- 793 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AYET-ÜL KÜRSİ
AYET-ÜL KÜRSİ
Aylardan mayıs, tabiatın yeniden canlandığı mevsim. Her taraf yeşil, hava güzel, manzara güzel, arabanın camları açık. Pencerelerden giren rüzgâr, yüzümüzü yaladıktan sonra saçlarımızı okşayarak öbür taraftan çıkıyordu. Kasetteki türkü de yolculuğumuza ayrı bir zevk katıyordu. Etraftaki manzarayı seyrederek giderken ne oldu bilmiyorum, yüzüme ağaç dallarının yaprakları sürünmeye başladı. “ Bartın’dan çıkalı ne oldu ki, bu dallar da nereden çıktı, çok mu yolun kenarında seyrediyorduk?” diye akıl yürütmeye çalıştım. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum fakat gözlerimi açamıyorum. Birilerinin sesini duyar gibi oldum. Gözümün birisini güçlükle aralamaya çalıştım, üzerinde asker elbisesi olan iki kişi görür gibi oldum. Yarı açık olan gözüm açık durmaya daha fazla dayanamadı, yeniden kapandı. Tepeme dikelen iki kişiden birinin ötekine; “Ölüyo la bu.” Dediğini duydum. Bu söz üzerine içimden bir şeyler koptu. Sözün sahibine; “Niye ölüyorum, ne oldu da ölüyorum?” diye sormak için bir hamle yapmaya çalışırken gözlerim iyice kapandı, açmaya çalıştıysam da bir daha açamadım. Gözlerimi açamadığım gibi ağzımı da açamadım.
Gözlerimi açıp kendime geldiğimde kendimi bir yatakta yatıyor buldum. Yatakta doğruldum, etrafa bakındım, yanı başımda bir hemşire, kolumda serum takılı.
“Burası neresi, neden buradayım, bana ne oldu, arkadaşlarım nerede? Diye sordum. Hemşire; Kaza geçirdiğimizi, Zonguldak Devlet Hastanesi’nde olduğumuzu, arkadaşlarımın iyi olduklarını söyledi. Hastanede olduğumuza göre demek ki önemli bir kaza geçirmişiz, dedim. Koluma, bacağıma baktım bir eksiklik, yara bere, ağrır acım bir yerim yok. Hemşireye; “Benim bir şeyim yok, beni onlara götür,” dediysem de beni yataktan kaldırmadı. Bir saat kadar sonra birinin kolu, birinin hem kolu, hem bacağı sargılı bir vaziyette müdür ve yardımcısı yanıma geldi. “ Bu ne hal müdür bey, ne oldu size böyle?”dedim. Müdür;
“ Nasıl olduğunu bilmiyorum ama Allah’a şükürler olsun ki hepimiz de yaşıyoruz, şu anın en güzel tarafı bu. Benim kolum kırılmış, Ziya Bey benden daha cömert davranmış, o hem kolunu hem de bacağını kırmış, bizi alçıladılar, bizim işimiz tamam, dedi müdür bey. Her zaman olduğu gibi espri yapmayı yine ihmal etmedi. “ Sen nasılsın bakalım? “ diyerek hatırımı sordu.
Bir suçlunun mahcubiyeti içerisinde yüzlerine bakamadan yutkunarak: “ Vallaha bende kırık çıkık yokmuş, ama hemşirenin dediğine göre doktor yerimden kalkmamamı söylemiş. Kırık çıkık olmadığına göre niye beni yataktan çıkarmıyorlar anlamış değilim,” dedim. Müdür bey;
“Bir şeyin olmadığına sevindim. Sen ne kadar bir şeyim yok desende doktorun kararı önemli. O ne diyorsa onun kararına uymak zorundayız. Biz seni fazla yormayalım, sen istirahat et, biz de biraz dinlenelim”, deyip gittiler. Onları öğle sonucu taburcu edip gönderdiler, beni iki gün daha müşahede altında tuttuktan sonra taburcu ettiler.
Okula döndükten sonra müdür bey kazaya sebebiyet verdiğinin ezikliği içerisinde:
“Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum, araba birden bire kontrolümden çıktı, yolun kenarındaki ağaçlık bölgeye daldı. Ağaçlar olmasaydı belki de birkaç takla atabilirdik, Allah bizi korudu. Benim aklımın almadığı yolda beni tehdit edecek at yok, araba yok, tümsek yok, çukur yok. Araba nasıl elimden çıktı, nasıl oraya gitti, anlayamadım gitti. Günlerdir bu sorunun cevabını arıyorum fakat bir sonuca varmış değilim.”
Bu soru üzerine önümdeki bardaktaki çaydan bir yudum aldıktan sonra;
“Nasıl olduğunu ben biliyorum müdür bey, dedim.
“ Sen nereden biliyorsun? Yoksa gizli güç olarak arabayı sen mi kullanıyordun?” dedi esprili bir dille.
“ Biz her işi kendimize mal ediyoruz. Hâlbuki her şey Yüce Mevla’nın iznine bağlı. Kul olarak bu gerçeği birçoğumuz bilmiyor, yaptığımız ve yapamadığımız her işi kendimize mal ediyoruz. Bizim görevimiz, bize verilen irade sayesinde tedbiri alıp, takdiri Allah’a bırakmak. Benim tedbirsizliğim yüzünden bu korkunç kazaya maruz kaldık. Bütün suç bana ait. Size böyle bir olayı yaşattığım için sizden özür diliyorum, hakkınızı helal edin.”dedim.
Bu açıklamadan sonra “Ne diyo la bu?” der gibi ikisi birbirinin gözüne baktı. Sonra bana döndüler.
“Daha neler hocam, direksiyondaki siz değilsiniz ki suç sizin olsun. Yoksa arabaya bir suikast mı düzenledin?” dedi müdür bey, yarı şaka yarı ciddi bir ifadeyle.
“Suikast düzenlemeyeceğimi siz de biliyorsunuz. Ayrıca böyle bir bilgi ve beceriye de sahip değilim ama kazaya sebep olan benim.”
“Halil Hocam, kazaya siz neden sebep olasınız? Hayatta her şey olabilir. Düz yolda yürüyen adam tökezleyip düşüp ayağını bacağını kırabiliyor. Adı üstünde kaza, eğer bir suçlu varsa direksiyondaki adam suçludur. Sizinle ne alakası var?
“ Bencilliğim, Nemrutluğum yüzünden bu bana atılan üçüncü tokat. Öbürleri neyse de bu hepsinden dehşetli oldu.” Bi daha mı, tövbeler tövbesi.
“Halil Hocam, ne tokadı, ne tövbesi?” Şu meselenin aslını anlat da bizi daha fazla merakta bırakma, ” Dedi müdür yardımcısı Nazmi Bey.
“Anlatayım. Öbür arkadaşlar gibi belki siz de inanmayacaksınız ama bu aynıyla vaki denenmiş bir olay. Ben her arabaya bindiğimde aklıma gelir gelmez mutlaka Ayet-ül Kürsi Duasını okurum. Bu duayı üç defa okumadım, bindiğim üç arabanın üçünde de olmayacak kazalar oldu.”
Müdür, “İlginç… Bayağı meraklandım, nedir bu Ayet-ül Kürsi’nin sırrı, anlat da dinleyelim.” Dedi, müdür bey.
“Anlatayım da dinleyin” dedim. Dinlemek için ikisi birden bana döndüler.
“ Bir yaz tatili çocukları da alarak arkadaşın arabasıyla Karadeniz gezisine çıkmıştık. İlk molamız Samsun oldu. Şehrin önemli yerlerini, sahilini gezdikten sonra peynir, ekmek, üzüm, karpuz alarak yola çıktık. Çarşamba yakınlarında mola verip, piknik yaptıktan sonra yola koyulmak üzere arabadaki yerlerimizi aldık. Arabaya biner binmez her zaman olduğu gibi Ayet-ül Kürsi okumak aklıma geldi. Bu bende vazgeçilmez bir hal haline gelmişti. Arabaya binip aklıma geldiği halde içimden bir ses; “Bu seferde okuma, bakalım n’olacak?”dedi, okumadım. Bir tarafta mavi, bir tarafta yeşilin türlü tonlarıyla yol almış, sahilde ilerlerken birden bire “küt” diye bir sesle hepimiz yerimizde hopladık. Sanki birisi bize roket fırlatmıştı. “Ne oldu Ahmet, bi dur hele,” demeye kalmadan o daha atik davranarak arabayı yolun kenarına çekti. Hepimiz apar topar arabadan indik. Çocuklar dâhil hepimiz bir usta edasıyla arabanın sağına soluna baktık. Ahmet ve ben arabanın altına eğilip baktık, kütürtüye ait hiçbir emare göremedik. Hepimiz, “Allah Allah!” deyip üzerimizdeki korku ve paniği atarak yeniden arabaya bindik, gidiyoruz. Bu sefer kütürtü patırtı yok ama arabanın içine duman dolmaya başladı.
Ahmet, bu ne hal, boğulacağız dur hele, dedim. Ahmet, arabayı durdurdu. Hepimiz yeniden aşağıdayız. Çocukları arabadan uzaklaştırdık. Dumanın nereden kaynaklandığını bulmak için epey bi araştırma yaptık. Ortada bir alamet göremedik. Ahmet’in morali iyice bozulmuştu. Kızgın bir ifadeyle:
--Hadi atlayın, dedi.
Yüzünde karanlık bir ifade vardı. Hepimiz yeniden arabaya doluştuk. Daha bir kaç km gitmeden arabanın içi yeniden duman dolmaya başladı. Bu seferki duman daha çoktu, kısa sürede arabanın içini tamamen duman kapladı. Yolun kenarında bulunan bir evin hizasında durduk. Her birimiz öksürerek, aksırarak dışarı fırladık. Karşı yönden bir kamyonet geliyordu. Durması için ona işaret ettik. Kamyonet geldi, önümüzden kırıp evin önüne geçip durdu, ev adamınmış. Adam araçtan inip yanımıza geldi. Olayı adama anlattık. Adam arka kaputu açtı, kaput açılır açılmaz dışarı bir duman zorlattı ki sanki bagaja duman depolamışız. Yıl 1978-79 benzinin kıt olduğu zamanlar. Bizim Ahmet tedbirli, İhtiyat için bir bidon benzin alıp depoya koymuş. Adam hemen benzin bidonunu alıp arabadan uzaklaştırdı. Duman yavaş yavaş çekilip arabanın etrafı açıldı. Adam, arabanın altına yattı, bizim meraklı bekleyişimiz sonucu alttan çıkıp ayağa kalktı. “Sağ teker makas kesmiş, araba amortisörlü değil makaslıymış. Teker kendi yuvasından çıkıp, sürtünmeye başlayınca yanmaya başlamış. Biraz daha gitseydiniz bir kıvılcım sonu bidondaki benzin alev alabilirdi. Allah sizi korumuş.” Dedi. Hepimiz derin bir nefes aldık. Bu rahatlamadan sonra Ahmet ve ben çaresiz bir bakışla: “Ne olacak şimdi?” dercesine adamın yüzüne bakakaldık. Adam, bizim bakışlarımızdan ne demek istediğimizi anlamış olacak ki;
“ Çocuklar, kadınlar bizim eve geçsinler, sizden biriniz de benimle gelsin parça ve usta getirip yaptıralım, “dedi.
Çocukları ve kadınları götürmeleri için eve seslendi. Hanımı gelip onları eve götürdü. Ben arabanın yanında kaldım, Ahmet’le beraber kamyonete atlayıp Çarşamba’dan parça ve tamirci getirdi, arabanın kırılan makasını değiştirdi.
Adının Aslan olduğunu öğrendiğimiz adama binlerce defa teşekkür edip yola koyulduk. Arabaya biner binmez hemen Ayet-ül Kürsi’yi okudum. Moralimiz yerine gelmişti. Ahmet bana dönerek:
-- Arabanın bakımını yola çıkmadan iki gün önce yaptırmıştım. Makas nasıl kırılır anlamış değilim, dedi.
“Boş ver Ahmet, ben biliyorum,” dedim, sebebin ben olduğunu söyleyemedim. İşin doğrusu biraz da terettütüm vardı. “Bu bana atılan birinci tokat.”
***
Yıllar sonra yine bir yaz tatili. Dört arkadaş Antalya’dan Kemer’e doğru yola çıktık. Havada tek bulut lekesi dahi yok, Güneş her mahlûka eşit derecede gülümsüyor. Arabaya biner binmez hemen Ayet-ül Kürsi okumak geldi aklıma. İçimdeki o ses beni yine dürtükledi. “Okuma bakalım, yine bir şey olacak mı?” dedi, okumadım. Yol geniş ve düzgün, seyahate mani hiçbir engel yok, trafik yoğun değil, arkadaş kaptırdı gidiyor. Keyfimize diyecek yok. Kasetteki şarkı da keyfimize keyif katıyordu. Ara ara şarkıya eşlik bile ediyorduk. Karşı yönden gelen bir kamyonun yanımızdan geçmesi esnasında zamanın akışı tamamen değişti. Kamyon yanımızdan geçerken öyle bir ses duyduk ki, sanki üstümüze top mermisi düşmüştü. Sesle birlikte ön cam tuzla buz oldu. Şoför arkadaş arabaya güçlükle sahip olup şarampole yuvarlanmaktan son anda kurtardı. Hepimiz şok olmuştuk. Uğradığımız korkunun şokuyla bir süre arabadan inemedik. Şoku atlattıktan sonra teker teker arabadan indik. Her birimiz arabanın bir köşesinde arabadan ziyade birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Biraz kendimize geldikten sonra etrafı inceledik. Kocaman bir taş parçası ön cama vurup camı patlatmıştı. İlk sessizliği kendisine gelen şoför arkadaş bozdu. “Bu ne iştir arkadaşlar, taş kamyondan düşse arkasına düşer, biz onun yanından geçtik, bu taş bizi nasıl buldu, anlamış değilim, “ dedi. Herkes kendine göre yorumlar yaptı. Ben biraz yutkunduktan sonra:
“Arkadaşlar, bu işin suçlusu benim,” dedim.
“Senin ne suçun var abi, taşı sen atmadın ya?”dedi şoför olan.
“Taşı ben atmadım ama atılmasına sebep olan benim,” dedim.
“Abi güldürme adamı, ne alaka?” dedi sürücü arkadaş.
“ Size belki garip gelecek ama Ayet-ül Kürsi’yi okumadığım için başımıza bu musibet geldi,” dedim. Çarşamba’daki olayı anlattım. Üç arkadaş da inanmamış gibi dudak büktü ama ben işin aslının okunmayan dua olduğunu biliyorum. Bu yediğim ikinci tokat.
“ O gün sizin arabaya bindiğimde de yine aklıma geldi. İçimdeki o ses: “ Aradan yıllar geçti, Lan bi daha okuma, yine bir şey olacak mı ?” dedi, şeytana uyup okumadım. Sonuç ortada. Ne olduğumu, kim olduğumu unutarak Nemrut gibi Yaradanı sınava tutmaya kalktım. Allah bana bu sefer öyle bir tokat attı ki, hepimiz ölümden döndük. İsyanım yüzünden size de sebep oldum. Allah beni affetsin. Hakkınızı helal edin.” Dedim. Anlattıklarımı hikâye olarak dinlediler. Yüzlerinden anlaşılıyordu ki, inanmamışlardı.
“Diğerleri gibi siz de inanmadınız ama ben biliyorum ki bu benim yaşadığım bir gerçek. Herkes aracını trafik sigortası, birçoğu da kasko sigorta yaptırıyor. Bu işin bir boyutu. Bir de işin manevi boyutu var. Birilerinin para kazanmak için icat ettiği sigortadan daha büyük, daha garanti olan sigortanın Allah’ın sigortası olan Ayet-ül Kürsi olduğunu maalesef birçoğumuz bilmiyoruz. İnanan herkes evinde, işinde, aracında Ayet-ül Kürsi duasını okuyarak kendisini Allah’a sigorta ettireceğini bilmeli ve mutlaka uygulamalı. Üstelik bu işi yaparken hiçbir ücret ödemeyecek. Tamamen bedava.
“Her insanın hayatında vazgeçilmezleri vardır. Ben o son kazadan sonra kimin aracına binersem bineyim, belediye otobüsüne dahi binsem aklıma geldiğinde mutlaka Ayet-ül Kürsi’yi okurum.”
S O N