- 736 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Kırık, Kesik İçimden Notlar
“Ulaşabilsem içime, o zaman kendimi de sizleri de daha iyi anlayabilirdim.”
Hepimiz biraz tutsaklığa aşığız içten içe, bunu istiyoruz. Birisi bizi tutunca sanki kendimize sahip olacakmışız gibi hissediyoruz. Bunu hissederken köleleşiyoruz. Tam zincirin ucu boğazımıza değdiğinde hissediyoruz köle olduğumuzu ve ancak o zaman itiraz etmek aklımıza geliyor. Çırpınıyoruz ama boşuna, ellerimiz, kollarımız hatta ayaklarımız bile bağlı. Bileklerimizi kesen, o çok bağlı olduğumuz zincirlerden kurtulamıyoruz. Çünkü hayatımızın, bileklerimizin bir parçası olmuşlar artık. Bileklerimiz öyle alışmış ki bu varlığa, eğer kurtulursak zincirlerimizden hayatımızdan, kendimiz eksileceğiz.
Ama niyetim yok kan dökmeye
Kanı sadece renginden dolayı seviyorum. Şimdi damarlarımın içinde ihtiyacım var ona, sonrasını bilemem.
Koparamam zincirlerimi, koparırsam damarlarım da kopar. Koparırsam, kırmızı olur her yer. Şimdi içimdeki kırmızıya ihtiyacım var benim…
Zaman hiçbir şeyi geçirmez, geçirmiyor. Zaman derken, boşuna zaman harcıyoruz.
Gitmeyi istediğimiz kadar kalıyoruz, oturduğumuz yerden. Hani gitmeyi istemesek belki de kalmak için sebebimiz olmayacak, rahatlıkla bulunduğumuz psikolojik durumdan kurtulup gidebileceğiz o çok istediğimiz uzaklara
Hâlbuki her zaman dikkatsiz olmayı başarabilmiş, tüm sorumlulukların yükünden kurtulabilmeyi dilemiştim, içimde bir yerlerde beni bağlayan zincirlerimden kurtulmalıydım, tüm hayatım boyunca bunu istedim şimdiye kadar. Küçüklüğümden beri en fazla, en yakın olduğum insanlar tarafından kırılınca öğrendim uzaklaşmayı, uzaklara gitme isteğim de buradan geliyor ve insan sadece kendi kalbinin kırık sesini duyabiliyor, ne kadar yakını olursa olsun, bir diğeri hissetmiyor, duymuyor.
Bu yüzden uzaklaşmayı öğrendim, kırmamak adına, kırılmamak için. Öğrenmeseydim belki daha da kırılırdım, kalbimin kırık sesleri sesimi bastırırken bazen, çıtırtısından, hiçbir şey duyamadığımı hissediyorum. Bunu takip eden diğer zamanlarda, ne laf söylenirse söylensin, kırıldı mı bir kere kaynamıyor kırıklar.
Körpe kanatları kırılınca küçük kızların
Büyüdükçe büyür kırılan yerleri, kendisine inatla.
Kendisinden fazla büyür bazen kırıklar, bazen çekeceğimizden daha fazla azaba, acıya katlanırız. Bunu kim öğretmiştir bize bilmiyorum, belki diğer birçok şey gibi bu da biz doğmadan içimize yerleştirilmiştir.
Gecenin hız sınırına takılıyor düşüncelerim, geceden fazla karanlığı barındırıyor zihnim. Her sabah güneşi göremeyip, bilemeyecek ruhları anıyor aklım. Sabaha kadar durduruyorum bedenimi, hiç yaşamamışım gibi oluyorum. Hiç nefes almıyormuş gibi…
Yine de kurtaramıyorum, kesilen kanatları, kırılan kalpleri. Kalplerin çıtırtısını yalnızca sahipleri duyabiliyor ve kesikleri gizleyebildiğimiz sürece güzeliz artık. Hepimiz bir şeyler saklıyoruz birilerinden. Hepimiz eksik ya da hastalıklı yanlarımızı gizliyoruz, gizleyebildiğimiz sürece iyiyiz.
Kırılmamayı, kırmamayı ya da gizlenmeyi, gizlemeyi sonradan öğrenemiyoruz. Bazılarımız bu konuda oldukça başarılı, tiyatrocular gibi. Bazılarımızsa bunun için uğraşmıyor, öğrenemiyor çünkü. Öğrenmeye de gerek duymuyor, rahatsız da olmuyor kendi rahatsızlıklarından. Çünkü alışıyor bazen, takmadığımız sürece rahatsız değiliz artık. Rahatladıkça o bize ağırlık yapan, ruhumuzdaki yüklerden kurtuluyoruz, bunu başarabilirsek, sanırım dünyadaki en şanslı insanlardan olacağız.
“Yetişebilseydim sana, o zaman daha genç kalmayı başarabilirdim.”
Hangimiz düşmedik? En azından çocukken, ağlayan bir çocukluğumuz var muhakkak. Ama aynı zamanda özlediğimiz. İnsan ağladığı günleri nasıl özler bilmiyorum, belki de çocukluğumuzun o saf duygularını, ucuz şeylere ağladığımızı özlüyoruz. Özlediğimiz ağlamak değil, hiçbir zaman bir daha yaşamayacağız, bir daha hissedemeyeceğimiz duygular.
Ulaşabilsek istediğimize zaten eminim istemezdik.
Şimdi hatırlıyorum da, hatırlayamadığım tüm zamanları. Yaşarken bile aklıma düşmeyen anları, gece uykularımı, gündüz rüyalarımı, beynimin başka bir ufka açıldığını hissediyorum. İnsan gerçekten geriye doğru unutuyor sanırım, unutulamayan bir çocukluğumuz var hepimizin, mutlaka kaybolduğumuz zamanları, çıkmaz sokakları unutmayız. Ne tuhaftır hiç hatırlamamız gereken anlarda hatırlarız unuttuklarımızı.
Unutmak varken, hatırlamaya ne gerek vardı?
Tam da sırasıydı işte, sırası. Bu an, şu saniye, şu dakika onu hatırlamak için ayrılmıştı. Sıra onundu, sırı bizde saklı.
Her terk edilişim aynı oluyor ve her gidişte, yazdan kışa geçmiş ama alışamamış kedi modundayım. Başka zamanları hayal ediyorum, biraz uyuşuğum ayak uydurmakta şimdilere. Saçlarım dağınık, rüzgârdan da hiç sakınmıyorum, yağmurdan korunmadığım gibi. Oysa kediler korkar soğuktan, üşümekten, ıslanmaktan ve en kötüsü de o bembeyaz görünen kardan. Onlara göre cehennemdir kar soğuğu.
“Yetişebilseydim hayallerime, dokunabilirdim sana. Ellerim çürümezdi o zaman. Ölmeden gökyüzüne uçabilirdim ve ayaklarımı kullanmak zorunda kalmazdım artık.”
Aklımın ömrü kaç yıldır? Ellerime ne zaman Fâtiha okuyacağım? Açamadığım ellerimi ne zaman gömecekler?
Bir gün gelecek hatırlamak zorunda kalmayacağız, tüm sorumsuzluğumuzu birkaç tahta parçasının gerisinde bırakacağız. Üşümeyi unutacağız, sıcaktan bunalmayı. Ağlamayı, sevinmeyi. Sonra tüm azalarımızı unutacağız yavaş yavaş. En son geriye acılarımız kalacak, kesik kanatlarımız, kırık kalplerimiz. Onları da toprak örtecek bir anne gibi, şefkatle. Kendimizi unuttuğumuzda artık, ziyaretimize gelen sevdiklerimiz de belki umurumuzda olmayacak, uğrak yerleri olan böceklerimiz gibi.
Yine de bir iz kalacak bu dünyada, yaşadığımıza dair ufacık bir kanıt, siyah bir nokta…
Yirmi Ağustos İki Bin On Üç 16 20
Nevin Akbulut