- 837 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEMSETTİN DERVİŞOĞLU' NUN ŞİİRSEL YOLCULUĞU
Mustafa CEYLAN
*************************
Gönül harmanını aşkla, hasretle yakıp tutuşturan, sonra da o yangının ateşinde yanıp kavrulan bir şair Şemsettin Dervişoğlu. Şiir dünyasına adım atacak dostlarımız, günümüzün geçici ve göstermelik aşklarına baktıktan sonra, Adyaman’ın Kâhta ilçesi’nde ’yayla üzümü zamanında’ doğmuş ve kulağına okunan ezandan sonra, "aşık ol, sev ve yaz" diye fısıldanmış, çile yokuşlarında 1958’ den beri nefes nefese aşka koşmuş şairimizin aşkına bir baksınlar hele. Ölümüne kara sevdadır şiirleri... Şiirlerindeki tema; bu ölümüne kara sevdadır ki sonsuzluğa deli toynaklarla koşan, susuzluktan çatlayan ve bulutların iki yakasından tutup yere indirmek isteyen toprağın nefesidir... Dervişoğlu’nun aşkıdır o...
O’nun dizelerini ve canhıraş seslenişlerini, feryad ve figanlarını okudukça, harman yangınının dumanı genzime, hüznü yüreğime, hasreti aklıma dinamit gibi düşüverdi. Kendimi kurtaramadım, bu yüksek frekanslı seslenişten, bu yürek gümbürtüsünden.
Mecnun’un Leyla’ya olan hasreti sebebiyle çöllere düşmesi üzerine, ona acıyıp Leyla’nın kabilesine savaş açarak Leyla’yı zorla da olsa Mecnun’a götürmek isteyen ’Nevfel’ olasım geldi. Kanuni’ni Bağdat Seferi’nden sonra (1534) de Fuzuli’nin yazdığı Leyla ve Mecnun’ da anlattığına benzer Leyla’nın kabilesiyle savaşa tutuşup; Dervişoğlu’nu bu ızdıraptan kurtarasım geldi.
Nevfel açtığı savaşta yenilir... Esasında, ’yenik düşmesin Leyla’mın kabilesi’ diye dualar etmiştir Mecnun... O dualar sebebiyle mağlup olur Nevfel.Ve tabii ki götüremez Leyla’yı Mecnun’a... Oysa, o zamana kadar nice savaşlarda muzaffer çıkmıştır. Bükülmez bilekleri bükmüş, geçilmez dağları aşmıştır. Ama Leyla’nın kabilesi karşısında perişan olmuştur. Bizim de aynen öyle olacağımız şimdiden belli. Zira, ’Bir sermayem vardı gözyaşımla besledim. Dağların doruklarına kadar gidip de sana ulaşamadan dönen bu yürek sesim yaktı özümü, deli dediler bana biliyor musun yâr...Seni sevdim diye deli dediler. Büktüm boynumu, bakarım gözüm yaşlı senli illere de ahım bana geri döner. Döner döner inlerim de sen diye, yârim duymazsın. Aldım sazımı elime yâr, duy gayri! ..’ diyen bizim Mecnun Dervişoğlu’ da kesin dua dua üstüne eder ki, ’sevdiğimin kabilesi yenilmesin’ diye. Eder mi eder, valla... İyisi mi Nevfel olmayalım, onu Fuzulii’nin kalemine bırakalım. Biz bu kara sevdalı şairin mısraları arasında dolaşıp, şiir dünyasının kılcal damarlarını yakalayalım, olmaz mı?
Fuzuli: ’Her ne var ise, aşk imiş âlemde /İlm bir kıylü kaal imiş ancak’ ve bir başka şiirinde de ’Bende Mecnun’dan füzun âşıklık istidadı var / Aşık-ı sâdık menem, Mecnun’un ancak adı var’ demiş. Evet, bir taraftan Leyla ve Mecnun aşkını destanlaştıran Fuzuli, öte taraftan Mecnun’un ancak adı var demiştir. ’Aşk içre azap olduğun andan bilirim ki,/ Her kimse ki âşıktır, işi ah u figandır’ diyerek kendisini haklı çıkarmaya çalışmıştır. Divan Edebiyatı şairlerimizden Nâbi şairlere, ozanlara: ’ Nâbi ile ol âfetin ahvalini naklet / Efsane-i Mecnun ile Leylâ’dan usandık’ diye seslenmiş...
Dervişoğlu’ nun delilik mertebesine ulaşmış bir aşık olduğunu gördükçe, Leyla’yı kabilesine ve çöl zengini İbn-i Selam’a bırakalım da, biz o’nun aşkını nakledelim. Geliniz hep birlikte, sol yanından dertli, sol yanından vurgun yemiş bir şairin inleyişlerini, mısralarıyla gündüzleri zindan karasına boyayan, sazını eline alıp tel tel, ekin ekin savrulan; duman duman göğe yükselen, yağmur yağmur yere yağan, bütün saatleri sevdiğine kuran, arma diye kalbine aşkını vuran, sermayesi sevmek olan ve Karacaoğlanca arı ve duru diliyle sevdasını çığıran yürek sesini dinleyelim.
Bir şiirinde diyor ki:
’Sineme bir har düştü zemheriye bakmadan
Mevsim karda üşürken içim yanar sevdiğim
Gözyaşı durulur mu mecrasına akmadan
Her yanım alev iken içim donar sevdiğim’
Dayanacak gücüm yok canıma yetti gayrı
Sen orada ben burda yanarız ayrı ayrı
Sadece solum değil bütün bedenim sayrı
Kabuk bağlamaz yaram her dem kanar sevdiğim
Hasretinden mateme bürünür her bir çağım
Kar kaplıyor zirveyi sümbüle hasret dağım
Bülbül terennüm etmez viran olur gül bağım
Bütün dünyam kararır baykuş konar sevdiğim
Bu sevdadan öteye söylenecek sözüm yok
Kahverengi dışında bakacak bir gözüm yok
Lokman hekim neyime senden başka çözüm yok
Visalin gölgesinde bu har söner sevdiğim
Firakın tarlasında hüzün başağı biçtim
Derviş oldum kapında pir diye seni seçtim
Dergâhında hu ile aşkın badesin içtim
Suya hasret yüreğim sende kanar sevdiğim’
Bu şiirin son kıtasında, şairimiz kendi mahlasıyla sevdiğine olan aşkını öylesine güzel birleştirmiş ki...’Derviş oldum kapında pir diye seni seçtim/ Dergâhında hu ile aşkın badesin içtim’ diyerek suya hasretliğinin ancak sevdiğinde giderileceğini, firakın son bularak, vuslatın gerçekleşeceğini anlatmıştır. Derdinin tek çaresi sevdiğidir. Lokman hekim bile çare değildir. Kapısında derviş olunan ve dergâhında hu ile aşkın badesi içilen sevgili motifi, aklımıza, günümüz şairlerinden özellikle hececilerin ’er dolusu-pir dolusu’ badeyi içmişcesine şiir evrenimizi haykırışları ile doldurmalarını getirmektedir. Şemsettin Dervişoğlu’da onlardan birisidir.
Bana göre, günümüz hececileri er dolusu bade içmişlerdir. Erdolusu bade içenler, yiğitliği elden bırakmaz, savaşçıdırlar. Önce millet-önce halk derler. Halkın umumi menfaatleri, milletin beraberliği her şeyin üstündedir. Erdolusu içenler, gözünü kırpmadan vatan, millet uğruna ölüme giderler. Vuruşur, çarpışır, çaba gösterir, usanmak bilmez. Köroğlu, Dadaloğlu’nun devamıdırlar. Şairimiz Dervişoğlu günümüz hece şiirinin usta kalemlerinden birisi olarak, hececilerin genel yapısının dışına çıkmamıştır. Er dolusu bade ile kahramanlık ve destansı söylemleri şiirine nakşetmiştir. Haksızlığa, vurguna, talana, bölücülüğe asla taviz vermez. Mücadele ruhu sürekli dinamiktir er dolusu içenlerde. Şairimiz, pir dolusu içenler arasında ise, sürekli ve bitimsiz tek bir aşkın-öldürücü ve sonunda ise ’erdirici’ bir aşkın sahibidir. Pir dolusu içmek bunu gerektirir. Uğrunda ölümü göze alabileceği bir sevdiği varken ve bu sevdiğinin yolunda hızla yol alırken, Yüce Mevlâ’nın aşkıyla iç içe oluverir pir dolusu içen. Aşkın büyük çilesi sonsuzluğun kanatlarına varır ve orada takılı kalır. Yani, beşeri aşktan ilâhi aşka ani bir geçiş yaparlar.
Çevrenize bir bakın hele... Ne kadar hece tutkunu şair varsa, özellikle net dünyasındakiler için söylüyorum. Kalemleri önce millet, sonra sevda demektedir. Bir’de çoğulu, çoğulda tekili bulmak denir ya, hah işte o... ’Firakın tarlasında hüzün başağı biçen’ler, içlerindeki yangını söndürebilmek için Aşık Garip, Kerem gibi yana tutuşa devr-i devran ederler. Zirveler karlı olsa da, içlerinde bir gül tomuru durur hep. Dağları kar ve sisin içindeyken bile sümbüle hasrettir.
Şemsettin Dervişoğlu, ’varsın desinler’ kim ne derse desin, ’seni Zühre, beni Tahir sandıkça / Aşık diyorlarmış, varsın desinler’. Hiç önemli değil! Önemli olan yâr dergâhında boyun bükmektir.’ der. Bakınız bahse konu şiirini nasıl yazmış, birlikte okuyalım bakalım. Diyor ki:
’Yâr senin aşkından böyle yandıkça
Deli diyorlarmış varsın desinler
Seni Zühre beni Tahir sandıkça
Âşık diyorlarmış varsın desinler
Yaralı gönlüme hicran dolanda
Gündüzüm kararıp gece olanda
Ah can diye saçım başım yolanda
Deli diyorlarmış varsın desinler
Bu harı sendeki buza yatırdım
Kanayan yarayı tuza batırdım
Sermayem sevmektir söze yatırdım
Âşık diyorlarmış varsın desinler
Bütün saatlerim sana kurulur
Sevdan arma diye kalbe vurulur
Seni sevmelerim kimden sorulur
Deli diyorlarmış varsın desinler
Sevda tarlasına umut ekerim
Hazin nağmelerle hasret dökerim
Yârin dergâhında boyun bükerim
Derviş diyorlarmış varsın desinler’
Bu şiirde şairimizin dikkatini çekmek istediğim bir hususu da işaret etmeden geçemiyeceğim. Şair, şiirinde (Yâr senin aşkından böyle yandıkça, Seni Zühre beni Tahir sandıkça, bütün saatlerim sana kurulur, bu har’ı sendeki buza yatırdım, seni sevmelerim kimden sorulur) mısralarından da açıkça anlaşılacağı gibi, SEN, SANA, SENİ kelimeleri ile ’şiir ve anlatım teknikleri’ nden birisini kullanarak, araya vasıta koymadan ’direkt olarak’ sevgilisine, yârine hitap etmekte ise de son kıtada (Yârin dergâhında boyun bükerim) diyerek, bu ’direkt hitabeti kırmaktadır’ ve bana göre ’teknik bir hata’ işlemektedir. Bu kırılmayı, onun deliliğine veremeyiz. Çünkü; hecenin usta şairi, bu kırılmayı yapmamalı. Nedir bu kırılma? Özellikle genç şairlerimizin bilmesi bakımından biraz açayım.
Anlatım, günümüz şiirinin bence en önemli unsurudur. Şiir halısının ilmek ilmek, nakış nakış dokunması şairin anlatım tekniğinde başarısına bağlıdır. Kelime ve fiil uyumu, zaman ve zamanlama seçimi, şiirin ana iskeletini teşkil eder. Bir olayı,bir eşyayı, manzarayı, kişiyi vb anlatan şair, ’şimdiki zaman, geçmiş zaman, gelecek zaman ve geniş zaman vb hususları’ söyleminde hassasiyetle kullanmalıdır. Ayrıca, şahısları ele aldığı zamir’leri de şiir halısının dokusuna uygun seçmelidir. Ben, sen diye şiirin başından beri bir kaç kıtada hitab ettikten sonra ’biz veya onlar’a geçerken geçiş sürecini ve bu süreçte ele alacağı konuların uyumunu iyi belirlemelidir.
Dervişoğlu, şiirinde yârini karşısına alarak, onunla adeta bir sohbet-söyleşi yapmaktadır. ’Sen, sana’ deyişi ondan. Ama son kıtada ’yârin dergâhında’ diyerek, yukarıdan beri ördüğü ben’li, sen’li dokuyu kırmıştır.
Şiirdeki dokuyu biraz daha irdeleyeleyecek olursak; şairin BEN-BENİM diyerek kendisini - kendi dünyasını anlattığı kelimelere bir göz atalım :
(gönlü-M-e, gündüzü-M, saçı-M, başı-M, yatırdı-M, batırdı-M, sermaye-M, saatleri-M, sevmeleri-M, ekeri-M, dökeri-M, bükeri-M) . Bütün bunlar, M harfi ağırlıklı söylemler, şairin kendisi, kendi iç dünyasını anlatımıdır. Sen dediği ve uğrunda delilik mertebesine ulaştığı yârini anlatması için de N ağırlıklı kelimeler kullanmalıydı. Şiire bakıyoruz, sohbet iki taraflıdır, ama karşısında SEN dediği yâr şiirde yok gibidir. Yâr şairden ayrı biryerde, ondan uzaktadır sanki.(Seni-N aşkında-N, sevda-N, kimde-N) gibi sadece 4 söylemle yâre yaklaşmış; ancak ustalığını ikinci ve dördüncü kıtada göstermiş, kıtalar arası doku geçişinde geniş zamanı iyi kullamıştır. Ayrıca, geleneksel hece şiirimizin kavuştak-nakarat rediflerini kıtalardaki dördüncü satırda değiştirerek kullanmış, şiiri durağanlıktan çıkarmasını bilmiştir.
Şahsen ben, geleneğe bağlılığı savunurum, ama, yeniliğin de karşısına geçmem, hattâ yeniliğe tutkunumdur. Kökleri mâziden ve engin şiir pınarından gelmeyen yenilikleri benimsemem. Mazinin klasik tutuculuğundan şiirin özgürlüğünü, mısranın kanat çırpmasını tercih ederim. Kısaca, ’Kökü mazide olan ati’yi severim.
Dervişoğlu bu şiirinde kıtaların dördüncü mısralarında ki-hece şiirinin atar damarlarıdır-birinde ’Aşık diyorlarmış’, ötekinde ’Deli diyorlarmış’ ve son kıtada da ’Derviş diyorlarmış’ söylemlerini, geleneğe ters düşse de ’şiir mimarisi ve yeniliiği arayış anlayışımdan’ ötürü desteklemekteyim. Şiirinin mimarisini çizerken, kendi tarz’ını, üslubunu oluşturmuş şairlerin kaygısı yoktur.Onlarda, üslup mimariyi geçer. Tarz, tekniği gölgede bırakır. Elbette kalıp, ölçü, kafiye gibi teknikler sağlamdır şairimizde, varsın bu özgürlüğü de tanıyalım ona. Yoksa, şiir tarihimizde ve günümüzde bir çok şairin kullandığı (Deli diyorlarmış varsın desinler /Ali diyorlarmış varsın desinler /Ölü diyorlarmış varsın desinler / Veli diyorlarmış varsın desinler) diyebilirdi. Deseydi, şiirin dokusu aynen kalırdı, ama rengi değişirdi belki.
Dervişoğlu, kafiye ve kalıpta çok başarılı bir şair. Genç şairlerimniz her nedense, kafiye ve redif konularında, ölçü ve kalıp konularında hata yapmaya devam ediyorlar hep. Kafiyeleri KÖK’ten değil EK’lerden yapmaya devam ediyorlar. Bunun sebebi, türküler ve şarkıların, kısaca, müziğin sözün önünde kurduğu acımasız hakimiyettir. Oysa söz olmayınca müzik, sadece tabiatın nefes alışverişidir. Müziği sürükleyip anlamlandıran sözdür. Şimdi bakınız (dolaşıyor musun / anlıyor musun /bakıyor musun / vb) bunlar kafiye olamaz. Kökleri farklı. ’musun /musun’ ses uyumu değildir kafiye.
Sanırım, Dervişoğlu ve onun gibiler daha çok çaba gösterecekler, terleyecekler, kafiye ve redif arasındaki farkı öğretmek için, yazılanları okumayan gençlerimize.... Okumayan, evet, okumayan gençlerimize... Kolaycı, internet-klavye karşısında yazdıklarını bir saat dahi demlemeden yayınlayan gençlerimiz için Dervişoğlu hocalar çok çile çekeceklere benziyor.
*
Dervişoğlu’nun asıl adı şemsettin Ağar’dır. Kendisine neden DERVİŞOĞLU’nu mahlas olarak seçtiğini anlayamadım. Bu mahlası neden seçti veya kim uygun gördü, amcasının gördüğü rüya nasıldı, doğrusu merak etmekteyim.Adıyaman’ın Kahta ilçesi doğumlu olduğuna göre, acaba diyorum aile köklerinde ’dervişlik’ le ilgli bir bağ mı var? Günümüzde, Kahta /Menzil’ in nakşıbendilik’in merkezlerinden birisi olduğunu herkes bilmektedir. Neyse, asıl konumuz bu olmadığından, bunu şairin kendisine bırakalım da şiirsel yolculuğunu izlemeye devam edelim, olmaz mı?
Dervişoğlu’ nu internet ortamında tanıdım. Bugüne kadar yüzyüze görüşmemiz olmadı. Keşke olsaydı, olabilseydi! Antoloi.com sitesinde şiirlerinin bulunduğu alanda kendi hayatını bakın nasıl anlatmış? Diyor ki: (Bu makalenin yazıldığı zaman diliminde böyleydi, ama, şimdi Dervişoğlu ile abi kardeşiz ve hele ki o’nu bizim GÜLCE EDEBİYAT AKIMI mensupları arasında da gördüm ya, değmeyin keyfime...)
’1958 Yılında Adıyaman Kahta Bağbaşı Köyünde doğdum. Amcamın gördüğü bir rüya üzerine ismim Şemsettin olarak konmuş. Daha bebek yaşta iken annesiz kaldım.Ninemin anlattığına göre yayla üzümü zamanı doğmuşum ve bu işten anlayan arkadaşlar da Başak burcundan olduğumu söylüyorlar. Doğrusu bu burç işinden de anlamam.
İlköğrenimimi(Bugün hala beni unutmayan ve hayatımın şekillenmesinde önemli katkısı olan ilkokul öğretmenim muhterem İrfan ALKAN beyefendinin nezaretinde) köyümde, Orta Öğrenimimi Tokat İlköğretmen Okulu’nda yüksek öğrenimimi de Anadolu Üniversitesinde tamamladım.1976 yılında Erzurum Narman Ergazi İlköğretim Okulunda başladığım öğretmenlik hayatına, güzel yurdumun bir çok yöresinde devam ettim. Halen Adıyaman Merkez Orhangazi İlköğretim Okulunda yönetici ve Türk Eğitim Sendikası Adıyaman Şube Başkanlığı’nın yanı sıra Türk Eğitim-Sen genel merkez Disiplin Kurulu raportörü görevini de yürütmekteyim.
Evliyim.Çocuklarımın sevgisinden daha çok sevgi yaşatan dünya tatlısı iki torunum var.
Hayatın her türlü çilesini çekmekle birlikte en güzel şeyin yine yaşamak ama dostlarla yaşamak olduğuna inanıyorum.
Gerçek adım Şemsettin AĞAR olup, Şemsettin DERVİŞOĞLU Mahlası ile yazmaya gayret ediyorum.’
*
’Burç işinden anlamam’ diyen şair, sevda şairi Dervişoğlu’ na göre ’kalem’ sevdasını anlatmakla görevlidir. Sevdasını seslenmeyen kalemi kıracaktır. Dışarısı buz keserken, içinin alev alev yanışını hissedip yangını söndürmeye tez elden bir damla su getirmeyen, nazlı yârin adını heceye nakşetmeyen, aşkı anmayan harfi- lime lime ezmeyen, birlikte öldüğü ve mezar taşına adını yazdığı -bir muamma olan aşkını okuyup da çözmeyen, diyar diyar canan için dervişce gezmeyen kalemi istemez. Kalemin görevi bunlar, kalemin görevi ’yâri anlatmak’ olmalıdır.
Mevlana aşıklık ve kalem konusunda der ki:
’Aşıklık gönül iniltisinden belli olur; gönül derdi gibi dert yoktur.’ ’kalem yazıda koşup durduğu halde, aşka gelince kendiliğinden yarılır’
Köroğlu da: ’Nazlım salınır gezersin / Dertli bağrımı ezersin / Beyaz kâğıda benzersin / Yazar m’ola kalem seni? ’
Aşık Mevlüt İhsani:’ Gözyaşım mürekkep mızrabım kalem / Yare mektup yaza yaza usandım /Gönül postasında hayale selam / Dertlerimi çöze çöze usandım’
Anadolu Aşıkları çoğu kere sevgilinin kaşını kaleme benzetmişlerdir.
Dervişoğlu, kalemle söyleştiği şiirinde, kaleme bir yandan görevler verir, bir yandan da onun gücü karşısında eğilir ve yalvarır. ’Tez yetiş’ der. Kalemini saz gibi kullanan bir ozan-şairdir Şemsettin Dervişoğlu...Özü ağaç, özü odun olan kalem, kılıçtan keskinse, şair, bu keskinliği, bu gücü aşkını terennümde başarılı bir şekilde kullanacaktır.Öyle ki, sevdiğiyle beraber ölmüş, aynı kabre gömülmüş, mezartaşına isimleri birlikte yazılmıştır. Kalem bu muammayı, bu öyküyü çözmelidir de. Madem güçlüdür, madem Derviş’in ellerindedir; o halde, yüreğini, can çekirdeğini anlamalıdır. Ona göre yazmalı, ona göre inlemelidir kalem...İç âlemin çektiği derdi, çığlık çığlık haykırmalı; çatlayıp toz olan sabır taşının dili olmalıdır.Yürek derinliğine inmeli, görünmeyeni görmelidir kalem. Necip Fazıl üstad, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın insan derinliklerine inip iç dehlizlerdeki yaraları, çileleri dışa vurup döküveren, hattâ insanın moral ve metafizik değerlerini ele alan kalemleri gibi olmalı.
Sözü fazla uzatmadan Dervişoğlu’nun kalemine seslenişini okuyalım dostlar, olur mu? :
’Sevdamdan öte kelam yazar isen kırarım.
İçtiğin mürekkebin hesabını sorarım,
Hasret denen yarayı umut ile sararım.
Dışarım buza kesti içte yanar öz kalem,
Sönmeyen yangınıma bir damla su tez kalem
Tan vaktini ararım inat kara geceye
Bir arzuhal eyledim iletiver yüceye
Nazlı yârin adını nakış eyle heceye
Aşkı anmayan harfi lime lime ez kalem
Sevdamı anlık değil her vakitte yaz kalem
Madem bize revadır özlem denen bu çile
Asırlarca söylensin sevdamız dilden dile
Sinemde mesken tutan sabır adlı taş bile
Dayanmadı ahıma şimdi sanki toz kalem
Bilirsin ki bu hasret her çileden şaz kalem
Vuslat demine kaç var mevsimi bilinir mi?
Dualar makbul olup birlikte ölünür mü?
Mezar taşımdan adı gün gelip silinir mi?
Bu bir muamma ise okuyup da çöz kalem
Gözlerime fer getir tükeniyor söz kalem
Günde yirmi dört kere gözbebeğim sulanır
Sele kesilir dört yan okyanuslar bulanır
Ardımda gölge yürür ayağıma dolanır
Canda takat kalmadı yorgun düştü diz kalem
Derviş ol canan için diyar diyar gez kalem’
Evet, gölgenin ayağa dolanışını hissedebilen gerçek şairdir. Göz bebeklerinden akan yaşla oluşan sellerle okyanusları bulandırabilen has şairdir. Şemsettin Dervişoğlu bu işte...
O’nun şiirinde hüzün vardır, gözyaşı vardır, hasret vardır, buz, alev, ateş, ölüm, yokluk, hazan, isyan vardır. Bütün bunlar derin bir teessürün ifadeleridir. Yaşanılan çevre, toplumdan ve aileden gelen birikim, gençlik yıllarında kavuşulamayan sevgili ve acısı unutulmayan ayrılıklar, şairin ruh kökünde hüznün ince ayarını yapmıştır. Aldığı kültürle, biraz da acılı arabesk, sancılı bulut, doğurgan toprak hüviyetine ulaştırmıştır şairimizi. Kör karanlık gecelerden, uçurumun en diplerinden çıkıp sevdiğine ’günaydın’ diyebilmenin özlemiyle kavrulur ruhu...
Şair 6+5=11 ve 7+7=14 lük şiir mimarıdır. Tarihi konakların mimarisine benzer bir mimariyle şarkı ve türkü söyleyen, ağlaya ağlaya diyar diyar dolaşıp yârini arayan şiirler yazmıştır hep. Ayrılık ölümden ağırdır, bu tema bizim geleneksel şiirimizin esaslarından birisidir. İşte Dervişoğlu şiirinin temeli de budur. hep özlem ve hep arayış....Aslında şairimizin ’destan ve ağıt tarzında’ şiirlerinin olup olmadığını merak ediyorum. Zira, bu acılı, bu ’sulu gözlü kalem’ inden muhteşem ağıtlar ve destanlar çıkar sanıyorum. Öyküye dayalı, ya da özünü tarihten alan ağıtlar ve destanları günümüz gençlerine sunmasını çok isterdim.
Kafiye dizini olarak, şiirlerinde kullandığı (a-a-a-b-b /c-c-c-b-b/d-d-d-b-b) sıralamasında mısralar arasındaki geçişler ve bağları çok başarılı. Son iki mısrada sesin frekansını yükselterek vurgu ve tonlamayı gerçekleştirmekte. Bu da şiirin kulaktan gönüle akışını kolaylaştırmaktadır.
Hayata ve ailesine sıkı sıkıya bağlı olan şairimiz, saati zehirli yılana benzeterek, yılanın dakika dakika cana zehir akıtmasını anlatmıştır hep.Şiirlerindeki ’arayış’ döneminden azıcık sıyrılıp ’buluş’ dönemine geçiş yapmasını da yürekten dilemekteyim. Böylece ’buluş’ döneminde, şiiri bitmeyecek, aksine daha bir yükselecek, kanatlanacktır kanaatindeyim. Gündelik hayatımızdaki objeler ve olayları, katı gerçekleri kelimelerle dans ederek şiirine resmetmelidir. Arabesk ve acıyı, daha bir renklendirmelidir. Yahut, içinin girdabından düştüğü şiir dehlizindeki inci tanelerini çıkarmalıdır. Ondan bunu beklemek, onu sevip okuyan bir eleştirmen olarak sanırım hakkımız olsa gerek.
Yolun açık olsun şiir akrabam Şemsettin Dervişoğlu... Kalemin hep yârini yazsın e mi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.