- 622 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÜSMELERİN MÜZMİN TARİHİ-5
-Abidin Erlik’in anısına-
Kasabanın muhafazakâr, gelenekçi yapısı gerici unsurların örgütlenmelerine, giderek yıldırma ve saldırılarına da uygun ortamlar yaratmıştı. İdeolojik farklılıklardan çok mezhepsel farklılıklar ön plana çıkartılıyor ve alevi kökenliler baskı altında tutuluyordu. Okuduğumuz liseye yansıyan yanı ise bazı okul idarecilerinin ve öğretmenlerin açıkça değilse bile el altından bu unsurları destekledikleri bilinirdi. Sayıları az olan alevi kökenli öğrenciler okuduğumuz lisede ayrı bir adacık gibiydiler. Gerek teneffüslerde gerekse okul dağılımlarında hemen bir araya gelirler ve topluca hareket ederlerdi. Oruç tutmayan bu arkadaşların üzerindeki baskı ve yıldırmayla karışık aşağılanma Ramazan ayında alenileşir, herkesin içinde aşağılanırlardı. Dinsel bağnazlığa mesafeli oluşları bu kesimin “sol değerleri” benimsemesini kolaylaştırıcı faktörlerden birisi olsa gerekti. Kürt kökenli aleviler ile Türk kökenli aleviler aralarındaki etnik farklılığın ötesinde gericilerin itip kakaladığı kesimdi ve bunlar arasındaki etnik farklığın gerek kendi aralarında gerek gericilerin hedefi olmaları açısından adı bile edilmezdi. Kürt kökenli Sünni kesim gerici güruhun en saldırgan kesimiydi.
Lise son sınıftaydım ve devrimci yayın organının dağıtımı görevi bana verilmişti. Bulunduğumuz kasabada ilerici bir örgütlenmenin koşulları sağlanmalı, gericilerin saldırı ve yıldırmalarına karşı örgütlü karşı koyuşun olanakları yaratılmalıydı ve bana verilen örgütsel görev de buydu. Alevi kökenli arkadaşlar mevcut ortamın tedirginliği ile içlerine kapanmış, Sünni kesime mesafeli yaklaşır olmuşlardı. Onlarla iletişim kurmak da doğrusu bir hayli zordu. Bunu başardığımı sanıyorum. Hepsi de zeki ve çalışkan öğrencilerdi. Dersler etrafında bir araya geldik ve sınıflarımızda en iyi oklaya söz verdik. Lakin benim Sünni kökenli oluşum kendi aramızda şakalara konu oluyordu ama bu şaka olmanın ötesinde bu arkadaşların bilinçaltı tedirginliğini ele veriyordu. Onlara göre ben “ yezit” idim, ama devrimci olmak için önce alevi olmak gerekmez miydi? Ben de işi şakaya getirir, “ yahu siz hele bir devrimci olun da, benim alevi olmam kolay” der, gülerdik. O yıl bilgi yarışmalarının okul birincisi, sosyal etkinliklerin örgütleyicileriydik. İlerici hocalarımızın desteğini yabana atmamak gerekirdi. O yaşımızda devrimci harekete, sınıf mücadelesine ilişkin konuşmalarımız, tartışmalarımız ayrı bir coşku, ayrı bir heyecan yaratırdı. Devrim yapılacak ve sosyalizm kurulacaktı. Bilgi ve birikim edinmeliydik. Bu güzel ülkemizin insanları mutlu insanlar olacaktı, kimsenin diline inancına hor bakılmayacak, içinden çıktığımız köylülerin ekip biçtikleri, emekleri karşılığını bulacak, yokluk yoksulluk cehalet son bulacaktı. Devrimci mücadeleye atılmak, duvara taş koymak gerekirdi. Öyle ya bunu biz yoksul köylü çocukları omuzlamazsak zenginler daha çok boynumuzda boza pişirirdi. Derginin aylık sayısının gelmesini iple çekerdik. Grevler, boykotlar, emperyalizme ve faşizme karşı üniversite gençliği ağabeylerimizin direnişi bütün çaresizliliğimizi, yoksulluğumuzu ve yoksunluğumuzu unuttururdu. Okul döneminin son günleri… Üniversiteye giriş sınavları yaklaşıyor. Örgütümüzün benden sorumlu kişisi “yoldaş, arkadaşlarımız senin Tıp fakültesini tercih etmeni istiyorlar, malum doktorlara çok ihtiyacımız var” deyip, sınavdan sonra örgütün bana verilen görevini, bu görev için ihtiyaç duyarsam kendisinin bu ihtiyacımı karşılayacağını, kadromu tez elden kurmam gerektiğini söyleyip gitti. Verilen görev, büyük bir kamu inşaatında çalışan üç bin kadar çok düşük ücretlerle ve ağır koşullarda çalıştırılan Kürt kökenli işçilerin grevini örgütlemekti. Bu inşaatta kanal kazma işini alan taşeron bize işçi olarak görev verecekti ve filan tarihte orada olmamız gerekiyordu. “Hıı, kolay” dedim ama benim hiç grev örgütleme tecrübem yoktu ki. Hatta hiç grev bile görmemiştim. Ama kadro evelallah “tam kadro”ydu ve biz bu kadroyla bu işyerini işverenin başına geçirirdik. Liseden üç kişiyiz. Abidin, Çelebi ve ben. Abidin ve Çelebi aynı köyden. Kendi köylerinden birkaç kişi daha bulacaklarını söylediler, Toplam dokuz kişi olduk. Bizim dışımızdaki altı kişi yevmiye iye çalışacaklar, yani para kazanacaklar. Ama olsun, kalabalık görünmemiz iyi olur. İçlerinden biri alevi olan bu köyün imamı… Gazi dayı… Diğeri daha bir çocuk… Adı Hadi. İşyerimize vardık. Marmara bölgesinde bir kasabının onbeş kilometre kadar dışında çalılık, ormanlık bir yer. İnşaatın yedinci katının tuğla duvarları örülmüş, etrafı açık. Burayı mekân seçtik. Çimento kâğıtlarından yatak döşek yaptık. Gece sabaha karşı soğuğunu yanımızda getirdiğimiz pılı pırtıyla savuşturmaya çalışıyoruz. Gündüzleri hava çok sıcak… Temmuz, Ağustos ayları. Bacaklarımızda sadece külotlarımız var. Güneş yakıcı. Sabahın erken saatlerinde ufuktan gelen esinti taflan kokuları taşıyor. Denizi tepeden görüyoruz, pürüzsüz, ütülenmiş, kırışıklıkları giderilmiş bir çarşaf gibi sonsuz bir mavilik. Mesafemiz iki yüz metre var, yok. Sabahın bu erken saatlerinde kuşların birbiriyle yarışırcasına cıvıldaşmaları, denizden gelen yosun kokusu ayrı bir huzur veriyor insana. Erkenden kanal kazmaya başlıyoruz. Gazi dayı şamata kaynağımız. İş ağır ama kimse yorulmuyor… Öğle sonrasında Gazi dayı ile Hadi”nin “işten kaytarmasını” teşvik ediyoruz. Gazi dayı yaşlı, Hadi çocuk. İş ağır, yoruluyorlar. Çelebi, Abidin ben akşamları kütlerin barakalarına çay içmeye gidiyoruz. Çoğu Türkçe bilmiyor, bilenlerin sohbetini “ anlar gözükerek” dinlemeye katılıyorlar. Gündelik yevmiyeleri bizim yevmiyemizin tam yarısı. Günün erken saatinde yapılan iş başı havanın kararmaya durmasıyla sona eriyor. Öyle sekiz saat fala değil, en insaflısından bir on beş saat çalışıyorlar. Kimisi boyacı, kimisi marangoz, kimisi mermerci… Siirt’ten bir Dayı başı bulmuş bu işi onlara. Hepsi işlerine son verilmesi korkusuyla karışık minnet ve şükran duygularını sıralıyorlar Dayı başına… Her akşam ziyaretteyiz ama her ziyaret sonrası daha çok umudumuzu kaybediyoruz. Adamlar minnet ve şükran yüklenmişler adeta, bunları greve götürmenin yolu yok… Moralimiz bozuk. Abidin Dayı başının barakasıyla birlikte verese defterini yakıp, eşek sudan gelinceye kadar dövmemizi, bu insanları bu haliyle greve götürmenin imkânsızlığında ısrarını sürdürüyor. Çelebinin de bu eğiliminin arttığını gözlüyorum. Kasabanın işyerine uzaklığı nedeni ile günlük yiyecekler Dayı başının baraka manavından karşılanıyor. Daha doğrusu alış verişlerini buradan yapmak zorundalar. Burada her şey normal fiyatının üç katı. Biz de barakadan alış veriş yapıyoruz. Ücretler ay sonu ödeniyor. Daha bizim elimize para geçmeden Dayı başının parasını işveren kaynaktan kesiyor. Üç kişi geç saatlere kadar çare arıyoruz, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Sözünü dinledikleri üç beş kişi var. Akşam iş çıkışı, kasaba pazarının olduğu gün bunları yanımıza alarak kasabaya götürmemizi, buradaki fiyatları gözleriyle görmelerini, zaten oldukça düşük ücretlerinin bir de Dayı başı tarafından nasıl hiç edildiğini görürlerse minnet duygularının yerini haklarına sahip çıkma duygusunun alabileceğini söyledim. Biraz gönülsüz de olsalar arkadaşlarım bana katıldılar, kararlaştırdık. Ertesi gün bu üç beş kişiye yaptığımız “biz kasabaya gideceğiz, Pazar alış verişi yapmaya, isterseniz gelin, biraz dolaşırız” teklifi severek kabul ettiler. Pazardan geldikten sonra Pazar fiyatlarıyla Dayı başının baraka fiyatları üzerinde yoğunlaştık. Bu farkları bu üç kişinin tanıklığında herkese anlatmaya başladık. Gerçekten ay sonunda ellerine geçen para hiçlik derecesinde. Her birinin sekiz on çocuğu var, onu da doğru memleketlerine, ailelerine gönderiyorlar. Bir tutamak bulduk. Akşam çay sohbetlerinde konumuz bu. Çözümü öneriyoruz: Greve gidin!...Belki de ilk kez duydukları bu sözün anlamını gizlice birbirlerine diktikleri gözlerinde arıyorlar ama cevabını bilmiyorlar. Grevin ne olduğunu anlatıyoruz. Toplu direniş, toplu hak arama eylemi. Tek tek bu işin olmayacağını, ama hepsinin birlikte greve gitmeleri halinde işverenin bunu göze alamayacağını, ücretlerini yükselteceğini, ayı başının fahiş fiyatlarına dur diyeceğini anlatıyoruz. İşverenle konuşalım, “ günahtır, çocuklarımızın rızkını çalıyor bu diyelim” teklifi birden kendi aralarında kabul görüyor… İşverenin bunu baştan bildiğini, kendilerinden bir tepki gelmezse bunun değişmeyeceğini anlatıyorum. Nihayet grev kararı alındı. Onlara grev için yazı, boya karton masraflarını söylemekten çekiniyoruz. Her kuruş onlar için çok önemli… Üç kişi bütün paramızı ortaya koyduk, eksik. Bir yığın boya alınacak, karton alınacak, paramız yetmiyor. Bizim diğer arkadaşlarımıza konuyu açtık. Gazi dayı “ Yahu Karaoğlan anlaşılan bizi pek adam yerine koymadın, böyle hayırlı bir iş için paranın lafı mı olur” deyip kuşağından çıkardığı buruşmuş paralarının tümünü saymadan ortaya attı. Diğer arkadaşlar aynı gönüllülükle ne kadar paraları varsa ortaya attılar. Hadi “ abi, grev ne” dedi. Grevin bütün hazırlıkları birkaç içinde gizlilik içinde ve titizlikle tamamlandı. Gece her yer grev pankartlarıyla donandı. O gece uyku tutmadı, sabahı bekledim. Erken saatte yedinci kattan şantiye alanını izledim. Bir kızıllık adası, bir güzellik adası… Şantiye kıpır kıpır… Dayı başı koşup geldi, bir şaşkınlık, bir şaşkınlık. Konuşurken dili tutuluyor. Hepsini memleketlerine geri göndereceği tehdidini savuruyor. Çelebi üstüne yürüdü, tırstı, tırstı, küçülüp noktaya dönüştü. Kuşluk vakti o güne kadar hiç görmediğimiz bir yığın görevli geldi. İşveren mi temsilcisi mi olduğunu bilmediğimiz birkaç iyi giyimli, bakımlı birileri daha alt kademeden olduğu anlaşılan birilerine sert emirler veriyor, rezil kepaze olduklarını anlatıyor ve derhal greve son verilsin emri yağdırıyor. Bizim taşeronları çağırdılar, Dayı başı beni işaret etti işverene. İşveren bizim diğer arkadaşların kalabileceğini ama benim işime son verilmesini ve gönderilmemi istedi. Arkadaşlar güldüler ve işvereni alaya aldılar. Derken birkaç fedai kılıklı kişi geldi, saldırmaya başladılar. Ortalık karıştı. Hadi fedailere küfür etti, birisi Hadiye tokat vurdu. Halil İbrahim yedinci kattaydı. Piknik tüpünün başını çıkarıp ateşleyerek üstlerine fırlattı, tüpün bomba etkisi yapıp patlamasından korkup kaçıştılar. İş işten geçmişti, kavgayı onlar başlatmıştı. Abidin’e ve Çelebi’ye göz ucuyla işaret ettim. Önceden kararlaştırdığımız gibi… Benzin dolu bidonlardan biri şantiye önündeki arabalara, diğeri Dayı başının barakalarına… Çelebiye “veresiye defteri” dedim… Yok et… Ortalık alev alev… Spartaküsün zalim Roma imparatorlarının sarayını yakan duygu… Bir direniş, bir karşı koyuş… Güçler eşitsizliğine aldırmaksızın… Karıncaların filleri ısırma duygusu… Jandarma olay yerine geldiğinde olay yerinde sadece Gazi dayı kalmıştı, biz tüydük. Bizim taşeron adımızı bilmiyor, daha doğrusu kimimiz Ahmet, kimimiz Mehmet. Gazi dayı sorguya alınmış, adımızı bilmediğini ve bizleri de tanımadığını söylemiş. Hırpalamışlar. Sonraki günlerde çok anlatmıştı hırpalanma öyküsünü…
12 Eylül melanetiyle Çelebi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Abidin benden sonra yakalandı. İşkencede beyin kanamı geçirip öldü. Ruhu şad, toprağı bol olsun.