş, bu söylem Petrol İhraç Eden Ülkeler (OPEC) arasında yankı yapmış ve örnek teşkil etmişti. Suriye ve İran’ın bu politikaları ABD daha Irak’tan çekilmemişken iki ülkeyi hedef tahtasına oturtmaya yetmişti bile. Irak işgaliyle birlikte OPEC ülkelerine gerekli mesaj verilmiş, Petrolun ihracı için geçer akçenin Dolar olarak kalması büyük ölçüde garanti altına alınmıştı. Lakin Suriye ve İran bu politikalarında ısrar ediyor pazara Euro ihracı petrol sokuyor bu da ABD’nin mutlak Dolar üstünlüğünü zedeliyordu. Buna müsaade edilemezdi. İki ülkeye hala daha devam eden ambargolar uygulanacak, İran ve Suriye ekonomik yaptırımlarla karşı karşıya bırakılacak ve bu politikalardan vazgeçirilmeye çalışılacaktı. Euro ile ihraç edilen Suriye ve İran petrolü petrol fiyatlarını bir nebze olsa da aşağıya çekiyor ancak baskı altına alındıktan sonra Suriye ve İran petrol ihraç edemiyor, bu durum petrolün varil fiyatına yansıyordu. Ancak Amerika bu ülkelerin üzerindeki ambargoyu kaldırırsa dolaşıma Euro üzerinden sokulacak petrol, varil fiyatını dolar bazında aşağı çekecek dolayısıyla zaten sıkıntı içinde olan ABD ekonomisi daha da gerilecekti. Zaman sonra Rusya’nın Dolar ile Euro arasındaki bu flörtü fark etmesi kendisine ABD’nin ekonomisini çökertebileceği fikrini sunmuş, Rusya-Suriye yakınlaşması bu noktada başlamıştı. Durumu sezen Amerika Suriye’nin başına ayrılıkçıları musallat etmiş üretimini çeşitli sabotelerle engellemek istemiş ve bunda da başarı sağlamıştı.
Dahası İran petrolünü Avrupa’ya açan kapı olan Suriye’nin içindeki bu karışıklıklar İran’ı da etkilemiş, petrol ihracı iyice gerilemişti. İşte Amerika’yı Akdeniz havzasında savaşa sürükleyen olaylar dizisi böyle gelişmiş, işin içine İsrail çıkarları da girince ABD donanmasının artık Akdeniz’e gelmesi kaçınılmaz hale gelmişti.
FED’in şu dönemde parasal daralmaya gitmesi de olası bir operasyonun başarısızlığı halinde doların daha da değer kaybedebileceğini göze alarak yapılan bir parasal daralma olarak nitelendirilebilir. Yani Amerika’nın Suriye operasyonun arkasındaki ekonomik neden sanıldığı gibi petrol kaynakları değildir. Ayrıca Suriye ve İran doğudan gelen enerjinin nakil yolları üzerinde yer alan iki ülke olması da dikkate alınmalı.
Peki, ABD siyasi açıdan neleri amaçlıyor? İsrail bu amaçların neresinde yer alıyor? Belki de üzerinde durulması gereken asıl mesele şu anda bu. Birinci derecede önem taşıyan konu bölgede İsrail’in güvenliğini sağlamaktır. Bunun için mezhepsel ve etnik ayrışma körüklenmeli, ülkeler neredeyse mahalle mahalle bölünmelidir. Irak bu nedenle üç parçaya bölünmüştür. İsrail kaynaklarına göre de Suriye 4-5 parçaya bölünerek bu parçalar kendi aralarında çatışmaya zerk edilmelidir ki birbirleriyle dalaşmaktan İsrail ile mücadeleye girecek zaman ve enerjileri kalmasın. Bu bölünmelerin ilk adımları şu sıralar göçlerle atılıyor. Suriye-Lübnan sınırında ve Suriye-Türkiye sınırındaki mülteci akınları hız kazandı. Bu siyasi hesapların en önemli ayaklarından birisi de Lübnan ve dolayısıyla Hizbullah’tır. Müdahale Lübnan’a muhakkak sirayet ettirilmek istenecektir. Dahası hala daha Lübnan’da esir olan iki pilotumuz da kullanılmak istenebilir. Bizi Ortadoğu’nun çöllerinde sonu gelmeyecek bir çatışma ortamına dâhil edebilecek kadar veri ABD ve İsrail’in elinde mevcut.
Peki, İsrail açısından Suriye’nin önemi bu kadar mı? Tabi ki hayır! Suriye Lübnan ile İran arasında güvenli geçişi sağlayan ülkedir. Lübnan’da ise daha evvel de söylediğim gibi Hizbullah yani İsrail’in savaşıp da yenemediği tek güç olarak varlığını devam ettirmektedir. Hizbullah yok olmadığı müddetçe İsrail’in güneye genişleme politikasını uygulayabilmesi mümkün görünmemektedir. O halde Hizbullah ortadan kaldırılmalıdır. Amaç, Suriye’yi düşürerek Lübnan’a bu ülke üzerinden giden lojistik desteği kesmektir. Biliyoruz ki; Bu guruba lojistik desteği İran Suriye üzerinden göndermektedir.
Son tahlilde Suriye kaosa sürüklenmeli, etnik ve mezhepsel olarak ayrıştırılmalıdır. Çünkü kendi içlerinde kavga edecek olan Suriye’nin etniksel ve mezhepsel gurupları silah üretecek kapasiteye asla sahip olamayacakları gibi İran’dan Lübnan’a gönderilecek olan silahları kendileri için alıkoyacaklar en kötü ihtimalle İsrail operasyonlarıyla Lübnan’a yani Hizbullah’a ulaşmadan imha edileceklerdir. Şu halde Suriye’nin düşmesiyle İsrail daha evvel savaşıp yenemediği Hizbullah’ı bitirebilmek için yeniden Lübnan’a girecek ve Hizbullah’ın varlığına son vermek için elinden gelen gayreti gösterecektir. Hizbullah bunu gayet iyi bildiği için Suriye’de Esed’e destek veriyor, varını yoğunu ortaya koyuyor. Ve nihayetinde Kudüs… Burayı iyi ya da kötü savunabilecek olan yine Hizbullah’tır. Hizbullah’ın düşmesiyle, İsrail’in zaten yavaş yavaş yıktığı Mescid-i Aksa’yı yerle bir etmesi, Kudüs’ü başkent ilan etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Hizbullah yok olursa, İsrail genişleme yönünü kuzeye ve doğuya doğru çevirecektir. Suriye topraklarında zaten bir birleriyle kavga etmekten harap olan gurupları olmadık bahanelerle suçlayacak, üzerlerine gidecek ve bu gurupları bir şekilde bertaraf edip genişleme politikasını sürdürecektir. Bu da etrafta Filistin gibi nice dramlara sahne olacak yeni yeni Filistinciklerin ileride sıkça karşımıza çıkacağını gösteriyor.
Amerika açısından sıkıntı teşkil eden bir konu da hâlihazırda Suriye’de rejime karşı savaşan Radikal İslam gruplarıdır. Bu grupları her ne kadar zamanında Pakistan’da, Afganistan’da bizzat CIA eliyle kendisi eğitse de bu grupların Gayri Müslim gruplara hatta ve hatta Sünni olmayan Müslüman gruplara da tahammülü olmadığı Amerika tarafından gayet iyi biliniyor. Aynı grupların BM yetkililerince kanıtlanan kimyasal saldırıları olduğu da biliniyor. Şu halde Esed’in gitmesi halinde oluşacak otorite boşluğunda kimyasal nitelik taşıyan mamullerin bu selefi gurupların eline geçme ihtimali çok yüksek. Bu durum da silahların da İsrail’e karşı kullanılma ihtimalini ortaya çıkarıyor.
Zannımca ABD önce askeri yönden Esed’in gücünü kıracak bu radikal grupların önünü açacak ve Esed’in kellesini bunlara aldıracak, ardından bu gruplar için başka bombardımanlar yaparak söz konusu grupların bölgeyi terk etmesini sağlayacak ya da onları imha edecektir. Tabi ki tüm bunlar yaparken yanı başında yer alacak olan Türkiye açık hedef olacaktır. Hava alanlarımızın ve son olarak Kürecik’te kurulan radar istasyonlarının vurulması, Türkiye’yi hâlihazırda bir askeri operasyona sokabilir. Bu da Amerika’nın bombardımanlarla yol açtığı selefi guruplara ya da ÖSO’ ya bir müttefik olarak ordumuzu dâhil edebilir. Her ne kadar imkânsız gibi görünse de Earnest’ın açıklamaları bu ihtimalin hiç de uzak olmadığını göstermektedir. Dahası eğer herhangi bir şekilde Türkiye’ye saldırı olursa, bu artık NATO’nun sorunu olacağından devreye başka güçlerin girmesi de ihtimaller dâhilindedir.
Bir önemli nokta ise, Suriye’nin enerji nakil yolları üzerinde olmasıdır demiştim. Esed’in gitmesiyle oluşacak otorite boşluğunda bu gruplar, söz konusu hatları sabote edebilir. Bu nedenle de bertaraf edilmeleri Amerika çıkarlarına uygundur.
İran Suriye’ye yapılacak operasyonun neresinde? Bu sorunun cevabını kısmen de olsa vermiştik aslında. Fakat biraz daha detaylandırmamız gerek. Mısır’da Mübarek’in devrilmesi ve Müslüman Kardeş kökenli birinin başa geçirilmesindeki temel amaç, Suriye’de de bir Müslüman Kardeş kökenli liderin yönetime getirilmesi ardından Türkiye-Suriye-Mısır üçlü Sünni bloğunu Şii İran’a karşı örgütleyip İran’ı zayıflatılması ve çökertilmesidir. Ancak Suriye’de Esed’in üç yıla yaklaşan bir zamandır düşürülememesi bu planı bozmuş, Mısırda Rockeffeler ailesinin destek verdiği Mursi’ye karşı Rothschild ailesi karşı darbe yapmış, ABD’nin bu planı tam anlamıyla suya düşmüştür. Bu da Şii İran’a karşı Sünni bloğun önemli bir ayağı olan Mısır’ın düşünülen ittifaktan zorunlu olarak çıkarılmasına ve Suriye’ye askeri bir operasyonun yapılmasına zemin hazırlamıştır. Dikkat edilirse İngiltere parlamentosu Suriye’ye müdahaleye sıcak bakmadıklarının altını çizmektedir. Nedeni bu ülkede adı geçen Rothschild ailesinin etkinliğinden kaynaklanmaktadır.
Şu halde Suriye’de Esed’in devrilmesi, İran’ın da ölüm fermanı anlamına geldiği için İran da Hizbullah gibi varını yoğunu ortaya koyacak ve her yolu deneyecektir. Bu yollara gerekli gördüğünde Türkiye’yi de vurabilecek olması dâhildir. Öte yandan İran’ın, Amerikan saldırısına karşı, İsrail’i koz olarak öne sürmesi ABD’nin bir nebze düşünmesine neden olsa da, en son Malatya Kürecikte kurulan radar üssü İran’da havalanacak olan bir serçeyi dahi görebilecek kadar iyi durumdadır. Yani İran’ın İsrail salvosu, Türkiye’nin Malatya’sından rahatlıkla savuşturulabilecek durumdadır. Bu da bizi İran ile karşı karşıya getirmek için yeterli bir nedendir.
Rusya bu denklemin neresinde? SSCB’nin çökmesinden sonra, iki kutuptan tek kutba dönen dünyanın, Rusya’nın da dâhil olmasıyla artık yeniden ikili kutba doğru çekilmeye başladığını söylemek çok güç olmasa gerek. Ancak hala daha Rusya ABD’yi tam olarak dengeleyebilecek etkinlikte değildir. Şangay Beşlisi’nin NATO’ya karşı önemli bir rakip olacağı kesindir. Ancak bu gurup henüz kemale ermediği için Rusya mahzun kalmaktadır. Bu küresel satrançta Rusya daha aktife olmak için Suriye’yi bırakmaması gerektiğini çok iyi biliyor. Euro’nun dolar imparatorluğunu çökertebilecek güce sahip olduğunu Saddam’la beraber keşfeden Rusya o dönemde merkez bankasındaki rezervleri Dolar’dan Euro’ya aşamalı olarak kaydıracağını söylemiş ve bunu da uygulamıştı. Dolayısıyla ABD-Rusya arasındaki savaş aslında sadece Suriye ile sınırlı değil. (Çin’de aynı gerçeği görmüş ve reverv para olarak Euro-Dolar değişimi yapacağını vurgulamıştı. Bana göre Çin’in konuyla doğrudan bağlantılı olmaması nedeniyle üzerinde durmuyorum.)
Diğer taraftan lise kitaplarında Rusya ile ilgili klasik bir tabir vardır. Bu tabir klasik olduğu kadar gerçekliği olan bir tabirdir. Sürekli olarak Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasından bahsedilir. Çok gerçekçidir. Bu gün Adriyatik’e kıyısı olan bütün Slav kökenli ülkeler ‘’Turuncu Devrim’’lerle neredeyse muhtarlıklara bölünmüş ve bu muhtarlıkların her birinde de onlarca Amerikan üssü konuşlandırılmış durumdadır. Yani Rusya’nın Balkanlar üzerinden sıcak denizler diye tabir edilen Akdeniz havzasına inmesinin yolu kesilmiştir. Öte yandan Afrika kıtasının batısına açılmak için önemli bir nokta olan Libya 19 Mart 2011 tarihinde Rusya’nın da onay verdiği NATO bombardımanıyla yerle bir edilmiş, 50-55 bin masum insan ölmüş ve bölge karışıklığa itilmiştir. Rusya bu bombardımanda yaptığı hatayı tekrar etmemek adına Suriye için uçuşa yasak bölge fikrini de, NATO’nun müdahale etmesi fikrini de Çin’le beraber veto etmiş, ABD’yi NATO koalisyonu dışında bir müdahaleye itmiştir.
Bu durumda Hüseyin Çelik’in de dile getirdiği Kosova Modeli gündeme getirilmiştir. Müdahale modelinin, tipinin ne olduğu çok önem arz etmediği için üzerinde durmayacağım. Ancak bir noktanın altını çizmem gerek: Hangi müdahale tipiyle olursa olsun, Suriye’ye müdahale edilmesi durumda Rusya’nın Akdeniz’de herhangi bir askeri operasyona girişebileceğini düşünmüyorum. Zira destek yollarının hem Balkanlar’dan hem de Hazar civarından iyice kapalı olması, Rusya’nın elini zayıflatmaktadır.
Peki, tüm bu senaryolarda Türkiye’nin kazancı ne olacaktır? Ya da ortada bir kazanç söz konusu mudur? Belirtmek gerekir ki bu senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesi Türkiye’ye orta ve uzun vadede hiçbir getiri sağlamayacaktır. Suriye’de iç savaşın başladığı ilk günlerde Sayın Dış işleri Bakanımız Davutoğlu’nun Esed’e birkaç haftalık ömür biçen ve reel politikte karşılığı olmayan açıklamalarıyla çizilen siyasi karizmasına atılacak cilayı saymazsak eğer.
Türkiye adına yukarıda saydığımız tehlikelerin dışında bir de ‘’Çözüm Süreci’’ denen ve ne olduğunu hala daha anlayamadığım süreçle iyice palazlanan siyasal PKK ve onun ülkenin Doğu ve Güneydoğu’suna iyice hakim olmaya başlayan şehir yapılanmalarının yarattığı tehlike var.
Tüm gözler Suriye üzerindeyken PKK bu bölgede gücüne güç katmak isteyecektir. Henüz operasyon başlamamışken bir takım uygulamalara giriştiği (örneğin her evden bir PKK üyesi almak, öz savunma birlikleri oluşturmak, şehitlik açmak vs…) biliniyor, basından takip edilebiliyor. Ancak daha da vahimi PKK terör örgütünün bölgede gittikçe siyasi bir aktör halini aldığıdır gerçeğidir. Bölgede şu an mecliste bulunan ve şimdiye kadar örgütün siyasi uzantısı olarak çalışan partiyi geride bırakacak AKP’nin de bölgede oylarını eritebilecek potansiyele sahip başka bir oluşum sessiz sedasız 19 Aralık 2012 tarihinde Hüda-Par adıyla hayata geçirildi. Bu parti İslami hassasiyeti ön planda olan insanların önderliğinde kuruldu. Hakkında pek fazla araştırma yapmamakla beraber ilk izlenimlerim, bizzat PKK’nın desteklediği hatta ve hatta oluşumuna katılmış olabileceği ihtimali hiç de azımsanamayacak düzeyde bir oluşudur. Bölge halkının dini duygularına seslenerek oy devşirmeyi deneyecek, Barış ve Demokrasi Partisi’nden de yüklü miktarda oy çalacağına inandığım bu parti PKK’nın yeni siyasal yüzü olarak karşımıza çıkacaktır.
Bir başka enteresan durum ise PKK’nın liderlik pozisyonunda yaşanıyor. Bana göre İmralı Canisi’nin artık dağdakiler için pek fazla bir öneminin kalmadığını çözüm süreci denen süreçte gördük. APO çekilin demişken ve çekilme işlemin Haziran 2013 tarihi itibariyle biteceğini söylemesine rağmen çekilmenin yüzde yirmilerde dolaşması buna işarettir. Ancak örgüt içinde Murat Karayılan’ın etkinliğinin artması, bu ismin de İran’ın Kürt kolu olan PJAK ile yakın ilişkisi Suriye düştükten sonra bizi İran’la karşı karşıya getirmek isteyecek olanların ekmeğine yağ sürektir. Gelecek yıllarda Karayılan-İran-Türkiye üçgeninde neler yaşanır izlemek gerek.
İşin daha da ilginç yanı, basınımızda çeşitli PKK gruplarının tövbe ettiğini İslam’ı kabul ettiğini söyleyen haberlerin yayılmış olmasıdır. Hatta ve hatta Abdullah Öcalan’ın koğuşunda namaz kıldığı dedikoduları da sızan ya da benim inancıma göre sızdırılan haberler arasında. Görünen o ki PKK imaj yapılanmasına girmiş süreçte fazlasıyla eskiyen BDP örgütünü HÜDA-PAR ile değiştirerek toplum desteğini tabana yayma çabasına girmiştir. Önümüzdeki seçimlerde adı geçen partinin mecliste olma ihtimali çok yüksek. Söylediklerim kehanet falan değil. Ben de Nostradamus değilim zaten.
Şahsım adına bir de ekonomik kehanetim var. Dile getirmek isterim: Bu hareketliliğin yaşandığı şu günlerde, Dolar’ın 2,00’ı geçtiği Euro’nun 2,7 civarlarından işlem gördüğü ve borsanın 65-66 binlerde olduğu malumdur. Yani Dolara bağlı olarak çalkalanan bir piyasamız ve etkilenen yatırımlarımız (!) var. Bu operasyona hararetle destek veriyor olmamızın bir nedeni de, bu darboğazı kullanacağımız bir krediyle aşmak olacaktır. Yani Amerika’dan bir mali yardım sözü almış olma ihtimalimiz çok yüksek görünüyor. En azından 1 Mart tezkeresi bize bunu gösterdi. Meblağları tam olarak hatırlamamakla beraber tezkereye karşılık 1 milyon dolar hibe ya da 8 milyon dolar kredi istediğimiz haberleri basında sık yer almıştı. Benzer bir durum söz konusu Suriye operasyonu için de geçerli olabilir.
Zaman yazdıklarımın ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu gösterecektir elbet. Umarım bu senaryolar benim hüsn-ü zannımdan ibarettir. Umarım Suriye’de yaşanacaklar, Irak’ta yaşananlardan ve Libya’da yaşananlardan çok daha farklı olacaktır. Allah oradaki mazlum ve mahzun halkın yardımcısı olsun…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.