- 903 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
"MEŞELER GÖVERMİŞ, VARSIN GÖVERSİN"
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hiç kimseye hiçbir şey söylemeden çekip gittiğim meçhulde, sütbeyaz gecenin içinden Troya harabelerini izliyorum. Şubatın arka penceresi çirkin bir yüzün gölgesi gibi düşüyor ovaya, ön penceresi pervazlarını çatırdatarak açılıyor Martın vuruşlarına. İlkyazın her saldırısı, kışın burçlarında gedikler açıyor... Sadağından çıkardığı okunu gergin yayına takan bir savaşçı kışın kalbini hedef alırken, ok, sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğuna dönüşüveriyor. Kökleri taze toprak kokan elindeki bir demet çiğdemi savaşçıya uzatıyor çocuk... " Düşman sinsi ve kurnazdır, okunu fırlat" diyor bir bilge. Dehşete düşüyorum, bilgeyi kınıyorum, " kız ölümün aracı olmamalı, kimseyi öldürmemeli"... Kız, dünyanın en güzel gülücüğü ile gülümsüyor, alnının ortasına kondurduğu öpücükle esrikleşen savaşçının oku elinden düşerken, kışın kalbine hedeflediği ok, kendi kalbine saplanıyor... Sarsılarak, etrafına bakınıyor, gözlerindeki ateş, kora dönüşüyor. Tanenin başağı terk edişi gibi ruhu bedeninden ayrılıyor ve gökyüzüne yükseliyor. Savaşçı öldü... Kız, kara bir yılana dönüşüyor ve zehrini savaşçının kanına boşaltırken, dünyanın en çirkin, en sırnaşık gülücüğü ile gülümsüyor... "Düşman sinsi ve kurnaz" diyor bilge... "Sarışın bir ihanete teslim olmanın bedeli ölümdür". Bütün bunlar gözümün önünde olup bitiyor... Yanıldım ve pişmanlık içindeyim... " Düşman sinsi ve kurnaz"... Ben beş bin yaşındayım, Romayı ve Kartacayı gördüm, Pön savaşlarında izledim Anibal’ı, kafa tutmayı ondan öğrendim, minnetsiz yaşamayı... Dehşetti Spartaküsün öfkesi ve sabrı."Gökyüzü fethedilmedikçe yeryüzünde yaşamın yeşermeyeceği, kaygısız gülemeyeceğimiz" mirasını ondan devraldım. Komünarların mucizesini, gözlerini ufka dikip sivri sakallarından sevinç gözyaşlarını silerek kutladığına tanık oldum Blankinin. Beş bin yaşım savaşçının ölümüne engel olamadı. Savaşçıyı ben öldürdüm ve yüreğim, yanılgımın bedelini ödeme cesaretine de sahip değil... Göğüs kafesimden fırlatıp atıyorum yüreğimi, o bir tarafta, ben bir taraftayım... Özür ne işe yarar, çarpan bir yüreğin sessiz iskeletiyim artık. Varıp duruyorum Kafkaslarda bir uçurumun başına, bu yanılgının bedeli görkemli olmalı, her şafak prometenin kalbini yiyen akbabalara yem olmalıyım. İşte buradayım, uçurumun başında, prometenin yanı başında... Uzun bir bakış fırlatıyor önce, "korkak" diyor, "herkes ölebilir, maharet yaşamakta ve kaybederken bile kazanmakta."Ansızın sen çıkıyorsun karşıma, gözlerinle uçurumu kapatıyorsun, ellerini uzatıyorsun , " baharı getirdim sana" diyorsun, elinde bir demet Nergis... Nereden çıkıp geldiğini bilmiyorum, gelişin ani ve ansızın oldu... Ani ve ansızın, baharın gelişi gibi... Oysa sen baharda gelmedin, geldiğinde mevsim yazdı... Ne Troya harabelerinden, ne Kartaca yenilgisinden eser yoktu bende... Diyorum ya, aslında insan söylediği söze önce kendisi inanmak ister değil mi? Ya da şöyle mi demeliyim "insan kendi gerçekliğinden kaçınmak için en büyük yalanları da kendine söyler"!... Bu yalan şayet efsunlanmış bir mevsimin tütsülenmiş bir anında söylenmişse daha çekici ve cazip oluyor. Tütsülenmiş havanın dağılmasıyla kendinizi efsunlanmış mevsimin kucağına bıraktığınız akşam, hiç beklemediğiniz bir anda öylesine bir tokat yersiniz ki, büyü bozulur, kendinizi gerçeğin içinde bulursunuz. İşte o an, ya beyninize yerleştirdiğiniz bombanın pimini çeker infilak edersiniz, ya da bir köşede sizi izleyen birileri varmış da onlara görünmek istemezcesine bir köşede sessizce ağlamayı yeğlersiniz. En amansız mevsimlerin en amansız rüzgârlarının kırbaçları şaklar yüzünüzde, kendinizi savunmanıza asla izin vermeden, bir daha, bir daha... Korku insanın içine mi doğar, ya da korkuyu insan kendi mi yaratır, bunu hiç merak etmedim... İnfilak etme cüretini gösteremedim, ikincisini seçtim. Sessiz ve kuytu yerlere kaçmam bundandır. Kendimi gerçeğin içinde buldum o yaz, açtım bedenimi Bedevi yağmacıların talanına. Savaş alanlarının biricik hazinesi, ganimeti idim ve herkesin beni yağmalamasına, bedenimden, beynimden bir parça almasına izin verdim, sevgili... Herkes istediğini istediği kadar aldı. Aldılar ve küçüldüler, küçüldüler, küçüldüler. Artık yoruldum ve bedenimin, beynimi taşımadığını biliyorum... Beynim bu düşten uyanmak istemezken, bedenim her gün yağmalanıyor... Kimi gülerek, kimi bir hınçla yağmalıyor... Ne garip şey, bir çok kez uyku aralarında gördüğüm düş gerçek oluyor... Bin parçaya bölünmeme, gücümün tükenmesine, damarımdaki bütün kanımın çekilmesine rağmen ölmüyorum, ya da yağmacıların beni öldürmeye güçleri yetmiyor... Kan ter içinde uyanıyorum, sabahtan akşama gördüğüm insan yüzleri geçiyor gözümün önünden bir bir... İtiraf etmeliyim kızamıyorum bu insanlara, öyle zavallılar, öylesine acınacak haldeler ki... Hayalleri yok, düş kuramıyorlar ve Bedevilerin çöle ait oluşu gibi aitler sinsiliğe ve riyakârlığa. İşte siz dünyalıların gerçeği bu sevgili... Kocaman evreninizde oldukça çok olmanıza karşın hiçliği öylesine kabullenmişsiniz ki size kızamıyorum bile... Böylesi acınası ve anlamsız yaşamın içinde seni düşünüyorum ve kendimi sana anlatmaktan hem korkuyorum, hem beni anlamayacağından müthiş tedirgin oluyorum... Şimdi sana, uzaklarda, belki de hala çok uzağında bulunduğumuz bir dünya var, kaygılardan uzak, kederden öte, herkesin salt insan olduğu bir yaşam var, ver elini seni oraya götüreyim desem, bana nasıl bakarsın, gözlerindeki anlam hangi yöne kayar? Biliyorum, oysa benim gerçeğim yok, olmadı, hiç olmadı... Ben bir düş insanıydım ve her şey "o dünyaya" aitti... Sen benim düşümdün ve bütün anlamın bu düşün içindeydi... Sizin gerçeğiniz bana yabancıydı ve bu yaşama başka bir dünyadan getirilmiş gibiydim... "Gerçek" diye gözümüzün içine sokulan ve içinde yer edinmemiz için birbirimizi tepelediğimiz bu yaşamda her şey anlamsızlaşıyordu... İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, masa, sandalye, kâğıtlar, kitaplar, her şey... Hatta rüzgârlar bile... Sana "benim gerçeğimsin" derken yalan söylemiştim, düşümdün oysa... Dedim ye, beş bin yaşındayım ve bunca yıldır, bir türlü alışamadığım, içime sindiremediğim "gerçeğin" içinde yoktum... Senin ne anlamsızlaşmana içim elverirdi, ne bırakıp gitmene... Ben "gerçektim" ve sen yanımdaydın... Seni düş dünyama gezintilere çıkarmayı denedim, ne kadar başarabildiğimi bilmiyorum... Bilmiyordun ki, aslında, sana öğretilen bu yaşama ait olamayacak kadar saf ve temiz, "gerçeğin" kirletemeyeceği kadar da güzeldin... Ve seninle öylesine çoğalıyordum ki, her yerdeydim... Tek başıma Kızılderili savaşçılar gibi bir ok bir yay ile "gerçeğin" fethine çıkabilirdim. Seni seviyordum ve bunu bilmen, hayal etmen bile en ulaşılmaz "gerçeğin" pabucunu dama atardı. Ve sen benimle öyle çok, öylesine "ben" idin ki, bir dudağı yerde bir dudağı gökte Arap’ın narası bile iç evreninde bir nefes sayılırdı sadece sendeki varlığımın yanında. Ya da bunu sen söylemiştin bana. Aranızdayım sevgili, gerçeğinizin içindeyim, hem de tam ortasında olacak kadar içinde... Ellerini tutmak istiyorum, kutsal ve yaratıcı ellerini... Her şeyi yeniden yaratmak aşkına, her şeye yeniden başlamak aşkına... Seni öylesine çok sevmesem sana benim " gerçeğimsin" diyerek yalan söyler miydim hiç? İşte, bu düşün içindesin... Gözlerin gülüyor sevgili, dudağında bir türkü "Meşeler gövermiş, varsın göversin"...