- 2574 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Beyaz Gül
Bahçenin en güzel ve en nazenin çiçeğiydi Beyaz Gül. Masumiyeti çağrıştıran rengi, mağrur duruşu ve eşsiz kokusuyla yaşam iksiri yayıyordu etrafına. Bu özelliklerinin farkındaydı. Bilirdi ki; rüzgârın, yağmurun, güneşin göz bebekleriydi. Sadece onların mı? Havada uçan kuştan, yerde gezen karıncaya kadar bütün canlılar da Beyaz Gül’ün ihtişamlı güzelliğine gıpta ile bakıyorlardı. Bu gerçeği bilmek onu şımartıyor, şımardıkça da dal dal tomurcuğa duruyordu. Öyle göz kamaştırıcı bir güzelliği vardı ki Güneş, sıcak dokunuşlarıyla ve olanca sevecenliğiyle her gün yanaklarını okşamadan duramazdı. Rüzgâr akşamüzeri gelip en güzel valsını Beyaz Gül ile yapardı. Yağmurun özlem büyüten damlalarıyla buluştuğunda her bir goncası efsane kokular yayardı etrafına.
Dostları tarafından sevildiğini bilse de günlerden bir gün, içinde dayanılmaz bir boşluk olduğunu fark ettiğinde, çok da anlamlandıramadığı bir hüzün dalgası yalayıp geçmişti yüzünden. Oysa mutlu olduğunu düşünürdü o güne değin, mutlu ve huzurlu. Şimdi değildi işte. Her ne ise içindeki bu boşluğun adı, fena hâlde damarlarına hüzün pompalıyordu. Hüznüyle paralel büyüyen boşluk giderek daha bir derinleşiyor, ağaç kurtları gibi içini kemiriyordu.
O gün ilk defa dibinde biten ayrık otlarından rahatsız olmuştu. Nasıl da itici ve sevimsiz görünüyorlardı gözüne. Ayrık otları, ilk defa bu denli boğar olmuştu köklerini. İlk defa köklerini mesken tutan karınca kolonisine de sinirlenmiş, saçaklarına dolanan solucanları huzursuzca silkelenmişti üstünden.
Bal arılarına, goncalarını sımsıkı kapatmak geçmişti içinden. Polenlerini sakınır olmuştu arılardan. Oysa arılar da tıpkı karıncalar gibi onun dostlarıydılar. Ne üzerinde uçan rengârenk kelebeklere, ne de serçelere tahammül edebiliyordu. Kendisini tanıyamıyordu. Neydi onu bu denli hırçınlaştıran? Nasıl da çekilmez olmuştu? Aslında etrafındakilerden çok, kendisineydi tahammülsüzlüğü. Garip bir hâldi onunkisi, garip ve karmaşık. Kimse ona dokunmasın istiyordu. Daha düne kadar bahçe çitleriyle sınırlı dünyasında mutlu mesut yaşadığını düşünürken, o gün yaşadığı bahçe ona dar gelmeye başlamıştı. Alıp başını ufukların ötesine gitmek geldi içinden. Ah, keşke gidebilseydi, acaba ufukların ötesinde aradığını bulabilir miydi? Aradığı neydi, ah, bir bilebilseydi?
Boynu bükülmüş, bahçe çitlerine daha bir sokulmuştu. Kendini tüm dostlarından gizlemek istiyor, kuytulara çekilip kara kara düşünüyordu. Mutsuzluğu bariz bir şekilde solup sararan goncalarından belli oluyordu. Ne güneş, ne rüzgâr, ne bulut, ne de yağmur güldürebiliyordu artık yüzünü. Etrafında pervane olan dostlarını gözü görmüyor, göremiyordu.
Beyaz Gül, dostlarından uzaklaştıkça yalnızlığa daha çok yaklaşıyor, yalnızlığa yaklaştıkça hüznü daha da çoğalıyordu. Yaşam her türlü şekilde gözünde anlamını yitirmiş, kendi boşluğunda ve o boşluğunun ekseninde dönüp duruyordu.
Onu eksilten duygu neydi?
Neydi hayatında eksik olan?
Ne idi bu hüznün kökü, saçağı?
Bütün bu soruları, aynı cevapsızlıkla kendine dönüyordu.
’Aşk!’ dedi, yakınından gelen bir ses. Daha önce hiç duymadığı, enfes, harikulade bir sesti bu.
Yönünü sese doğru çevirdi.
Dalına teklifsizce konmuş bir kuştu ona bu sözü söyleyen. Dalgın dalgın baktı kuşa. Onu daha önce bu bahçede hiç görmemişti. Serçelerden pek farkı yoktu. Alelade hatta çirkin göründü gözüne.
’Aşk ve sen ha! Çirkin şey,’ diyesi oldu. Dahası hareketlenip dalından kovası oldu.
Kuş, kanatlanıp şöyle bir etrafında döndükten sonra;
’Güzellik bakan gözdedir
Gözden evvel de özdedir
Sen görmesini bilmezsen
Göz neylesin, öz neylesin...’ diye şakıdı. Ve gelip Beyaz Gül’ün dalına kondu yeniden.
Beyaz Gül, iliklerine kadar ürpermişti. Ses, öyle bir tılsım yumağıyla sarmıştı ki ruhunu ve bedenini, büyülenmişti adeta. ’Bu nasıl olur?’ diye mırıldandı. ’Bu olağanüstü güzel, çağıl çağıl ses, bu sevimsiz kuştan mı çıkıyor? Bu kuş kesin büyücü olmalı.’
Kuş tekrar şakıdı:
’Kınama suretimi şeklimi
Cana şekil veren Huda’dır
Elinde ise bir de sen yarat beni
Canım canına fedadır.’
Bu kez sitemkârdı dizeler. Dizeler son bulunca sustu kuş. Sessizce kanatlanıp gökyüzüne süzüldü. Nasıl teklifsiz geldiyse yine teklifsizce uçup gitmişti. Bir süre sonra da gözden kayboldu. Sanki biraz üzgün, biraz kırgındı kanat çırpışları.
Olanca şaşkınlığıyla kalakalmıştı Beyaz Gül. Garip kuşun arkasından bakarken, hâlâ o büyülü sesin içinde bir yerlerden yükseldiğini duyumsuyordu.
O gün ve diğer günler içindeki o ses hiç susmamıştı. Yüreğine billur damlaları gibi dolan ses, azalacağına artıyor, giderek en yüksek perdeye ulaşıyordu. Bu durumdan şikâyetçi değildi. Huşuyla içindeki sesi dinliyordu. Ses günlerdir içinde şahlanan, kabaran hırçın dalgaları ehlileştirmiş, ruhunda büyük bir dinginlik hâsıl olmuştu.
Garip bir şekilde o tuhaf kuşu düşünür oldu. Görüntüsünden dolayı onu hakir gördüğü için şimdi pişmanlık duyuyordu. Kuşun söylediği mana yüklü dizeleri düşündü. Ne de sitemliydi o dizeler. Ve ne de kırgın uçup gitmişti garip kuş.
Gerçekten kibirli davranmıştı Beyaz Gül. Yoksa hep kibirliydi de bu özelliğini yeni mi fark ediyordu? Güzel olduğunu düşünmesi miydi, onu kibrin kör kuyusuna iten? Güzellik, kendini etrafındakilerden üstün görebilecek bir meziyet miydi? O gün, kuştan evvel kökleri dibinde biten ayrık otlarını nasıl da küçümsediğini hatırladığında, utancından kızardığını hissetmişti. Oysa doğadaki her canlının olduğu gibi ayrık otlarının da yaşama bir güzellik, bir ahenk, bir mana katmadıklarını nasıl söyleyebilirdi? Hem bir ayrık otunun bünyesinde nice şifalar barındırdığını düşününce utancı ikiye katlanmıştı. Kötü bir çiçekti o. Salt güzel olduğu için etrafındakilere tepeden bakan şımarık bir aptaldı. Zavallı kuşu da gücendirmişti işte. Bir daha asla bahçeye gelmeyecekti ve o eşsiz sesi bir daha duyamayacaktı. Bütün bunları düşününce yüreğine ağır bir sızı sokuldu. Yaprakları kederden buruştu. Boynu iyiden iyiye bükülmüştü. İçin için kızıyordu kendine: ’Hepsi benim yüzümden, o gün içimdeki boşluğun acısıyla etrafımdakilere saldırdım,’ diye hayıflandı. ’Ah, o hain boşluk!’
’Üzülme... Sen istersin de ben gelmez miyim?’
Duyduğu sese inanamamıştı. Hemen sesin sahibine doğru kaldırdı başını. İşte o büyülü sesin sahibi yine karşısındaydı. Sesi duyduğu andan itibaren, şiddetli bir kasırgaya tutulmuştu gövdesi. Titriyordu Beyaz Gül. Dallarındaki yapraklar, bu büyük heyecanın şiddetinden neredeyse topyekûn köklerinin dibine dökülecekti. Utandı, utancından yere eğdi yüzünü.’
’Ben artık gelmeyeceğini düşünmüştüm,’ diyesi oldu.
Kuş, ’Ben gitmemiştim ki, yakınlardan hep seni izliyordum,’ diye cevap verdi.
’Küsmedin mi bana?’
Kuş, Beyaz Gül’ün sorusuna yine bir dörtlükle cevap verdi:
’Güzel dilin neler söyler?
Olur mu hiç güle küsmek?
Ben güzeli sende buldum.
Gülün de bir dikenin de.’
’Demek küsmedin, buna sevindim,’ dedi Gül. Yüzü aydınlanmıştı.
’Aşk ile dönen Bülbül’üm
Ne lale ne de sümbülüm
Yelinde savrulan külüm
Gülün de bir dikeninde.’
Dörtlükten sonra, ’Demek sen Bülbül’sün, peki, yuvan yok mu senin?’ diye sordu Beyaz Gül.
Bülbül başını Beyaz Gül’ün o ipeksi goncasına gömdü. Kokusunu derin derin içine çektikten sonra, ’Yuvam sensin benim,’ diye fısıldadı.
O günden sonra Bülbül, her gün gelip aşk şiirleri okudu Gül’e. Beyaz Gül, her dizede aşkı tanıdı. Aşk açtı dalı budağı. Aşk böyle mi gelirdi, böylesine ani ve şiddetli bir sağanakla mı? Aşk, güzelliğin özü olmalıydı ki Bülbül, gözünde paha biçilmez değerde bir güzelliğe bürünmüştü. Öylesine tutulmuştu ki Bülbül’e, bir gün görmese kâinat bir kıvılcımla tutuşur, yanar kül olurdu herhalde. İçindeki boşluk tıka basa aşk ile doluvermişti. Daha bir güzelleşmiş, daha bir serpilmişti. Dağa taşa, kurda kuşa mutluluğunu haykırıyordu goncaları. Bütün dostları da bu mutluluğu tebessümleriyle kutsuyorlardı. Mutluluktan uçuyordu. Rüzgârla yaptığı danslar bir başka ahenk kazanmıştı. Rüzgârla Gül’ün dansı, nefes kesen bir ritüele dönüşüyor, onları izleyenlerin solukları kesiliyordu.
Bülbül’ün gelmesini dört gözle bekler olmuştu. Bülbül her gün geliyordu gelmesine ama bir süre sonra Beyaz Gül’ün bilmediği bir yere uçup gidiyordu. Baş döndüren mutluluğu, Bülbül’ün sıklaşan gidişleriyle yerini yavaş yavaş sinsi bir sızıya bırakmıştı. Beyaz Gül’ü içten içe tüketen bir sızıydı bu.
Bülbül, Beyaz Gül’ün süzülmüş yüzüne bakıp, üzüntüsünü fark ettiğinde şöyle fısıldadı kulağına:
Aşkı bende arama
Aşk sendedir sende
Ben gidersem eksilirim sanma
Aşk sendedir sende...
’Artık gitme, yuvanı benim dallarıma kur. Ben sensiz nefes alamıyorum,’ dedi Beyaz Gül.
Bu bir itirafnameydi aslında. Sesi o kadar cılız ve biçare çıkmıştı ki. Bülbül; ’Aşk, bencillik değildir,’ diyemedi. Onun yerine; ’Yuvam sensin benim,’ sözünü tekrarladı. Kanatlarıyla sardı Gül’ü.
Beyaz Gül, Bülbül’ün kanatları altına aşkla sokuldu. O gün ilk defa akşam güneş batana kadar öylece kaldılar. Hatta geceyi birlikte karşıladılar. Bülbül en güzel şiirlerini, en güzel şarkılarını Beyaz Gül için söyledi. Ateşböcekleri etraflarında çember oluşturup bu eşsiz aşk seremonisine eşlik ettiler. Sonra Bülbül yine gitti.
Günler günleri kovalıyor, Bülbül’ün her gidişinde Beyaz Gül biraz daha soluyordu. Gövdesindeki dikenler giderek daha iri, daha keskin ve daha sivri bir şekilde durmadan büyüyordu. Dikenler, Beyaz Gül ile Bülbül’ün her kucaklaşmasında Bülbül’ü derinden yaralıyor; Bülbül, Beyaz Gül’e yarasını belli etmemeye çalışıyordu. Her ne kadar belli etmek istemese de dikenlerin saplandığı yerden Beyaz Gül’ün üstüne Bülbül’ün kanı damlıyordu. Aslında dikenlerin görünmeyen kısmı Beyaz Gül’ün kendi canına daha çok batıyor, Beyaz Gül içten yara alıyordu. Her ikisi de birbirlerinden yaralarını saklıyorlar, fakat Bülbül’ün yarası öylesine kanıyordu ki, herbir damlayla Gül’ün rengi beyazdan al kırmızıya dönüşüyordu. Yine de aşklarından taviz vermiyorlar, her buluşmada acılarını içlerine gömüp saatlerce aşk şiirlerine dalıyorlardı yeniden. Şiirler, Gül’e acılarını unutturuyor, Bülbül’ün kanatları altında umutlu düşler kuruyordu.
Bir süre sonra bıçak gibi kesildi Bülbül’ün gelişleri. Beyaz Gül, merakından delirecek gibi oluyordu. Binbir türlü soru geçiyordu aklından. Ama hiçbirinin cevabını bulamıyordu. Acaba dikenlerinden mi kaçmıştı Bülbül? Ama ’Gülün de bir dikenin de,’ demez miydi hep? Dikenlerini goncalarından önce sevdiğini söylemez miydi? Öyle ise neden gelmiyordu artık? Bülbül’ün gözünde değerini yitirmiş miydi? Acaba başına bir hâl mi gelmişti? Günlerce, gecelerce düşünmekten bitap düşmüştü Beyaz Gül.
Bir gece yine Bülbül’ün yokluğuna dayanamayıp sessizce ağlarken, bahçe çitinin üzerine konan Baykuş’un onu seyrettiğini görünce; ’Ne bakarsın sefil Baykuş? Hiç ağlayan Gül görmedin mi?’ diye sitemle karışık bir kızgınlıkla sordu.
Baykuş, boynunu kafasıyla birlikte Beyaz Gül’e çevirdikten sonra alaylı bir ses tonuyla; ’Yoo, çok ağlayan Gül gördüm, ama acıdan renk değiştireni yeni görüyorum,’ dedikten sonra adeta Gül’e çıkıştı: ’Görmez misin kendine ettiğin cefayı? Şimdi sana kim der; ‘Bizim eski kar gibi Beyaz Gül’ümüzsün,’ diye? Yaran derinleşir durur içinde. Hiç kendi dikeni yaralar mı gülü? Ölüyorsun, görmüyor musun? Değer mi Bülbül için?’
Gül, ilk defa durup kendisine baktı. Perişan görüntüsünden ürkmüştü. Üzülerek boynunu büktü.
’Benim yaralarım umurumda değil, ama Bülbül’ün de üzerimde kanı var. Benim dikenlerim onu da yaralıyor. O göstermese de ben biliyorum,’ diye acıyla inledi.
Baykuş, uzaklara dikti başını. Bir kehaneti bildiriyormuş gibi gizemli bir havaya bürünmüştü:
’Benim gördüğümü sen de görebilseydin belki yaran kabuk bağlardı. Dikenlerini kendi canına batırmaktan vazgeçerdin. Aşk için çektiğin çileye değer mi? Sana acıyorum, sen zavallı bir körsün!’
Beyaz Gül kızdı Baykuş’a. Hiç duymak istemediği bu sözler, en az yüreğini oyan dikenler kadar acıtıyordu canını.
’Aptal Baykuş, ne saçmalıyorsun sen!’ diye azarladı.
Baykuş, ’Bana hakaret etmene kızmıyorum. Acından ne söylediğini bilmiyorsun. Hatta sana bir de iyilik yapacağım,’ dedi ve devam etti. ’Şu çitin kırık tahtasını görüyor musun?’ diye sordu.
’Evet, görüyorum,’ diye yanıtladı Beyaz Gül.
’Yarın Güneş doğar doğmaz, o kırık tahtaların arasından başını sok ve çitin arkasına bak.’
’Niye bakacağım ki çitin arkasına, ne var orada?’
Baykuş acı acı gülerek başını salladı ve; ’Senin bilmediğin başka bir boyut,’ dedikten sonra Beyaz Gül’ün cevabını beklemeden tünediği yerden hızla havalanıp, netameli sesiyle uzun uzun öterek gecenin karanlığında kayboldu.
Baykuşun ürkütücü sesinden mi etkilenmişti, yoksa söylediklerinden mi bilmiyordu ama iliklerine kadar ürperiyordu Beyaz Gül. Yaprakları kırağıda kalmış gibi titriyordu. Başını çitin kırık tahtasına çevirdi. Karanlıktan başka bir şey göremedi. Gecenin örttüğü o zifiri perdeleri delip altında sakladıklarını görebilseydi keşke. Yüreği daralmıştı. ’Hay uğursuz Baykuş, musibet, nasıl da konuştu, içime ateş düşürdü şimdi. Acaba neyi görmemi istedi? Bu gece sabah olur mu?’ diye söylendi.
Başını gökyüzüne kaldırdı. Bu gece Ay da yıldızlar da sanki sözleşmiş gibi ortalarda görünmüyorlardı. Bari ateşböcekleri olsalardı, belki ona yardım edebilirlerdi. Ne vardı dolunay çıksaydı da geceyi aydınlatsaydı, ne vardı sabahı beklemeden çitin ardına bakabilseydi? Hayatının en zor gecesiydi. Merakın, bu kadar acı verebileceğini asla düşünmemişti. O dayanılmaz acıyla sabah olmasını bekledi.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözünü çitin kırık tahtasına dikti. Aslında gece boyunca gözünü o delikten hiç ayırmamıştı. Sabah alacasında pek bir şey görememişti. Biraz daha havanın aydınlanmasını bekledi. O sabah dostu Güneş, sanki özellikle ağırdan alıyordu.
Bir süre sonra Güneş yüzünü dağların doruklarından gösterdiğinde, vaktin geldiğini anladı. İyice bahçe çitinin kırık tahtasına yanaştı ve kırık tahta arasından başını kolaylıkla sokup çitin diğer tarafına baktı. O güne kadar neden hiç çitin arkasını merak etmediğini düşündü. Bir cevap bulamadı. Merak etmemişti işte.
Beyaz Gül, düşüncelerini bir kenara bırakıp delikten bakmayı sürdürdü. Çitlerin arkasında da bir bahçe vardı, kök saldığı bahçeden pek de bir farkı olmayan başka bir bahçe. ’İyi de...’ dedi, ’Meyve ağaçları ve çiçeklerden başka ne var ki bahçede? Tıpkı bu bahçeye benziyor, aptal Baykuş, başka bir boyut ha, kesin benimle dalga geçti!’ diye söylendi.
Tam bakmaktan vazgeçecekti ki o sırada bahçede bir Gül gördü, kırmızı bir Gül. ’Ne güzel bir Gül,’ diye geçirdi içinden, sanki benden daha güzel.’
Kıskanmış mıydı neydi, içi cız etmişti. Biraz daha dikkatli bakınca, Kırmızı Gül’ün dalındaki yuvayı fark etti. Sonra bir şeyi daha fark etti. O anda sıtmaya tutulmuşçasına titredi. Acıdan kökleri topraktan ayrılacaktı neredeyse. ’Nasıl olur? Bu imkânsız, bu imkânsız!’ diye inledi. Uğruna öleceğini düşündüğü yegâne varlık, büyük aşkı Bülbül, Kırmızı Gül’ün dalında şakıyordu. Kırmızı Gül ise Bülbül’ün eşsiz serenadıyla kendinden geçmiş, etrafına gülücükler saçıyordu.
Neden sonra Bülbül de Beyaz Gül’ü fark etmişti. Serenat yarım kaldı. Birden ölüm gibi çöktü sessizlik. Nafile bir telaşla Beyaz Gül’e doğru uçmak istedi önce, sonra durup bir Kırmızı Gül’e bir de dalına kurduğu yuvaya baktı. Kanatlarına kurşun yemiş gibi perişan bir hâlde hızla Kırmızı Gül’ün dalına düştü. Utancı mıydı onu böyle bozguna uğratan, yoksa Beyaz Gül’ün yüzünde gördüğü derin acıdan mı belli değildi.
Beyaz Gül, daha fazla izleyemedi bu acı manzarayı. Son bir gayret, kendini hızla geri çekti. Gördükleri hayal olsun istiyordu. Ama değildi işte. Duyduğu amansız ızdıraptan taş kesildi olduğu yerde. Bin yerinden kırılmıştı dalları. İnandığı ne varsa dağılmış, parçalanmış, un ufak olmuştu gözünde. İçinde şiirler, şarkılar toplu hâlde ölüyorlardı sanki. Yüreğinde şakıyan bülbül ölüyordu. ’Aşk bizi ter ketti,’ diye hıçkırdı.Suyu çekildi damarlarından. Gövdesini bürüyen dikenlerin hepsini, şimdi daha bir acımasızlıkla kendine batırıyordu. Goncaları soldu, kurudu. Savruldu tüm yaprakları döküldü dibine.
Tanıdık bir ses duydu uzaklardan:
’Aşkı bende arama.
Aşk sendedir sende...’
Dostu rüzgâr koşup geldi yanına. En müşfik dokunuşlarıyla okşadı Beyaz Gül’ü. Güneş sardı sımsıcak kollarıyla, her bir yarasını sardı, öptü kokladı. Bulutlar fısıldadı kulağına:
’Aşk sensin
Bırak, istediği Gül’e gitsin sevgili
Aşk senin özünde
Şimdi uyu, zaman seni büyütecek
Baharda aşka duracak yine her bir goncan
Göreceksin...’
Beyaz Gül, duymuyordu onları. İçinde başka bir ses, hazin bir ayrılık şarkısı söylüyordu.
Aşk, kan kırmızı kanıyordu dikenlerinin üzerinde. Bülbül’ün daha önce üzerine damlayan kurumuş kanına takıldı gözü. Aşk kadar gerçekti işte Bülbül’ün kanı. Ve kan kadar koyuydu Beyaz Gül’ün duyduğu acı.
Uyumak istiyordu Beyaz Gül, uyumak ve aldanmışlığını unutmak. Sızım sızım acılarının üzerine kapattı gözlerini. Esrik bir şebnem ıslattı yanaklarını. Dost yağmurlar yağdı üzerine, yıkadı kurumuş kanlarını. Sert esti rüzgârlar, süpürdü acı kalıntılarını.
Kış, gelip bembeyaz karlarla örttü üzerini. Toprak köklerini ısıttı koynunda. Beyaz Gül’ü dostları yeniden hayata ve aşka hazırlıyorlardı. O duymadı.
Bülbül’ün sesi duyuluyordu zaman zaman, taa ötelerden:
Aşkı bende arama
Aşk sendedir sende
Ben gidersem eksilirim sanma
Aşk sendedir sende...
Nuriye Zeybek
4 Ağustos 2013