- 700 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ENDİŞE-6
“ Bunu yazmalısın ” dedi, “belki hepimiz biraz utanmayı öğreniriz. Yaşarken yerine getiremediğimiz sorumluluğu ölürken de yerine getirmedik, son nefesinde bile yalnız bıraktık”. Söz dedim yazacağım, utanacak yüzü olanlar için.
Onun yaşamının bir kesitine ilişkin anlatılanlardan tuttuğum notlar:
O senenin baharı ya da yazın ilk ayları olmalıydı. Kumru bana epeyce alıştı, artık kaçmıyor. Kaçmıyor ne demek, yazın kışın dört mevsim açık tuttuğum pencereden içeri giriyor, dolaşıyor, omzuma konuyor, büronun içinde uçuyor, geziniyor… Bir yandan masanın başında günlük işlerimi yapmaya çalışırken, bir yandan göz ucuyla onu izliyorum. Bir hamle daha yapıp, pencereye sıçrıyor. Göz göze geliyoruz. “Seni eğlendirdiğim yeter" der gibi bir kanat çırpışıyla neredeyse ağaçlaşmış, boyu büronun tavanına değen kocaman çiçeğin dalına yaptığı yuvasına giriyor. Büroda yalnızım. Zil çaldı. Bir arkadaşımın eşi. Birkaç ay önce evlerine gittiğimde görmüştüm, daha öncesi tanımıyorum. Buyur ettim, yer gösterdim. Sebepsiz gelmezdi, onu sebepsiz “çat kapı” gelecek kadar tanımıyorum da samimiyetim de yok. Bütün özelliği arkadaşımın eşi olması. Arkadaşım hastaydı… İçimi bir sıkıntı bastı, gözüne baktım. “Öldü” dedi, üç hafta oluyor. Donakaldım. Dilimde sözcükler düğümlendi, tek bir kelime edemedim. “Ölmeden önce seni görmeyi çok istedi, birkaç kez seni arattırdı, telefonun cevap vermedi…” Yüzüne takmaya çalıştığı “çok üzgün” ifadesi bana oldukça iğreti geldi, inandırıcı değildi. “Hoşça kal” dedi çıkarken. “Yenge çocukların ya da senin bir ihtiyacınız olursa…” Çıkıp gittiğini fark etmedim bile. Ondan sonra da bir daha ne telefonla ne de yüz yüze görüşmedik.
Aynı geleneğin savunucularıydık ama farklı siyasal örgütlenmelere mensuptuk. Onu dışarıda, gerek kitle eylemlerinden gerekse antifaşist mücadelenin farklı alanlarından tanımıyorum. Tanışma yerimiz cezaevi… Ne zaman tutuklandı bilmiyorum. Aklı-evvellerin “karıştır-barıştır” uygulamasıyla aynı koğuşa düşmüşüz. İnce, zarif bir yapısı var. Boyu olağandan daha uzun. Yani koğuştakilerin hepsine tepeden bakacak kadar uzun boylu. Tosuncuklarla tabak savaşının her defasında bir yerlerinden yaralanıyor. Uzun boyu nedeniyle saldırılarda manevra kabiliyeti zayıf kalıyor. Aramızdaki mesafe kısa sürede kalktı, yakınlaşmaya başladık. Sayımlarda yan yanayız ve benden sonraki numara onun. Ben on yedi, o on sekiz. Cezaevinde direncimizi kırmak için olmadık, akla hayale gelmedik yola başvuruyorlar. Günlük sıra dayağı, olur olmaz gerekçelerle baskınlar, avazınızın çıktığı kadar bağırmaya zorlanmalar, falakaya çekilmeler, hamamda ıslatarak dövmeler, hakaret ve küfürler sıradan ve alışık olduğumuz uygulamalar. İşkence dayak neyse de şu sayımlarda, yemek alımlarında, marş söylemelerinde, rap raplarda olur olmaz bir yığın aptalca şeylerde şu komut vermeler, şu avazımız çıktığı kadar bağırmaya zorlanmalar yok mu?... En çok onurumuza dokunan durum bu. Kaldığımız koğuşta “bağırmama” kararı aldık. Kimse bağırmayacak. Belki birkaç gün üzerimize gelecekler, işkenceyi artıracaklar ama sonunda pes edecekler… Böyle düşünüyoruz. İlk direnişi sabah merasiminde, yemek duasında gerçekleştiriyoruz. Herkes normal konuşma sesiyle konuşuyor. Nöbetçi askerin sinirden şakak damarları geriliyor, sesi çatallaşıyor. Tehditler, küfürler… Kimse tınlamıyor, herkes karara uyuyor. Bizim sayımızdan az olan tosuncukların kendilerini paralarcasına bağırmaları da durumu kurtarmaya yetmiyor. Derken nöbetçi subay geldi… Tehdit etti bizi, “gösteririm size” der gibi başını sallayarak gitti. Ben daha önceki koğuşta “tünel kazma” sabıkalısıyım ve bu koğuşta da gözetim altındayım. Benim dayak yemede zaman sınırlamam yok, beni gelip gidip çarpmaları için bir sebebe de ihtiyaçları yok tabi. Akşam sayımı için yerimizi aldık. Tek sıra diziliyoruz. Herkes normal sesle bir, iki, üç… Tosuncuklar bağırma görevlerini de layıkıyla yerine getirdiğinden sağ salim bizden ayırıp koğuşa gönderiliyorlar. Geri kalanlarımız için sayım mangasının copları göreve hazır. İşlemeye başlıyor… Artık nerenize denk gelirse… Tabii ilk başlayış her bir elinize saymayı unuttuğunuz kadar cop darbesi… Sayımı yeniden ve istedikleri ses tonuyla bağırmamız için yeniden başlatıyorlar… Sonuç değişmiyor. Bu sefer coplamada sıralı prosedür yerini karma düzene, kara kucağa bırakıyor. Herkes yerlerde sürükleniyor, bir yandan tekmeleniyor, bir yandan coplanıyor, bir yandan sürükleniyor. Sonuç değişmiyor. Kimse onların istediği gibi bağırmadı. Kimsede ayağa kalkacak hal kalmadı. Yavaş yavaş kimimiz bacağını, kimimiz kolunu gövdesini sürükleye sürükleye koğuşa atıyoruz kendimizi. Herke üstü başıyla uzanıyor yatağa. Ertesi günkü havalandırmada “terbiye edicilerimiz” akşamki programlarını uyguluyorlar. Yine yerde tekmelemeler, coplamalar, sürüklemeler… Havalandırma dedim de haftada üç gün ve kırk beşer dakika… Baskı, dayak, işkence dayanılır gibi değil ve geri adım atmaya da niyetleri yok. Zaten bu cezaevinde “normal” diye bir şey yok. Bir de bu direniş adamları çıldırttı. Direncimiz düşmeye başladı. Koşullar nedeniyle birçok arkadaşımızın sağlığı zaten bozuk, üstüne bir de bu aman vermez saldırı gelince yeniden durum değerlendirmesi yapılıp bağırmama konusunda arkadaşlar serbest bırakıldı. Beş kişi devam kararı aldık. Bir, iki üç… Daha sesli çıkmaya başladı. Devam kararı alan arkadaşlardan ilk sıra benim… On yedi… Normal ses… Önümde duran sayım mangası çavuşu yüzüme yumruğu öyle bir indiriyor ki… Mübarek üçüncü sınıf boks şampiyonu… Bir daha, bir daha… Arka arkaya… Arkadaşım daha on sekiz dememişti bile ve üstelik rahatsızlığı nedeniyle o direnişe devam kararı alan beş kişi arasında yoktu. Yani sıra numarasını sesli söyleyecekti. Sesini duymayı beklemeden bu kez benim yüzüme inmeye başlayan tokatlar ona inmeye başladı… Koğuşa girdiğimizde kırılan dişini göstererek “dışarı çıktığımızda bu dişimi taktıracaksın” dedi. Bu durum yıllarca sürecekti ve direniş kararı alan beş kişi arkadaşım istemese de altıya çıkmıştı… Benim yanımda dayaktan kurtulma şansı yoktu… Ona, sırasını değiştirmesini söylediğimde güldü, “mazoşizmin mutluluğunu elimden alma!...” Koğuşta her davranışı bir eğlence malzemesi yapıyoruz, adeta şamata üretim merkezi gibi çalışıyoruz. Görünüşte de olsa ağır koşulları tınmamaya çalışıyoruz. Bir gün, özellikle bizi coplamaktan akıl almaz zevk alan bir onbaşıya “anan senin bu kadar piç olacağını bilseydi, seni bok kuyusuna atardı” demişti de, biz bu bir satır sözden binlerce satır üretmiştik. Ne satırlardı ama… İncelik dolu, zarif, narin(!)… Bu arada cezaevi yönetiminden korktuğu için bizi coplayan askerlere hiç kızmazdık… Bize vururken elleri kalkmazdı da biz “vur” derdik, “seni ihbar eder tosuncuklar, başın belaya girer…” Bir çavuşu hiç unutmam, bir taraftan bize vururken bir taraftan yanaklarından aşağıya gözyaşları süzülürdü… “Özür dilerim arkadaşlar, özür dilerim…”
İlk koğuştaki tünel denemesi yatmıştı… Burasının durumu neydi acaba?... Bir yandan da bu konuyu araştırmıştık… El altından konuştuğumuz askerden lağımın güzergahını öğrendik… Şöyle üç dört kilometre gidersek şehrin ortasındaki bir mazgala ulaşabilirdik… Lağımın girişi koğuşun içinde, gaz odası denen yerdeydi… Oldukça ağır beton kapakla kapatılmıştı ve birkaç kez denememize karşın değil kapağı çıkarmak yerinde bile oynatamamıştık. O arkadaşın kuvvetini de katarsak bunu başarabilirdik. Bu mümkündü de, bunu ona nasıl söyleyecektik. Mensubu bulunduğu grup buna izin verir miydi, üstelik bu grupla dışarıda da ilişkilerimizin pek iyi olduğu söylenemezdi. Bu görevi ben üstlendim. Gece iki-dört nöbeti onundu. Yatarken, “sıkılırsan beni kaldır, sohbet edelim” demiştim. “Tamam dedi, kaldırırım”. Bir iki koridor boyu voltadan sonra gaz odasına geçtik, kapağı gösterdim. “Bunu kaldırabilir misin?. Gözüme baktı, önceki koğuştaki başarısız denemeyi duymuştu. Aklımdan geçenlerin yabancısı değildi. “buradan çıkılmaz” dedi. İkna etmeye çalıştım, üstelik ilkine göre riski daha azdı. Denedi, bir daha, bir daha. Kapağın yerinden oynayacağı yok. Ağzı sıkı, güvenilir, gücü kuvveti yerinde birkaç arkadaşın adını saydı. Onlarla birlikte bu işi halledebilirdik. İkinci nöbet gününü kararlaştırdık, hem bu süre içinde bu arkadaşlarla da konuşulmuş olurdu. O gün kapak kaldırıldı. Sabaha daha çok vardı ve ilk bir saat içinde durum belli olurdu. Bir saat bizi gaz odasında bekleyeceklerdi. Üç arkadaş lağıma indik. İçeride akıl almaz bir koku, bir gaz sıkışması… İlerledikçe boğulacağız… Üstümüz başımız neredeyse gırtlağımıza kadar bok içinde… Ya o fareler, lağım fareleri… Neredeyse kedi büyüklüğünde… Nasıl garip bir ses çıkarıyorlar… Fenerin ışığında tel tel uzamış bıyıkları parlıyor… Bir arkadaş bunların bize saldırabileceğini söyledi. Daha ileriye gitmemiz imkânsız. Havasızlıktan boğulacağız. Çaresiz geri dönüyoruz… Gitmemişler, bizi bekliyorlar. Elimizden tutup bizi yukarı çektiler. Koğuşta nasıl bir koku, nasıl bir koku… Hemen üstümüzdekileri çıkarıp atıyoruz, gazete kağıdına sarıp çöpe… Gizlememiz gerekli… Buz gibi suyun altında donacağım neredeyse, kaç kez sabunlandıysam kar etmiyor, koku bir türlü çıkmak bilmiyor. Arkadaşların fazlalıklarından don gömlek bulundu, üstümüze başımıza takıp takıştırdık. Yatak komşum arkadaşım “bu ne lan dedi, acayip bir koku, senden geliyor galiba”… Uyanan arkadaşlar burunlarını tutuyorlar, birbirlerine kokunun nereden geldiğini, sebebini soruyorlar. “Lağım patlamıştır.“ Sabah mangası kokuyu keşfetti, hiçbir şeyden haberi olmayan bir arkadaşımız neredeyse isyan edercesine nöbetçi komutana “bir bu eksikti, tatil beldenizin lağımları patlamış, ortalığı bok götürüyor ama siz bundan bile rahatsız olmuyorsunuz” dedi. Dedi de bir güzel de sopa yedi. İşittiğimize göre askerler patlayan lağımı onarmak için çoktan seferber edilmiş.
Bu olayın üstünden çok geçmeden koğuş tekrar dağıtıldı. Bir daha o arkadaşı cezaevinde hiç görmedim. Bin dokuz yüz doksanlarda tahliyeler başlamıştı… İkimizde tahliye edilmiştik ama kim neredeydi bilen yoktu. Yaşamın ağırlığı altında herkes kendini unutmuştu. Ancak karşılaşmalar tesadüfen olabiliyordu. Benim büroyu öğrenmiş, çıktı geldi. Kucaklaştık. O dev gibi cüsse çökmeye başlamıştı. Nefes almakta zorlanıyordu, sık sık oksijen tüpü kullandı. Ben sustum o konuştu. Dışarı çıkıp da ailesinin yardımıyla iş kuran, kendini toparlayan, iyi para kazanan arkadaşlardan söz etti. Bir kaçından iş istemiş, birçoğu uygun iş olmadığını söylemişler. Bir iki kişinin yanından kısa süreli çalışmış, bir zamanlar arkadaşım olduğuna inanamadım dedi. Birkaç kişiden borç almış, ödeyememiş. Ortak çevrelerde “bizi dolandırdı” demişler. Birilerinin yardımıyla bir yerlerde çalışıp hastalığı dolayısıyla da malulen emekli edinmiş. Kıyı kentlerin bir kasabasına yerleşmiş. Aradı, gittim. Sabahtan akşama bir sandalyede öylece oturup duruyor. İşi şamataya vuruyorum, “lan diyorum senin ev tam tünel kazılacak yer”… Onun o halini görmeye içim dayanamıyor. Emekli maaşını da aldığı evin kredisine yatırıyor. Ailesinin bile ilgilenmediğini gördüm. Ailesinin, eşinin, çocuklarının gözünde o beceriksizin birisiydi, sanki kendini kurtardı da başkaları kaldıydı. Herkesin delisiydi, bak filancalar nasıl yaşıyorlardı. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. O bu sözleri artık duymuyordu bile ya da duymazlıktan geliyordu. Şehirden yaşadığı kasabaya tekel maddeleri taşıyan aracın şoförünü tanıyordum. Haftanın iki günü o kasabaya tekel maddeleri taşıyordu. Bir alış veriş merkeziyle anlaştım, haftanın iki gün araç ihtiyaç maddeleri ile doldurulup gönderiliyordu. Bir gün “eşim senin o dönem arkadaşlarımdan olduğuna inanmıyor” dedi. Çok sıkışık bir zamanımda para istedi. İki güne kadar temin edeceğimi söylememe rağmen o gün için ısrar etti. Sesimin tonunu yükselttim, telefonun ucundaki ses kesiliverdi. Aramalarıma cevap vermedi.
Eşinin büroma geldiği gün arkadaşımın ölümünün onbeşinci günüymüş. “Onu çok özlediğimi söyle” demiş.