Kalaycılar ve Urgancılar
O günün şartlarında bakır kaplardı kullanılanlar hep..Günümüzde olduğu gibi mutfak diye bir bölüm, bir unsur yoktu evlerde. Kap kacak evin girişinde bir bölmede bulundurulurdu. Ailenin genişliğine ve kapların sayısına göre bir ya da iki sıra rafa ya sırasıyla, ya da iç içe konularak sıralanırdı kalaylı bakır kaplar.
Büyüklü küçüklü birkaç tencere, bir tava,irili ufaklı sekiz on adet tabak rafları süslerdi. Her zaman göze hoş görünmezdi bu tabaklar. Kalayı yeniyse eğer neredeyse yüzünüze ışıldar, baktığınızda içerisinde kendinizi görürdünüz. Kullanıla kullanıla zamanla matlaşan ve daha ileri dönemde de artık kalayı iyice silinen ve bakırı çıkan kapların albenisi kaybolduğu gibi,yediğiniz yemeğin tadını ve lezzetini de bulamazdınız..Sağlığa zararı ise pek bilinmez ya da düşünülmezdi bu kalayı kaybolmuş,bakırı çıkmış kapların o yıllarda.
Ebem rahmetli, cengeri çıkmış derdi bunlar için ve biz bir anlam veremezdik bu söze. Anlaşılan cengerden kastedilen bakırdı. Yani bakırı çıkmış anlamında bir sözdü. Daha ilerisi oksitlenme hadisesiydi, bir nevi zehirdi yani, cengerden kastedilen..
Köye bir kalaycının gelmesi beklenirdi bunların kalaylanıp tekrar ışıltılı günlerine dönmesi için. Ebem kuruş kuruş para biriktirirdi kalaycının ücretini ödemek için. Olur ya kalaycı aniden gelir ,zaten olsa olsa bir iki gün kalır, hazırlıksız yakalanmayalım, hiç olmazsa bir kenarda şu kalay parası hazır olsun diye..
Sabırsızlıkla beklerdik köyümüze kalaycının gelmesini. Zaten kışın pek gelmezlerdi. Bahar ya da yaz dönemi gelir ve üç beş günde köyün tüm cengeri çıkmış kap ve kacaklarını parlatırlardı. Sonrasında bir yıl hiç uğramazlardı bir daha.Tahta kaşık dönemiydi o dönem ve kaşık kalaylatma diye bir mesele yoktu zaten. Öyle ucuz bir şey değildi yapılan bu iş, ciddi masraf gerektirirdi.
Kalaycı bir at arabası ya da eşeğin üzerinde bir takım malzemeyle gelirdi köye. Kendine uygun bir yer seçerdi önce. Hem her haneye eşit uzaklıkta olacak bu yer, hem de merkezi bir yer olacaktı. Zemininin de çim olması gerekecekti. Çünkü çadır kuracak, günüz çalışıp gece yatacak bu yerde.O sebeple özenle seçilmesi gereken yerdi bu yer..
O yıl bir at arabasıyla gelmişti kalaycı. Atı gibi kendi de yaşlıydı ve görünüşe bakılırsa, bu meslekte son demleriydi. Bu iş öyle gençlerin pek itibar edeceği bir meslek de değildi zaten. Çok zor bir işti ve pek karın da doyurmuyordu.
Çırağı da çocuklukla ergenlik arasında bir yaşta olmalıydı kalaycı dedenin, on üç on beş yaşlarında görünüyordu torun. Belli ki dedenin yerini alacak kişiydi ileride. Sesi hörültülüydü, ayakları irileşmiş, omuzları genişlemişti. İş çıkarabilir, dedesine yardımcı olabilirdi bu haliyle..Anlaşılan usta ile çırak uzun süredir bir yıkama bir temizlenme imkanı bulamamış olmalılar ki saçları başları birbirine karışmış, saçtan ziyade yapağımsı bir hal almıştı.Tutkal sürülmüş gibiydi saçlarına, şerbetimsi bir görünüm vardı ve bu haliyle tarağın işlemesi, saçın taranması mümkün değildi.Üst baş dersen zaten is pisti..
Bitlenmiş olmalılardı dede ile torun. Kim bilir bu kaçıncı köydü çadır kurup, kalay yapıp, iş bitirip henüz eve dönemedikleri..Kışlık ihtiyaçları bu emeğin bu gayretin bu mağduriyetin sonunda elde edilen cüz’i bir gelir ile temin edilecekti. Kimi kişiler için hiç de külliyatlı bir gelir olmayan ama kendileri için hiç de azımsanmayacak bir kazançtı bu.
Hep izlerdik;malzemeleri açışını, direkleri dikişini, çadırı gerişini.. Ucundan alev çıkan bir malzemenin olduğunu hatırlarım. Sanki bir yerlere odun kömürü konulur, sonra o ateşlenir ve bu kor haline gelen ateş körüklenirdi. Körüğün kolu ileri geri ya da aşağı yukarı hareket ettirilerek bu alevle bakır kabın ısınması sağlanır ve ısınan bu kabın üzerine kalay olduğunu düşündüğüm, siyahımsı kül renginde bir şeyler serpiştirilir ve püsküllü kararmış bir bezle iyiden iyiye kaba yedirilirdi. Bu birkaç kez tekrar edilirdi ve sonrasında kabınız ışıl ışıl bir görüntü alır bu parlaklıkta neredeyse kendinizi görürdünüz ve size tebessüm eder, gülerdi sanki..
Kapları biz çocuklar götürürdük kalaycıya.. Ebemin uzun süredir bir çıkın içerisinde biriktirdiği parayı yanımıza alarak. Önce kapları bir incelerdi kalaycı. Sayarak adedini öğrenir, arkasından ebatlarını, boyutlarını inceler,derinliğine bakar, kalayının silinmişlik durumunu dikkate alır ve sonra ücretini söylerdi. Getirdiğiniz para eksikse, tamamlanmasını ister yoksa cebinizdeki parayla kalaylanacakları bir kenara ayırır diğerlerine el atmazdı. Minnet rica hiç bir anlam ifade etmezdi. Pazarlık yoktu yani. Hatır işi de yapmazdı. Çünkü kolay değildi yaptığı iş ve tam bir alın teriydi. Ateşin karşısında emek vererek ve ter dökerek elde edilen bir kazançtı bu.. Zor bir kazanç…
Yıllar geçti aradan. Artık ne rafta bakır tas ve tabak kaldı, ne de köye kalaycı dede gelir oldu. İhtiyaç kalmadı artık kalaycıya. Seneler geçti, devir değişti. O gün için lüks olan porselen artık raftaki yerini alır, sofraya gelir oldu. Her ne kadar çinkoyu, aliminyumu, melamini, duraleksi denese de halkımız, porselenin tahtı sarsılmadı, hep yerini korudu o günden bu güne..Bakır kaplara ise tarihi eser muamelesi yapılır oldu, bir kenarda öyle durur oldu.
Olan kalaycı dede ve torununa oldu. Onlar yaptıkları bu işten rızıklanıyor, dünyalıklarını bu yolla elde ediyorlar ve geçimlerini bu yolla sağlıyorlardı. Sonrasında ne yaptılar bilemiyorum. Onlar da diğer meslek erbapları gibi işlerini güçlerini kaybettiler sanırım. Hamutçu, semerci, keçeci, urgancı, yularcı, zembilci, çarkçı vardı bir zamanlar.Rastlıyor musunuz şimdi onlara? İşte kalaycılar da tarih oldular diğerleri gibi. Yoklar artık aramızda, zamana yenik düştüler, ayağa kalkamadılar bir daha..
Kim bilir şimdi ne yapıyorlar, ne tür işlerle uğraşıyorlar bu meslek erbapları. Bir bilen, bir gören, bir duyan var mı? İşitiyor musunuz beni? Size sesleniyorum…
Kemal GÜL
09.11.2012
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.