- 1223 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
BİTMEYEN YOL
Biten bir yol var mıdır bilmiyorum ama benimki bitmeyen bir yol. Son otuz senedir Dünya’da fenni, fikri ve ilmi konularda yetiştirdiği insan sayısı çok az olan bir ülkenin çocuğuyum. Yaşadığım ana kadar pek çok şehir gördüm. Hiç kalmak istemeyeceğim şehirlerden birine Rab beni hapsetti. Kafesteki muhabbet kuşu gibi ötüp durdum senelerdir. Gökyüzüne baktığım da oldu, toprağı eşeleyip ellerimle özüme dokunduğumda. Fakat belli bir yol çizemedim kendime.
Çocukken her şey daha kolay geliyordu. İleride ne olacaksın dediklerinde ‘matematik öğretmeni’ olacağım diyordum. Aslında doktor olmak istiyordum. Doktor olmak için üniversite sınavından yüksek bir puan almak gerekiyordu. Doktorların beyinlerindeki sinapsların daha hızlı çalıştığına inanıyordum. Böyle olmadığını anladığımda, doktor olmanın da pek manalı bir iş olmadığına karar verdim. Bu kararı bir ameliyat sonrası almıştım. Yaşlı bir zatın idrar probleminden dolayı kamışına pipet gibi bir boru sokulacak ve idrarını rahatça yapabilecekti. Elbette küçük görünen bu operasyon için gereğinden fazla narkoz verilmişti. Seksen bir yaşındaki yaşlı adam günlerce hastanede kalmış, yakınlarını telaşlandırmıştı. Ziyaretine gitmiş, kamera odasında nasıl uyutulduğunu izlemiştim.
O yaşlı bir adam, ben ise gencim, farkımız ne? Onun aldığı yola bakıyorum, bir sürü çocuğu oldu. Emekli olduktan sonra evde aldı. E, sonra? Almadığım yollar için üzülmemi gerektirecek eğer bir ev, pek çok çocuk ise, sanırım düşüncelerim hiç de sağlıksız değil! Şahsi hayatımdan ziyade, toplumsal düşünmeliyim. Öncelikle dünya olarak kaybettiğimizi ve doğayla savaşmamızın bize mutluluk getirmeyeceğini dile getirmeliyim. En azından dünyada dikili ağacım var. Her yıl o ağacı görmeye gittiğimde hem seviniyorum hem de üzülüyorum. Çünkü o ağacın olduğu yerde yıllardır insanlar kentsel dönüşümün yakında kendi evleri içinde uygulanacağından bahsediyorlar. Ne acı! Genellemelerden hiç hazzetmem ve doğru da bulmam, kentsel dönüşüm eğer doğayı korumuyorsa, manzara diye adlandırdığımız insanın beş duyusunu da etkileyen mucizeyi yok ediyorsa, olmaz olsun öyle dönüşüm!
Evet, dönüşmekte ciddi bir meseledir, Gregor Samsa gibi. Hayatımda pek çok insanın ağzından bağırsak kokularını aldığım zamanları da biliyorum, sonradan parfümlü, takım elbiseli iyi bir insan olarak yaşadıklarını da. Dönüşüm bu değil elbette. Dönüşüm dediğimiz şey, dört yüz yıl öncesinden beri var olan tarihi bir yeri koruyup, modern olarak adlandırdığımız zaman içerisine entegre edebilmektir. Hangi canlı büsbütün başka bir canlıya dönüşebilir ki? Biz, modern zaman insanının yaptığı dönüşüm değil, yıkıp, yok etme; sonrasında da yeniden kendi zevksizliğiyle var etme, imar etme çabasıdır.
En canlı kanlı dönüştürme çabalarımızdan biri de yakın tarihimizde yaşadığımız hadiselerdir. İki binden fazla köy ateşe verilip boşaltıldığında, genç erkeklere, kızlara işkenceler edildiğinde, meme uçlarından elektrik verildiğinde, büyük şehirlere zorla göç ettirildiğinde, ‘yol, sağlık, eğitim’ adı altında vergi toplatılıp, kendi işbirlikçileri için bankalarda yüksek faizle kasalara yatırıldığında, ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ mantığının geçersiz olduğunu bile bile vatanın kapıları bütün ekonomik faaliyetlere kapatıldığında biz bunların her birini ‘dönüşüm’ olarak tanıyıp, ‘modern devinim’ diye yutmuştuk! Hiçbirini yaşamadım. Zorla hiçbir şey yapmadım. Herhalde edebiyatı seven biri olarak da en üzüldüğüm noktalardan biri de pek çok basılmış kitabın toplatılıp, yakılmış olması.
Konuyu değiştirmek zorundayım. Zorla dışkı yedirilmiş birinin psikolojini anlayamayacak kadar safım. Evet, korsan kitaplardan bahsetmek istiyorum. Korsan kitaplarında sonu ne oluyor biliyor musunuz? Polis medyada yer alsın ve popüler yazarların sesi kesilsin diye eş zamanlı önceden korsan kitap basımı yaptığından haberdar olduğu matbaalara operasyon düzenliyor, binlerce basılmış kitapları belediye işçilerinin yardımıyla kamyonetlere doldurup, devlet binaları ısınsın diye kazan dairelerinde yakıyorlar. Bir ara Elif Şafak, İskender Pala, Tuna Kiremitçi, Can Dündar, Duygu Asena, Orhan Pamuk, Ahmet Altan gibi yazarların kitaplarını korsan matbaalar çokça basıyorlardı. Şimdi de öyle mi? Artık hiçbir popüler kitabı –biz buna aramızda yeni basılmış, en az yirmi liraya satılan makyajlı kitaplar diyoruz- takip etmediğim için saydığım yazarların yeni kitap çıkarıp çıkarmadıklarını da bilmiyorum. Mevzumuz o yazarlar değil. O yazarlar üzerinden konuşmaya başlarsak, bu sefer kıskanç, edebi başarılarını (?) çekemeyen biri olarak atfedileceğim için mevzumuzun bu paragraf içerisinde korsan kitaplarında faydalı olduğu noktasına getiriyorum. Korsan kitap piyasası sadece o yazarların değil, Türk ve Dünya edebiyatında kült olmuş eserleri de kapsayan bir alan haline gelmiştir.
E, bize ne bundan? Biz ne korsan kitap basan matbaanın sahibiyiz, ne de ünlü bir yazar ya da o kitapları toplamakla görevli mali polis veyahut Belediye zabıtası! O yolda, bu yolda, bundan sonraki yolda hiç bitmeyecek! Robot gibi oluyoruz. Geçen gün mahalle arasında bir markete girdim ve sporcu kartlarını gördüm. Sporcu kartlarının hemen arkasında da plastik bir kabın içinde yüzlerce misket vardı. Çok sevindim, gözlerimin içini göremesem dahi parladıklarını hissettim. Teknoloji laneti ruhumuza kadar işledi ve biz ona amade, onun kullarıymış gibi yaşıyoruz. Eskiden mahalle aralarında tatlı teyzelerin seslerini duyar, ‘evladım bakkaldan bana iki ekmek alır mısın’ isteklerini yerine getirmek için çocukların yarıştıklarını görürdük. Şimdi ise o manzaraya rast gelemiyoruz. O tatlı teyzeler dünyaya mı küstüler? Niye cama gelip, çocuklara seslenen teyzelerimiz yok? Yoksa onlarda teknoloji lanetine yenik düşüp, saatlerce televizyon mu izliyorlar? Ya çocuklar? Sahi o kadar çocuğu hangi oyun salonlarına sıkıştırdılar? Birkaç sene önce çocuklar yine de beraber olup, oyun salonlarında vakitlerini geçiriyorlardı. Şimdi oyun salonları da boş. Hepsi evlerinde, kendi egemenlikleri içerisinde yalnız başlarına takılıyorlar. O tatlı teyzeleri camdan, çocukları sokaklardan kaçıran teknolojik devrime biat ettiğimiz yetmediği gibi, bu devrimin gerekliliklerine de uyuyor, her yeni gelişmede biz de elimiz altındaki aletleri yenilemek zorunda kalıyoruz. Klişelere bağlı kalıp, dünyanın değiştiğini kabullenmemek gibi idem yok. Ama nerede apartman duvarlarına ellerini koyup, saklambaç oynayanlar? Çok uzak yerlerde mi bu çocuklar? Makinelerin neden bu kadar esiri olduk? Bu robotlaşmanın, uyuşmanın hesabını kim verecek?
Elbette biz vereceğiz. Paylaşmanın artık Nobellik bir olgu haline geleceği yarınlarda, kendimizi başkalarından üstün gördükçe asla düzelemeyeceğiz. Sağlığımız, başarılarımız, üstün kabiliyetlerimiz, mutlu çocuklarımız, düzenli aile yaşamlarımız, sigortalarımız, emeklilik hesaplarımız bizi diğerlerinden farklı kılacak. Başka bir insana adanmayan hayatlarımız, ışıksız, susuz kalmış bir ağaç gibi bulunduğu yerde çürüyecektir.
Hayır, hayır bu söylemler, bu cümleler o kadar iğrenç ki! Kendimden tiksiniyorum şu anda! Ne yani, kendi çevresine dahi en ufak yaptırım gücü olmayan beynin sahibi bu sözleri yazınca akıllı mı sayılacak?
Kendinizden korkun baylar bayanlar! En çok kendinizden korkun. Olduğunuz dünyanın, var olduğunuz biçimin sınırlarıyla uğraşmaktan korktuğunuz için, kendi gücünüzü dahi bilmiyorsunuz. Televizyonu açın, internet sayfalarında saatlerce dolaşın. Gündemi takip edin. Ne göreceksiniz biliyor musunuz? Kendisine güvenmiş, egosu yüksek insanların başka insanlara yaptıkları zulümleri. Kendisinden korkmayan, binlerce zavallının yüz binlerce insana yaptıklarını göreceksiniz. Yüzlerinden, karınlarından, ayaklarından vurulmuş kanlı resimler zihninize kazınacak. Tanklar ezecek bir başkasının etini, kemiğini. Cinayetlere tanık olacaksınız. Ünlülerin bebeklerinin doğduklarını size söyleyecekler. Ara sıra yediz ya da tıpta görülecek milyonda bir vakıa olduğu sürece halktan birinin bebeğini size gösterecekler. İstanbul diyecekler; Londra, Paris, Berlin, Newyork, duyduğunuz demode ünlü şehirler olacak. Sizi Şili’ye, Paraguay’a, Güney Afrika sahillerine götürmek isteyecekler. Sizi beğendikleri sanat eserlerine yönlendirip duracaklar. Yönlendirecekler sizi kısaca! Bunu da başarıyla uygulayacaklar. Siz yönlendirilmediğini düşünseniz dahi, onlar sizi yönlendirmeye devam edecek. Sokaklarda gözünü kapatıp yürüyemeyeceğiniz için, sizi reklamlarıyla kandırmaya, uyuşturmaya devam edecekler. Kiminiz eşya manyağı, kiminiz ise giysi, takı, süs, seks, zevk manyağı olacaksınız. Fizikleri muhteşem ünlüler sizin idolünüz olacak. Birileriniz onlar gibi olmak isterken zayıflayacak, birileriniz ise kilo almaya çabalayacak. Sağlıksız yüzlerce hazır gıda hayatınıza misafir olmaya değil, sizi esir almak için üretilecek. Yediğiniz etler dahi onların istediği gibi olacak. Onların, sahip olanların, kendilerinden korkmayan, zavallı büyüklerin!
İçimizdeki Tyler Durden ne diyor, hiç merak ettiniz mi? O sesi dinlendiniz mi? Bakınız ne diyor Tyler: ‘Reklamlar bizi arabaların ve giysilerin peşine düşürdü. İhtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz. Biz tarihin üvey evlatlarıyız. Hayatta ne hedefimiz var, ne yerimiz. Biz ne büyük bir savaş yaşıyoruz, ne de büyük bir buhran. Bizim savaşımız ruh dünyamızda, bizim büyük buhranımız kendi hayatlarımız. Televizyonla büyütüldük ve bir gün hepimizin milyonerler, film yıldızları ve rock starları olacağına inandırıldık, ama olamayacağız ve bu gerçeği yava yavaş öğreniyoruz ve feci şekilde asabımız bozulmuş durumda…’
Ben susmayacaktım eğer Tyler’i konuşturmasaydım. Chuck’a Tyler için teşekkür etsem de, onu kıskandığımı ve onun yerinde olup Tyler gibi bir karakteri yaratmayı çok isterdim. Bize peygambervari söylemleri olan Tyler’ın ‘hiç göremeyeceğim Fransız sahillerini petrole bulamak, Ghandi’yi dövmek ve türünü korumak için çiftleşmeyen her pandayı pompalı tüfekle öldürmek’ gibi marjinal isteklerine uymasak da, ona saygı duymalıyız. Saygılar dünyanın en karizmatik şizofren yaratığı!
Ah dostlarım, Nıetzsche’nin ağladığı filan yok! Tolstoy son zamanlarında kölelerini azat etmişse, mutsuz insanların çokluğundadır. Mutsuz insanları düşünüp, çoğu zaman da kendimi de mutsuz etmişliğim vardır. Çok sonradan farkına vardım ki, bu çabam boşunaymış. Ben zaten mutsuz bir insanmışım! Sekiz aylık bebekken dahi canı sıkılıp, gecenin üçüne dördüne kadar annemi de uyutmayan bir insandım. Öyle bir bebek mutluluğu nerede yakalayabilir ki?
Ömür ilerledikçe insanların kediye, köpeğe sahip olma isteklerini daha iyi anlıyorum. Ama ömür kediyle, köpekle heba edilmeyecek kadar güzel bir şey. Burada önemli eleştirmenlerimizden Semih Gümüş’ün entelektüel yazar tiplemesine örnek verdiği Ahmet Altan’ın ‘Ve Kırar Göğsüne Bastırırken’ kitabında bulunan ‘Yolunu Ayırmak’ adlı denemesinden örnekler sunmak istiyorum. Biliyorum ki bazıları erkek aklıyla romanlarında kadınları obje haline getiren Ahmet Altan’a sinir oluyor. Fakat kendi gerçeğime en uygun sözcükleri önceden yazmış bir yazarın, çoklar tarafından sevilip sevilmediğine pek aldırış etmem. Denemenin başında çocukluğunu ve babasıyla yaptığı James Joyce hakkındaki tartışmadan bahsediyor. Sonra hayatının anlamı iki şeyden bahsediyor. Kadınlar ve kitaplar! Önce kadınları tanımlıyor:
‘Kadınlar bana zevki, marifeti, zarafeti, inceliği gösterdi; bugün eğer sahip olabildiğim herhangi bir değer varsa onların hepsinde bir kadının izi bulunur., hepsini de teker teker hatırlarım, biri bana daha gelişmiş bir müzikten zevk almayı, biri vazgeçmekte zorlandığım erkeksi kabalıkla alay etmeyi, biri kadınlara nasıl davranmam gerektiğini, biri giyinmeyi öğretmiştir.’
Bu satırlar sonrası aklınıza bir erkeğin pek çok kadına sahip olması, o kadınlarla ilişki kurması gelebilir. Mevzu bu değil. Eğer erkekte malzeme, kadında da madenci ruhu varsa, bir erkek için pekâlâ bir kadınla bunların hepsini yaşaması mümkündür. Bunun örneği de çoktur. Sıra kitaplarda:
‘Kitaplarda ise, sokaklarda aradığım her türlü zevkin, vahşetin, maceranın çok daha ihtiraslısını insanoğlunun hayal gücüne bulabileceğimi, bir şey yaratabilme serüveninin heyecanının başka hiçbir şeyde bulunmayacağını öğrendim. Voltaire’in ‘iyi insanlardır ama kadınla sanattan hiç anlamazlar’ dediği ve dışarıdan bakanlara tuhaf bir erkek kalabalığı gibi gözüken bir ırkın çocuğu olarak, kendi kalabalığımdan kadınların ve kitapların göstericiliğiyle ayrıldım. ‘
Son olarak uzun bir bölüm daha paylaşmadan önce kadınlar konusunda kendi düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Kurgu olmayan bu tür yazılarda insan herhangi bir olaya düşüncelerini bağlayıp, yazamadığı için kendisini çıplak hissediyor. Evet, bir erkek olarak yazarken ben de kadınlar hakkında çokça fikirde bulunuyorum. Bunun kimi zaman sapıkça ve ahlaksızca kaçtığını gözlemliyorum. Ama bu demek değil ki kadınlara karşı saygısız, onları obje olarak gören bir kafaya sahibim. Kendi özel hayatımdan örnek vermeyi sevmem. Entelektüel bir yazar olsaydım (Semih Gümüş’ün tanımıyla ‘birey olarak yazılacak tarihi olan yazar) kendimden bahsedebilme hakkım doğardı. Ayrıca bunun için de çokça kaybetmek lazım. Pek kaybetmiş biri sayılmam. Ama bir hadise var ki aklımdan hiç çıkmaz. Çocukken dedemle oturur televizyon izlerdik. Seyrettiğimiz film içinde ne zaman yarı çıplak bir kadın çıksa, dedem tükürerek televizyona doğru ‘orospu’ derdi. Ben de çocuk saflığıyla beraber ‘öyle deme dede, anne o, anne’ derdim. Sanırım kadınlar konusunda hassas olduğumu az da olsa ifade edebildim.
‘Kendi toplumumdan sanatı ve kadını küçümsedikleri için koptum, güçsüzlüklerini böbürlenmelerinin ardına saklamaya çalışan zavallıları, galibiyetlerde gösterdikleri düzeysiz sevinçleri, acılarını, vakarını yitirmiş seviyesiz bir gösteriye dönüştürmeleri ayırdı benim yolumu onlardan.
Edebiyatı sevenlerle, kadına önem verenlerle yürüdüm.
Bir komünist olan Mayakovski’nin, bir faşist Mişima’nın, bir serseri Yesenin’in ölümü seçmelerinde ortak nedenin, zekayı ve zarafeti küçümseyen kalabalıklara dayanamamaları olduğunu düşündüm.
İnsanları düşünce farklılıklarından değil seviye farklılıklarının derin uçurumlarla ayırdığını fark ettim.
İkiye çatlamış bir ruhla büyüdüm ben.
Benim çatlayan ruhumu edebiyat ve kadınlar bir araya getirdi, kendi içimde köprüleri onların sayesinde kurdum.
O köprüden gelip geçerken ayağım tökezlediğinde edebiyata ve kadınlara tutundum, onlardan güç aldım.
Acılarımı isterik çığlıklarla ortaya dökmekten, sevinçlerimi seviyesiz gösterilere dönüştürmekten hep çekindim.
Şimdi, ‘sanatı ve kadını’ aşağılayan ve sanatla kadın tarafından küçümsenen bir kalabalığın içinde, zekâyı ve zarafeti arayan, gördüğü seviyesizliklerle yaralanmış bir ‘azınlığın’ üyesiyim.
Hâlâ serserinin tekiyim, birçok kötü huyum var, vahşileşmeye yatkınım, erkeksi bir kalabalıktan kendimi kurtaramadığım oluyor ama bu kalabalıkların parçası olmadığım ve ruhu başkalarının suçlarından dolayı kanayan bir azınlığın parçası olmak için uğraştığım için memnunum.
Yolumu bulabilmek için edebiyata ve kadına bakıyorum.
Onlara bakmayanların içine düştüğü sefillik korkutuyor çünkü beni.’
Şanslı bir insanın yazdıkları bunlar. Paşa torunu, babaannesi dindar bir Osmanlı hanımı! İstediği her kitabı alıp okumaya da muktedir. İstediği büyük yayınevi ile anlaşıp, romanlarını bastırabilir. Modern zaman içinde yine de böyle insanlara ihtiyacımız var. Doğanın kanunu bu, ‘herkes bir olamaz.’ Yaradılışımız bizim hikâyemiz. Kendi fikirlerine inanmak istemeyen, yaptığının, yapabileceklerinin farkında olmayan insanlığın kıstırılmış dünyasındayız. Yaşarken kendimizi geliştirmemiz elzemdir. Aldığımız eğitimler beyni doldurmak için değil, olgunlaşmak adına olmalıdır. Rahmetli Bursalı Mehmet Zahid Kotku Efendi vaazlarından birinde demiştir ki:’ Kendini varlık olarak görme. Hayatı karşında değil, kendinde bul. Sevdiklerinin en başında Allah olsun.’ Modern zamanın muhatapları olarak şu üç öğüdü gerçekleştirebilmek bile o kadar zor geliyor ki, neyse!
‘Bitmeyen Yol’ devam ediyor. Herkesin, her yaşayanın yolu bu! Yazmak dahi bu yolda sahte meyveler kadar canlı! Marguerite Duras yazmak konusunda şunları söylemişti:’ İnsan ne yazacağını bilseydi, hiçbir şey yazmazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu. Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır. Ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu.’
Yazı biterken sanırım aradığım şey buldum. Niye ‘bitmeyen bir yola’ girdiğimi ve neden hâlâ yazdığımı anlıyorum.
Öncelikle bu yazının başında Taha süresinin 25-28 ayetlerini okumam gerekirdi:
‘25. (Musa) dedi ki: "Rabbim! Benim gönlüme genişlik ver.
26-27-28. "Benim işimi kolaylaştır, dilimden de (şu) düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.’
Olmadı sanırım. Bitiremedim. Bari son bir şeyler yazayım. Aslında bağırmak istiyorum bu söyleyeceklerimi. Marmara’ya karşı, Malkaya yakınlarında bir balıkçı teknesinde oturup deniz analarına duyuracaktım sesimi.
‘Düğüm düğümüm.
İçinde deniz geçen bir şehirde yaşamıyorum. Rüyalarımda bağırıyorum: ’Beni bu şehre gömmeyin!’ Korkuyorum. Ölüme fatiha okuyacak biri dahi çıkmaz.
İlk kavuşmaların sonrası yok sanki! İlk kavuşmalarımı özlüyorum. Terli, bütün heyecanı, pasaklığı, çirkinliği içinde bulunduran o ilk bakışmayı özlüyorum. Sevgilinin karşısında ilk mahcup gülümsemeyi, inanılmaz bir acı ve mutluluk karışımıyla ilk sarılmanın verdiği çekiciliği arıyorum.
Gönlümün kapısı daraldıkça, sevdiklerime sımsıkı sarılmak istiyorum. Çevremde sımsıkı sarılabileceğim kimse yok. Gönlümün kapısı daralıyor ve bir daha başka birini sevemeyeceksin diyor Rab. İnanıyorum O’na, sevdiklerim, verdiklerin ve Sen yetersin diyorum.
Bitmeyen yolun başlangıcına dönmek, sonunu hemen görmek istemek kadar günah! Günah ki arınmamak, küstahlık etmek hâlâ Rabbe. Bütün bu rezilliğin, kahpeliğini biteceğini umarak geçirmek hayatı nasıl da acıklı!
Her şey mubah, bitmeyen yol bu.
Başkası soruyor ‘başka bir yol var mı?’
Herkes kaybolurken o gülümsemeyi nasıl da ağzında uzunca tutabiliyor?
Biri gölgemin pencerelerini açıyor, hava aldırıyor geçmişime. Beni izliyor, beni merak ediyor.
Biri hâlâ beni gördüğünde göğüslerine dokunup, canıyla, kanıyla beni beslemek istiyor.
Biri güldürüyor. Bana nefes aldırıyor. Bin yıl yaşatıyor, yalvartıyor, hasret çektiriyor, biliyor diliyle geçen zamanı. Nemiyle ıslanıyor gözlerim, arıyorum onu, onun olmadığı her yerde.
Düğüm çözülmek bilmiyor. Yol bitmiyor. Yağmurların tanımadığı, öfkeli ve çatlak yüzlü toprağın bağrında kendime çekiliyorum.’
‘BİTTİ.’
YORUMLAR
bu yazı bana msj yoluyla gönderildi siz gönderdiniz sanmıştım.
Neyse, çok da önemli değil aslında. Burada pek de değerli olmayan ( değerini kafa karışıklığından ötürü yitirdiği için) bir yazı var ve düşüncelerinizi bu yazı altında görmek samimice geldi.
sizin kafanız karışık değil dimi her şeyi çözmüş biriydiniz o yüzden pek değerli görüşleriniz vardı da ben bulamadım mesela insanı ya hakikaten sıradışı düşünmüş böyle bir durumda bu çözüm yolları benim aklıma hayatta gelmezdi dedirtti:)
samimi davrandım çünkü samimiyetsizliği sevmem yazınızın ben de uyandırdığı fikirleri de olduğu gibi yazdım bunun yerine bunları düşündüğüm halde size çok beğendim harikaydı deseydim acaba çok mu hoşunuza giderdi
incittiysem ki öyle görülüyor özür dilerim yazdıklarım için değil incindiğiniz için bu aklıma gelmemişti çünkü dilim sivridir biraz yapabileceğim bir şey yok - o konuda prensiplerimi ezmiş olurdum ki asla yapmak istemem -
Ben bu isteği pek sesli ifade edemiyorum ama siz açık açık, düşüncenizin berraklığı içerisinde bu fikri söyleyebiliyorsunuz
hem kafa karışıklığı hem düşünce berraklığı acaba benimle alay mı etmek istediniz pek yakıştıramadım ama bu kadar ağır bir eleştiri yazdımsa haketmişimdir de :)
zaten yazarların cesur olması lazım gerekirse yaşadığı toplum içindeki prensipleri sarsması lazım bu prensipler sarsıldıktan sonra hala işe yarıyor görülüyorsa ve inanılıyorsa sağlam prensiplerdir o zaman bağlanılabilir ya sarsıldıktan sonra işe yaramadığı görülürse o zaman da terk etmek en akıllıcası olur işte böyle bir yararcılık içinde olmalı yazar yaratıcı düşünceye ihtiyacımız olduğu bir nokta da burası terk edilen prensiplerin yerini dolduracak yeni prensiplerde
bir yazarın kalitesinde bu sarsıcılık mutlaka olmalı
benim aradığım dünyanın saçmalıklarını unutturacak bir yazı değil özgür düşünebilen özgürleşmiş cesur biri bu çok zor olmasa gerek dünya edebiyatında bu isimler zaten var yapamadığım onlara ulaşmak zaten çoğu ölü benim aradığım bu sitede böyle bir yazar evet bu sitede henüz bulamadım bu arayışım beni anlamsız mantıksız koşulsuz umutsuzluğun ya da koşulsuz umudun içine düşürmez bulamazsam toplar pılımı pırtımı giderim bu siteden bu beni mutsuz da etmez
içinde olduğum durum koşulsuz umutsuzluk ya da umutla aynı görülemez umut ya da umutsuzluk nasıl koşullandırılabilir ben daima umutsuz olacağım ya da ben daima umutlu olacağım şeklinde mi bu koşullandırmak değil ama öyle olduğunu düşünelim koşul bir eylemin gerçekleşmesini başka bir eyleme bağlamaktır ki bu durumda umudu değil mutluluğu koşula bağlamış oluruz umut ise bir dileyişten öteye geçmez daima umutsuz olacağım diyen biri de o kadar hayal kırıklığına uğramıştır ki karamsarlığa düşmüştür bir şeylerin değişeceğine dair inancını yitirmiştir bu mantıksız mıdır aksine mantık batağına saplanmaktır ya da her türlü sarsıntıya rağmen hala bir şeylerin değişeceğine inancını yitirmeyen kişi de mantıksız mıdır sıradışı uç noktalardan bir yanıt daha verelim uzaya gitmek istediğini söyleyen biri 300 yıl önce nasıl mantıksız ve çılgınca bulunmuştur oysa bugün dileyen gidiyor o kadar çılgınca da değil mantıksızca da değil gene 300 yıl önce uçmayı dileyen birine ne gözle bakmışlardır gelişme bu sıradışı imkansız ve mantıksız gibi görünen umutların filizlenmesiyle yaşanmadı mı bugün bilim adamları zamanda yolculuk projesi üzerinde çalışıyorlar :) artık mantıklı mı bulursunuz mantıksız mı size kalmış bir şey
akıl yoluyla neye inandığımız ya da ne yapıp ettiğimiz bizi mantıklı ya da mantıksız yapabilir
- yapabilir diyorum dikkat ederseniz yerine göre yapmaz da çünkü -ama duygular yoluyla içine düştüğümüz hiç bir şey asla bizi mantıklı ya da mantıksız yapmaz mesela darvinde mantıksız bulabileceğiniz çok nokta bulabilirsiniz ama karamsarlığa düşmüş birinin içinde bulunduğu duruma pek de mantıksız gözüyle bakamazsınız çünkü duygular içsel bir olgudur ve hiç bir neden yokken bile sizi dürtebilirler ve daha da kötüsü yerli yersiz değişiverirler sizi rahatsız edecek şekilde üstelik hadi biraz seveyim dediğinizde gerçekten sevebilir misiniz ya ben bundan nefret etmek istiyorum dediğiniz de hakikaten birden nefret mi ediyorsunuz - duygularınızı kandırma yoluna gitmeden _ duygular akıl ve mantık yoluyla doğmaz akılla mantıkla doğmayan bir şeyde mantık arayışı çok - mantıksız-zor ve gereksiz hadi size kolay gelsin
ilginiz için daima teşekkür ederim
sağlıcakla esen kalın
ilk olarak serzenişime önem verip bu linki bana gönderdiğiniz için teşekkür ederim
evet yazınızda da bahsettiğin gibi kurgusuz olduğu için konu bütünlüğü yok doğal olarak biraz şu konudan biraz bu konudan aklınıza ne geldiyse yazmışsınız emek vermişsiniz ve uğraşmışsınız ama kayda değer tek sözcük yağmurların tanımadığı ifadesi o bile yeter bana :) sanatlı bir söyleyiş teşekkür ederim
tipik bir içsel yolculuk ve şikayetlenmeden öteye geçmemiş biraz da sitem içinde bulunduğu toplumdan rahatsızlık uyuşmazlık bütün bu çıkmazların arasında tek bir çözüm dine sığınmak kabuğuna çekilmek biraz da reddetmek çaresizliğin bulabileceği tek çözüm
Olmadı sanırım. Bitiremedim. Bari son bir şeyler yazayım. Aslında bağırmak istiyorum bu söyleyeceklerimi. Marmara’ya karşı, Malkaya yakınlarında bir balıkçı teknesinde oturup deniz analarına duyuracaktım sesimi.
ve bu uyuşmazlığın getirdiği isyan eğer bir tekneye oturup bunları söyleyemiyorsanız baskısı altında ezileceğiniz gerçek bir buhran ve bu isyana rağmen özgürleşemiyorsunuz
bana içsel dünyasında bunların hepsini aşmış çözüm bulmuş biri gerek ama doğru bir çözüm allaha sığınmak kabuğuna çekilmek ya da terk etmek gibi bir şey değil tam olarak özgür bir yazar çünkü özgürleşmek istiyorum ama benim özgürlük anlayışım aklıma geleni yaparım şeklinde ilkesiz prensipsiz bir özgürlük değil bu ilke ve prensipleri kendim koymak istiyorum din yasa ya da gelenek ve görenekler yoluyla değil akıl yoluyla korkulardan ve baskılardan arınmış düşüncelerle kendim oluşturmak istiyorum o yüzden düşünsel dünyası zenginleşmiş cesur gerçek bir yazar ya da şair arıyorum ve etkilenmem için de güçlü bir kalem olması gerek.
özellikle sevmeyi emrediyormuş gibi zorunluluk haline getiren prensiplere kökten karşıyım doğayı sev hayvanları sev kadını sev erkeği sev insanı..... sev sev sev de zorunluluk haline getirmek de neyin nesi emri vaki seveceksin o zaman iyi birisi olursun o zaman itibar sahibi olursun o zaman sevilirsin o zaman dilediklerine kavuşursun rahat olursun mutlu olursun huzurlu olursun filan filan hepimiz nasıl çıkar ve menfaat üstüne kurulmuş sevgilere karşıysak ben de bu tip zorunlu ve koşullu sevgilere karşıyım
ilginiz için her daim teşekkür ederim
sağlıcakla ve esen kalın