- 720 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAR KEMAL
Çağdaş edebiyatın DEVİ,
Türk edebiyatının KOCA ÇINARI:
YAŞAR KEMAL...
3 mart 2008, İstanbul’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın önündeyim. Birazdan Kibarlık Budalası adlı oyun başlayacak. Her taraf toz duman içinde. Dozerler girişteki “Sevgi ve Barış “heykelini söküyorlar. Sanat’a vurulan kepçe darbesini seyrederken arkamdan gür bir ses duyuyorum: “Siz gazeteci misiniz?” Arkamı döndüğümde Türk edebiyatının “KOCA ÇINARI”nı görüyorum. Şaşırmış, ancak “evet” diyebilmiştim. “Çekin çekin, sanat’a vurulan darbeyi iyi çekin” dedi. Hazırlıksız yakalanmıştım Koca Çınar’a. Neresi için çektiğimi, kim olduğumu sordu. Yani soru sormaya alışık olan ben, sadece Yaşar Kemal’e cevap veriyordum. Birkaç cümlelik sohbetin ardından ancak bir hatıra fotoğrafı çekebilmek gelmişti aklıma.
Dört sene sonra, Berlin’de, evimin bahçesindeki ceviz ağacının gölgesinde Türk edebiyatının ÇINAR’ı Yaşar Kemal üzerine sohbet etmek için toplandık. Birkaç haftadır Yaşar Kemal’le meşgulüm; masamın üstünde kitapları: Başta İnce Memed 1,2,3,4, Fırat Suyu Kan Akıyor, Allahın Askerleri, Baldaki Tuz, Ağacın Çürüğü, Ustadır Arı, Zulmün Artsın, Binbir Çiçekli Bahçe... ve en son kitabı Bu Bir Çağrıdır... Türk edebiyatının “Dev Çınar”ı Yaşar Kemal’in heybetli görünüşü yanında, gölgesine sığındığımız, hemen hemen bahçemin yarısını kaplayan ceviz ağacı küçücük kaldı. Doğa tutkunu Yaşar Kemal’in etrafında kimler yok ki; sırasıyla: Zeynep Oral, Pertev Naili Boratav, Zülfü Livaneli, Adnan Binyazar, Oral Çalışlar...
Koca Çınar, ceviz ağacının heybetli (!) görünüşünü hayran hayran seyrederken şunları mırıldanıyor:
“Dünyamız, ne büyük mutluluktur ki, on binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her kültürün bir rengi, bir kokusu vardır. Dünyamızın bir çiçeğinin koparılması, dünyamızdan bir rengin, bir kokunun yok olmasıdır...”
Ve devam ediyor KOCA ÇINAR:
Benim yaşamım romandır. Ben her zaman, gece ve de gündüz hep roman düşünürüm. Bir çeşit hayal kurma. Roman düşündükçe mutluyumdur. Elimden gelse hiç yatmaz hep düşünürdüm. Ama yazmanın da büyük tadı var. Ondan da vazgeçilmiyor. 26 yıl Çukurova’nın doğasındakaynaşan insanların arasında, dilin zenginliğinde yaşadım. Toprağı iyi tanıdım. 26 yaşında da İstanbul’a geldim, İstanbul’u ağzına kadar yaşadım. Gazetecilik beni zenginleştirdi. Bütün Anadoluyu doğudan batıya dolaştım. En çok da denizi yaşadım. Denizi de toprak kadar kokusuyla, rengiyle, insanlarıyla öğrendim...
Zeynep Oral, “Yaşar Kemal, Yaşar Kemal olmadan önceydi...” diye söze başlıyor ve devam ediyor anlatmaya:
“Hamite köyünde günlerden bir gün kurban kesiliyordu. Her nasıl olduysa, kurbanı kesenin elinden fırlayıverdi koca bıçak. Bula bula gitti dört beş yaşındaki Kemal Sadık’ın gözüne saplanıverdi. Millet koşuştu, çocuğun başına üşüştü. Yok, bir şey olmadı dediler. Yıllar sonra, anlaşılacaktı ki Kemal Sadık’ın sol gözü görmüyor. Ve artık çok geçtir, o göz tedavi edilemez... Kemal Sadık büyüyecek. Ve çevresine, yöresine, dünyaya, doğaya, insana ve bütün bunların taa en dibine öyle bir bakacaktı ki, iki gözü de görenlerin görmediklerini görecek; bununla da kalmayacak, bizlerin bakıp da görmediklerimizi hepimize gösterecekti.”
1940 yıllarda, henüz Yaşar Kemal’in 17-18 yaşlarındayken tanıdığı Pertev Naili Boratav, Kemal Sadık Göğceli’yi tanıdığı günleri anlatıyor:
Yaşar Kemal (o zamanki adıyla Kemal Sadık Göğceli) ile tanışmamız, yanılmıyorsam, 1940 yıllarına çıkar. Adana’ya bir konferans vermeye gittiğimde ona rastlamıştım. O sıralarda okulu bırakmış, Çukurova’nın çeşitli yerlerinde ufak tefek işlerle (köy kâtipliği, arzuhalcilik... gibi) geçimini sağlıyor, bir yandan da Anadolu köylüsünün türlü sorunları ile haşır neşir olmuş duygularını, şiir diline dökmeyi deniyordu. Göğceli, köyden gelme delikanlı, hamuru köy geleneklerinin mayası ile yoğrulmuş... O yıllar Halkevleri, gençleri Anadolu gerçeğini öğrenmeye heveslendiriyor... Kemal Göğceli de, bu hevesin içinde, Çukurova ağıtlarını derliyor ve 1943’te Adana Halkevi’nin yayınları arasında bastırıyor...Göğceli bu tarihten kısa bir süre sonra İstanbul’a geçti. Orada ilkin Elektrik –ya da Havagazı– Şirketi’nde bir işe girdi; sonra gazeteciliğe atladı; röportajlarını ve ilk hikâyelerini yayınlamaya başladı ve böylece Kemal Sadık Göğceli, Yaşar Kemal oldu.
Ve çok yönlü sanatçımız Zülfü Livaneli de Yaşar Kemal’in yakın dostlarındandır. Bir okur olarak İnce Memed’le tanıştığı günü hatırlıyor:
Benim için Yaşar Kemal üstüne konuşmak çok zor. Çünkü kırk yıllık bir dostluğun anlatımı ayrı, Yaşar Kemal’in edebiyatını değerlendirmek ayrı. Dünyada onun yaşamına, hayatına tanıklık ettiğim kırk yılı anlatabilmek, bir toplantının sınırlarını çok aşar. Bu yüzden ben başlangıçta, bir okuru olarak ondan söz etmek istiyorum.
İnce Memed’i okuduğumda ortaokuldaydım. O zamanlar, kitap delisi bir çocuk olarak elime geçen herşeyi okuyordum. Dünya edebiyatından da bir çok kitap vardı elimde. Varlık Yayınları o zaman bizim hayatımızı zenginleştiren, dolduran yayınevlerinden birisiydi. Beyaz kapaklı Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri ile birlikte Varlık Yayınları’nın sarı kapaklı kitapları elimden düşmezdi. Böyle bir çocuk olarak İnce Memed, diğer yerli yabancı kitaplar içinde beni en çok etkileyen roman olmuştu. Ve hayatımda ilk ve son defa yaptığım bir şey olarak, kitabı bitirdikten sonra öpmüştüm. Bu davranışa daha çok din adamlarında rastanır, kutsal kitabı öperler. Evet, kitabı gerçekten öpmüştüm ve etkisinden de günlerce kurtulamamıştım.
Koca Çınar bahçede hem geziniyor hem de konuşuyor:
Ben bir sözlü edebiyat insanı olarak başladım işime. Önce halk şiirleri gibi şiirler söyledim. Sonra folklor çalışmalarına başladım. Ağıtlar, destanlar derken bir usul geliştirdim. Kadınlar gelip bildikleri ağıtları yazdırıyor, aşıklar türkülerini, destancılar bildikleri destanları yazdırıyorlardı. Nazım Hikmete’e çok hayrandım. Daha Adanadayken Şeyh Bedrettin Destanını okudum. Bu destanda bir şeyler, başka şairlerde olmayan bir şeyler vardı, bir türlü uzun bir süre ne olduğunu çıkaramadım. Bir gün işin farkına vardım. Ondaki dil zenginliği Anadolunun, benim dilimin zenginliğiydi. Dilimizi bir iyice yoğurmuştu. Üstelik de zenginleştirmişti...
Bu dev edebiyatçımızın sohbetlerinde bulunmuş, onunla söyleşi yapmış olan gazeteci Oral Çalışlar:
Yaşar Kemal söz zulümden açılınca, susmuyordu. Kendisi işkenceler ve eziyetler görmüş, yazdıkları, çizdikleri yıllarca jandarmanın ve polisin hoyrat ellerinde talan edilmişti. Anadolu’yu baştan başa yıllarca dolaşmış, halkın çektiği eziyete, sömürüye, zulme gözleriyle tanık olmuştu. Yaşar Kemal, Türkiye’nin onuruydu. Uluslararası alanda en çok ödül alan, Türkçenin güzel tadını evrenselleştiren bir büyük edebiyat ustasıdır.
Ve yine Yaşar Kemal gibi Anadolu destanları hayranı edebiyat ustası Adnan Binyazar’ın Yaşar Kemal üzerine düşünceleri:
Anadolu kendi etinden bir ağız yarattı kendisine, kendi dilinden kendi sözcüsünü, kendi içinden bir adamı, ve bu adam, bu yazar, Anadolu’nun kendi bir yazarı ve kendi sözcüsü, halkının hayatını, horlanmış, ezilmiş ve canını yitirmiş Anadolu halkını bütün insanlık bilip öğrensin diye ortaya çıktı Anadolu’nun dev rahminden. Yaşar Kemal, Anadolu kültürlerinin yarattığı Kübele Ana’nın dev rahminde can bulmuştur.
YAŞAR KEMAL’in Çağrısı:
Sayın beyler baylar, vatanımızı çok sevenler, vatan sevmek taşını toprağını, ağacını, suyunu da sevmektir. Orman kalmadı. Ormanda birkaç balık tutmak için suyu da kuruttu bir general. Topraklarımızı da sel alıyor. Köy köy, kasaba kasaba, istediğin kadar bağırsan ha bağırsan Doğu Anadolu bitti bitiyor. İnsanlık, doğamızı korumanın yaşamımızın birinci koşulu olduğu bilincine nasıl varmışsa, dilleri ve kültürleri korumanın da aynı olduğunun bilincine çoktan vardı. İnsanlığın yarattığı insanı insan yapan kültürler hepimizin zenginliğidir. Böyle bir zenginliği yok etmek, insanların yüreğine kin ve öç tohumlarını ekmek hiçbir ülkeye hayretmez. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle elele verelim.
Bu bir çağırıdır.
Sözüm sizedir.
ADEM DURSUN