- 621 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Öykü Sıkıntısı
‘Nereye gidersem gideyim, bundan daha iyisi olamazdı. Yaşamanın verdiği derin hazzın aynada görülebilen ters görüntüsü acıdan başka bir şey değildi.’
Bu gidip gelişlerinde manası olmalı. Geride bırakılan ne varsa, ileriye taşınmamak için geride bırakılmalı ve artık geri dönüşü olmamalı. Soğuk bir şeyler atıştırmak istiyorum ama sokağın küçük marketinin kepenkleri inmiş, market sahibi çoktan evine gitmiş. Market sahibinin geriye bıraktığı ne varsa, benim bıraktıklarım kadar durağan. Hiçbir şey kendini özel kılmıyor. Özel olmasını sağlayan alışkanlıklar. Alışma sürecini geçtikten sonra her türlü eylem sıkıntı vermeye başlıyor. Sevdiğim bütün şarkıları miçolar gemilere yükleyip, başka ülkelerin şehirlerine götürmüşler. Markette satılan hiçbir şey beni tatmin edemezdi.
Canım sıkılıyor. Bir değişiklik yapmak için ayağa kalktım. Yalnız başıma, kendimi haklı bulma çabalarımdan yoruldum. Oturduğum apartmanın karşısında bulunan otelin pencerelerine bakıyorum. Kurgusal, deneysel kıvrımlar perdelerin arkasında kaybolup, tekrar menderes figürüyle çerçevenin köşesinde var oluyor. İçimden bir ses, söz söylemeye hakkımın olmadığını, susmam gerektiğini, başka türlü çözümün olmadığından bahsediyor. Tüm kokular yakılacak ateşin gıdası gibi. Solucan kadar çıplak ve yumuşak tuhaf varlıklara kadın denildiğini homurdanan göbekli bir akademisyenin insanlık eğrisi sarkıyor. Bunu sadece ben görüyorum. İki sene önce Mimarlık fakültesinde son sınıf öğrencisi bir kızı hamile bıraktığı için, kızın ailesi okulu basıp, odasında adamı tekme tokat dövmüşlerdi. Ölümden dönmüştü. Özel güvenlik görevlileri ve jandarma, mimarlık ve şehir bölge planlama derslerine de giren bu akademisyeni kızın akrabalarının elinden kurtarıp, Acile götürmüşlerdi. Bu adamın sesini nerede duysam tanırım. Ses tonu iyi insanlarda kötü olabiliyor.
Yaşamadığım savaşlardan dolayı suçlu tutulamam ya? Ancak çok beklentisiz, hiçbir şeye sahip olamayacağımı bildiğimden, zenciler kadar temiz ve neşeli aşağılanmalara maruz kalıp, elime iliştirilen kitabı okumak zorunda da kalmıyorum. Özellikle söylemek istediklerimin yanında, söylediklerimin insanlar üzerindeki tesirini düşünüyorum da, bir karınca kadar akıllı, hatta sümüklü böcek kadar zeki olup, beni hayatta dimdik kılacak gövdesi dikenli ama içi besin dolu bitkiler bulamıyorum. Karıncalar göğe bakabilselerdi belki de uzun yaz geceleri çalışmaktan vazgeçip, yüksek bir tepeye çıkıp yıldızları seyrederlerdi. Onlarında aylaklık yapma şansları olmalıydı. Bunu istemeyen karıncanın kendisi mi düşünmüyor değilim. Çocukken bir hikâye duymuştum. Kim söylemiş, hikâye bu zamana kadar nasıl gelmiş bilmiyorum ama hikâyenin kahramanı karınca olunca hikâye ilgimi çekmişti. Bir gün Süleyman Peygamber bir karıncaya bir yıl boyunca ne kadar yiyecek tükettiğini sormuş. Karınca da ‘bir buğday tanesi yerim’ diye cevap vermiş. Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber karıncayı bir şişeye koymuş. Yanına da bir buğday tanesi koyarak, hava alacak şekilde şişeyi kapatmış. Bir yıl boyunca beklemiş. Müddet dolunca şişeyi açmış. Görmüş ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Süleyman Peygamber meraklanmış. Karıncaya sormuş buğday tanesinin tamamını neden yemedi diye. Karınca da cevap vermiş: ‘Önce benim yiyeceğimi Yüce Allah veriyordu. Ben de ona güvenerek buğday tanesini tam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmez. Fakat bu işi sen üzerine alınca, doğrusu insanın aciz olduğunu bildiğimden sana pek güvenmedim. Belki beni unutup, yiyeceğimiz ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi seneye sakladım.’ Bu hikâyeyi her anımsayışımda, karıncalarında aylaklık yapmalarını diliyorum. Nafile bir istek, gök ıslak, neyse ki daha fazlasına kafam çalışmıyor.
Otelin penceresinden gelen kokular burnumu kaşındırıyor. Yapılan büyük bir yanlışın peşi sıra sonucu değiştirmeyecek bir özür gibi içime çektiğim her nefeste ölüm korkusunu yaşıyorum. Aşk, kahve, hormon, elbise, kitap, parfüm, sivilce, kan, tükürük, sperm, ter ve ismini bilmediğim pek çok şeyin kokusunu rüzgâr bir hamal gibi burnumun direklerini sızlatarak yokluğa gömmek için götürüyor. Karşı pencerenin kâbusu telefonumda! Mesajlarımın hiçbirine karşılık vermeyen erkekler ve kadınlar dost olduklarını söylüyorlar. Büyük yalan! En sevimli ihtiyar bile mezarda bütün dişlerini çoktan döktü. Çocukça şeyler bunlar, yaralayan ve insanı kahreden şeyler… Bir boşluğun nasıl dolacağını bilmeyen akıl sahibi olarak, sanki bir boşlukta iki ayrı boşluk var ve benim doldurmaya çalıştığım boşluğun yanında biri daima boş olarak kalıp, benim canımı sıkmaya devam edecek. Sessizliğimin gevezeliğini yaptığım bu saatte elbet daha iyisini düşünebilirdim. Doğru sözcükler olsaydı, öldürücü olanlar, ona tapanlar olacaktı, karşıma çıkacaklardı, bir daha alsa yaşamayacaklardı, yürek yakan sözcük sağanağında içimde büzülen dudaklarımı adlandıramayacaktım. Nefret ettiğim de bu. Varlığı olmayan sözcük sahiplerinin, gevezeliğim karşısında rahatsız olmaları.
Karınca seven erkeği kadınlar çok mu sever, pek doğru bir önerme değil. Kadınlar kedileri severler, kedi seven erkekleri de diğer erkeklere göre daha çok severler. Böyle bir tezi ortaya atan, Othello’yu es geçmiş sanırım ya da ben tam olarak anlayamıyorum. Othello, Desdemona’ya kur yaparken zamanın en güzel sözcüklerini kullanmamış mıydı? Zamanın en güzel sözcükleri bir kadın için sevişirken değişebiliyor. Kur yapılırken modern şiir külliyatını ezberlemek zorunda kalan erkek, aynı kadınla sevişirken halı sahada maç yapar gibi küfredebiliyor. Küfürden bahsederken, mesaj geldi. İnsan dostuna sinirlenip küfrettiğinde, cevap olarak makul bir küfür bekler ama dostun da sağlam ayakkabı olacak, akıllı en azından. Dostun aptalından, sinsisinden dahi zamanında korkmamışlar mı? ‘Telefon açacağım sana, müsait misin’ diye attığı mesajda soruyor. Müsait olmak ne kelime, tamamen özgürüm, hiçim, hiçbir zorlama olmadan nefes alabiliyorum.
Her duraklama ateşin erittiği demir gibi (bu gidip gelişlerinde bir manası olmalı, demiştim) süzülüyor parmaklarıma. Ama öyle bir heyecan duyuyorum ki, kendi mırıltımı dev bir uğultu olarak kabul edip, beni sürüp giden mukadderatın aptal ağıtını dinlemek zorunda kalıyorum. Evet, geçmişi kapı dışarı edebilecek kuvveti bulamayan her insan ulu bahanelerle yaşamaya başlar. Kendime iyi şeylerden bahsedeceğim, gelecek daha güzel olacak diyeceğim, eski nasıl diye sorduklarında tünel kazıp kaçtığım bahanelerden kimseye bahsetmeyeceğim. Garip bir zaman tecelli edecek, ona an diyeceğim, an öykümü yazmış olanın deliklerine kaçacak. Hangi umudumu çaldığımı bilmediğim kalemin kurşununa doldurulmuş ayetler gün, gece, ihtirası bol belleksiz bulantılara sığınacak. Bunları söylüyorum diye değil, düşüyorum diye kırılıyor umudum. Her gün biraz daha yer değiştiren, kırılan, incinen, sahip olduğum hissini benden alan, göğün dahi değiştiği hissini, yazısız taşlarla yer yer bana gösteren düşsel kalıntılar arasında gözümü açıyorum. Hiç dikkat etmeden konuştuğum için benim susman gerektiğini nazik söylemiyle açıkça ifade edebilecek cesur bir insana dahi rast gelmemiş olmak, yeryüzünde adım atmamış olmaktan gelen, budalaca bir çağrı gibi beni boğuyor. Bilmiyorum ne düşündüğümü, ne yazdığımı, ilkel biri olmaya çalışan ve her gece aynı ışığı kapatmak için ayağa kalkan hantal vücudumun arzularına göz gezdiriyorum. Kelimelerin sıkıntısı, kendim için bir öykü, bir yere varmak, ulaşmak ve hiç oradan çıkmamaksa, benim yaptığım düşüncelerimin içine düştüğü yanılgılardan dahi kopmadan, buradayım ben diyebilmek arzum. Sessizliğe hayran, çelişki küplerinde bağışlanmayı bekleyen, anlaşılır olmamış ve bir yerinden ölmeme dahi izin verilmemiş haykırışıma sığınıyorum. Her şey layıkıyla gömülmüşse, şimdiye kadar savaş görmemiş gözlerim adına kısık sesli paletlerin yoğurduğu toprağın inleyişini kendime hatırlatmalıyım. Soru yok, birisinin kuklası olmayan ellerim, parmaklarım anne karnındaki sıcaklığı aradığı müddetçe aynı doğru eksilmelerinin arasında kalıyorum. Keşke hiçbiri zarar vermeseydi, hepsi iyi, varoluşun doğal ortamını, düdük çalmadan, renk vermeden, beniz atmadan öykümü var edebilseydi.
Öğrencilerinin pek çoğu o adam hakkında iyi şeyler söylememişlerdi. Karşılıklı oturup, konuştuğum insanlar eğer aynı şeyi dört kez tekrarlıyorsa, onlara inanırım. Dört kez sonunda yine de yalan söylemişlerse, pek aldırış etmem. Ölümlü dünyada yalanın pek geçerli sayıldığına akıl erdirmek güç. Bu varsayım olmalıydı. Annesinin karnında dokuz ay boyunca üşüyen bir bebek duymadım ama savaşlarda annesinin karnı deşilip, ilk nefesi son nefesi olan bebekler müstesna! Ah yazacaksam, yürekten gelen, liriği bol Yunan romanları gibi yazmalıydım. Önemli olan şeylerden bahsettim sanırım. Otel odasının ışığı sönünce gece mutlu olacağım. Belki de erkeklere manifesto yazmalıyım ‘nasıl ölünür, nasıl sevilir, nasıl sahip olunur, nasıl başarılı olunur’ diye. Bunların hiçbirinde başarılı olamadığım için, herhangi bir konuda başarılı olmakta pek becerikli yaratılmadığımdan ötürü, doğru olanları yazabilirim. Yaşayanlar zaten yazılanları yaşıyor ve onların bir daha yazma konusunda devamlı olabilmeleri zor. Bana bir köpek gibi seslenen insana dahi gülebilmek isteğini ancak yaşanmamışlık, tecrübesizlik ve başarısızlık sunabilir. İstikrarlı öğütlerin dahi çıkış noktaları başarı değil, başarısızlıktır. Pekâlâ, tecrübenin alası başarısızlık olsa dahi, süregelen başarısızlıklarda tecrübe değil, insana bıkkınlık veriyor.
Söz nimetin esiri, tedirginliğimin çevreleyen ummadığım sorulara parmak basmakta mahir. Kayboluyorum, hayır hayır var oluyorum. Fenomen açıklamalardan birini otel odasının ışığı kapanınca yapacağım. Anne baba küçükken çocuğuna okuduğu masallardan istiyor otel odasındaki kadın. Sık sık hikâye dinlemek istiyor. Yalnızca çıkmak değil, duymak istiyor, bilmek istiyor. Sır kalmayana kadar, sokağın gizemini sevişmelerinde tüketmek istiyor. Erkeğin bedenine götüren ritüelde kadınlar için söz geçerli. Kelimelerin iç dünyasında, kısılan ışığın esrarlı bir dilenişi sigara kokusuna bürünüyor. Otun var olduğu filtre içinde keşke ikisi de biraz ölümden konuşsalar!
İhtiyar, sakallı bir adamın son duası kadar dünyadan uzak bir sıkıntının, gözüm önünde gerçeğe çevrilen yönünde bütün ölümler doğal bir tepki dünyaya. Gerçek uykuya çevrilen, pamuğu bedeninin tüm hücrelerine tıkanmış öykünün aktığı çeşmeye dayayıp ağzımı, gözlerim kapatıyorum. Başka bir dinginlik bekleyen, başka varolmanın hiç mümkün olmadığı yok oluşların ardınca, sadaka bekleyen sıkıntıma çaresiz yaşamayı sunan ihtiyarın elinden tutuyorum. Evet, sıkıntı hiç bitmiyor. Kelimeler için kira bedeli ödeyecek yaşa geldim. Yaşamak için yaratmak gerekiyorsa (benim için olanaksız, yaratmak değil, yaşatmak aslında) bir ana örümceğin evladına duası gibi kaskatı kesilmem gerekiyor önce.
…
YORUMLAR
''Karıncalar göğe bakabilselerdi belki de uzun yaz geceleri çalışmaktan vazgeçip, yüksek bir tepeye çıkıp yıldızları seyrederlerdi.''
''En sevimli ihtiyar bile mezarda bütün dişlerini çoktan döktü''
''Kur yapılırken modern şiir külliyatını ezberlemek zorunda kalan erkek, aynı kadınla sevişirken halı sahada maç yapar gibi küfredebiliyor''
''İstikrarlı öğütlerin dahi çıkış noktaları başarı değil, başarısızlıktır''
Bu saatte bu kaliteyi bu mecrada bulacağıma inanmıyordum harikasın.