- 1328 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HALUK BİLGİNER
TİYATRO,
televizyon ve sinema oyuncusu,
SHAKESPEARE TUTKUNU
HALUK BİLGİNER...
2010 İstanbul Söyleşi Turu’mun duraklarından sadece bir tanesi olan, Haluk Bilginer’in Moda’daki „oyun atölyesi“ndeyim.
Salon yine dolu, yine kapalı gişe!..
2008 tiyatro sezonunda yine buradaydım. Vahide Gördüm ve Haluk Bilginer’in beraber oynadıkları “Ufak Tefek Cinayetler”i seyretmiştim; ve yine kapalı gişe oynamıştı.
Bu defa “7” şekspir müzikali sahneleniyor.
Bende geçen seferkinden daha farklı bir heyecan var.
Çünkü oyundan sonra Haluk Bilginer’le söyleşi yapacağım.
Her zaman olduğu gibi yine önkoltukta oyunu seyredeceğim. Yani “sahne tozu”nu yutmaya hazırım.
Oyunun başlamasına yakın, kafamı arkaya çevirip salona bakıyorum: dolu, boş koltuk yok!..
Demek ki, iyi oyun oldu mu seyirci geliyor...
Ve oyun başlıyor.
Oyun, insan’ın (Haluk Bilginer) dünyaya gelişi, yani doğumuyla başlıyor ve yaşamı yedi bölümde sergiliyor: bebeklik, okul çağı, gençlik, askerlik, orta yaş, yaşlılık ve ölüm...
Soykarıları oynayan Evrim Alasya, Zeynep Alkaya, Selen Öztürk ve Tuğçe Karaoğlan’ın sergiledikleri performanslarıyla adeta usta oyuncu Haluk Bilginer’le yarış edercesine, güzel bir uyum içinde başarılı bir oyun sergiliyorlar. W. Shakespeare’nin sözlerinden ve dizelerinden kolajının Kemal Aydoğan’ın yaptığı ve yönettiği bu başarılı oyunda, müziklerini yapan Tolga Çebi’yi ve orkestra elemanlarını da tebrik etmeden geçemiyeceğim.
Oyun bittiğinde dakikalarca ayağa kalkan seyirci tarafından alkışlanıyorlar...
Ve ben fuayede Haluk Bilginer’le söyleşi yapmak için heyecanla bekliyorum.
Söyleşiye başlamadan önce yeni çıkan “Yaşamlarını Tiyatroya Adayanlar” adını verdiğim kitabımı kendisine veriyorum. O kitabı incelerken benim de heyecanım azalıyor; yavaş yavaş söyleşinin havasına giriyor ve sesalma cihazımı açıyorum:
Tiyatro yapmasaydım ruh hastası olurdum!..
1954 İzmir doğumluyum. Lise ikinci sınıfta Tiyatro Kolu’nda idim. Orada başlamıştım oyunlar oynamaya. O zaman sahnede mutlu olduğumu hissettim ve oyunculuğu profesyonel yapmaya karar verdim. Çok sevmiştim sahnede olmayı. Ve şunu sormuştum kendi kendime: Başka herhangi bir şey yaparsam bu derece mutlu olabilecek miyim? Cevap: hayır!.. dı. Cevap “hayır” olunca; oyuncu olmak zorundasınız zaten. Daha henüz 16 yaşında idim. Liselerarası Tiyatro Yarışması’nda “En İyi Erkek Oyuncu” seçilmiştim. Jüri Başkanı rahmetli Ragıp Aykır, o zaman İzmir Devlet Tiyatroları Müdürü idi. Beni 1971-72 sezonunda misafir oyuncu olarak İzmir Devlet Tiyatrosu’na davet etti. Ailemizde sanatla uğraşan yoktu. Babam sigortacı, ennem ev kadını idi. Ancak babam gençliğinde oyuncu olmak istemiş. Bendeki bu hevesi ve kararlılığı görünce çok sevindi ve ” ben ceketimi satar yine okuturum seni” dedi. Sanıyorum kendisinin yapamadığını oğlunda görmek onu mutlu etmişti. Genellikle ailede oyuncu olmak isteyen varsa karşı çıkılır, engellenir. O zaman da gizlilik içinde oyuncu olmaya çalışılır. Üniversiteye gidiyorum der, oysa konservatuarın oyunculuk bölümünde okur. Ben de ise böyle bir şey olmadı. Beni ailem hep destekledi. Çok şanslıydım. Hala zaman zaman düşünürüm; başka bir mesleği seçmiş olsaydım, eşit derecede mutlu olur muydum? Tiyatro yapmasaydım herhalde ruh hastası olurdum!..
Konservatuar eğitimim...
Beni Liselerarası Tiyatro Yarışması’ndan tanıyan jürideki İzmir Devlet Tiyatroları Müdürü Ragıp Kıran, 1971-72 sezonu için misafir oyuncu olarak çağırmıştı. Ben İzmir Devlet Tiyatrosu’nda Başar Sabuncu’nun Şerefiye ve İki Kova Su (çocuk oyunu) ve Margret Meier’ın Çocuğum adlı oyunlarında oynamıştım. Bu oyunlar ilk profesyonel olduğum oyunlardır.
1972 yılında da Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü imtihanlarına girdim, kazandım. Eğitimim sırasında Mahir Canova, Ahmet Levendoğlu... Cihan Ünal, Cüneyt Gökçer... gibi değerli hocalarım oldu. O zaman üniversiteye bağlı değildi konservatuar. Yani ortaokul mezunları da girebiliyorlardı. Ben lise mezunu olduktan sonra girmiştim. Sınavda da yine Mahir Canova, Muammer Çıpa, Can Gürzap, Yücel erten, Ahmet Levendoğlu gibi değerli hocalar vardı. Ben Gogol’dan ve Jul Sezar’dan oynamış, bir şiir ve şarkı söyletmişlerdi.
Konservatuar eğitiminden sonra İngiltere...
1972’de başladığım konservatuar eğitimim beş yıl sürdü. 1977’nin Haziran’ında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nden mezun oldum. Ağustos ayında yurtdışında da tiyatro sanatını görmek için İngiltere’ye gittim. Hep yurtdışında tiyatronun nasıl yapıldığını düşlüyordum. Çünkü İngiltere tiyatronun beşiği.
Shakespeare tutkunuyum...
Ben W. Shakespeare tutkunuyum. Shakespeare gibi bir deha bin yılda anca gelir. Büyük bir deha. Onunla aynı planet de yaşamış olmaktan gurur duyuyorum. İnsan ruhunun inceliklerini kavramış bir deha olmasının yanı sıra, bunu şiirle de anlatmış. Eserlerini okurken iltifat kelimelerim tükeniyor; küfredesim geliyor. Bunu nereden buldun da yazdın, nasıl yazdın?.. İnsanın bu halini nereden bildin? Bilim genellikle sanatı takip eder. Çünkü bir şeyi öncelikle hayal edersiniz. Hayal ettiğinizin yöntemlerini bulmaya çalışır bilim. Shakespeare, psikolojide kullanılan birçok kelimeyi ve deyimi İngilizceye kazandırmıştır. Bilim, sanatçının düşlediği, tahminde bulunduğu şeylerin yöntemini bulmaya çalışır. Einstein’da söyler: “Hayal bilgiden daha önemlidir” Yani her şey hayal etmekle başlar!.. 20. yüzyılın en büyük bilim adamının sözüdür bu. Shakespeare’ın dehası çağlarının ötesindedir. Bundan yüz yıl sonra da, bin yıl sonra da; insanoğlu bu planet de var olduğu sürece Shakespeare okunacak ve oynanacaktır!..
Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisi...
Konservatuarı bitirir bitirmez, akabinde hiç vakit kaybetmeden İngiltere’ye gittim. Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisi’nde (LAMDA) Yüksek Lisans eğitimi yaptım. Daha önce tiyatro eğitimi yapmış olanların gittiği bir akademidir. Çoğunun Amerikalı olduğu bir bölüm idi. Anadili İngilizce olmayan bir ben, bir Kolimbiyalı bir de Avusturyalı öğrenci vardı. Burada birinci yıl bittikten sonra çoğu ülkesine geri dönerken, bana kalmam için teklif geldi. Oyunculuk bölümünün oyuncularıyla yapılan Hollanda ve Belçika’da yapılan turneye katıldım. İngiltere’ye dönünce de bana iş teklifinde bulundular. 1980-91 yılları arasında İngiltere’nin çeşitli tiyatrolarında oyunlarda ve müzikallerde oynadım. May Fair Lady, Kafkas Tepeşir Dairesi, Macbeth, Pal Joey, Belami, Phantom of the Opera... oynadığım oyunlardan bazıları. Arada bir tatillerde Türkiye’ye geliyordum. İngiltere’de tiyatronun dışında televizyon ve sinema çalışmalarım da oldu:
Televizyon dizileri:
Eastenders, Glory Boys, Murder of a Moderate Man, Bergerac, Memories of Midnight, The Bill.
Filmler:
Half Moon Street, Childrens Crusade, Ishtar, Buffalo Soldier, Spooks, She’s Gone, The International.
Türkiye’ye dönüş...
İngintere’de hep İngilizce oynadığımdan, Türkiye’ye dönüp, kendi dilimde, Türkçe oynamak benim için bir güzellik, bir yenilikti. İngiltere ile bağlarımı koparmadım. Arada bir giderim. Orada evim de var. Ancak orada artık tiyatro yapamıyorum. Çünkü tiyatro çok zamanını alıyor insanın. Bir de bebeğim Nazlı var. Ondan fazla uzak kalamıyorum. 1987’de TRT’ye Gecenin Öteki Yüzü adlı televizyon dizisi için rahmetli Okan Uysaler’in daveti üzerine gelmiştim Türkiye’ye. Benim ilk televizyon dizisidir oynadığım Gecenin Öteki Yüzü. Zaten bu diziden sonra Türkiye’ye sık sık gelmeye başlamıştım. Bu dizide de ilk eşim Zuhal Olcay’la tanışmış, evlenmiştik.
1989’da eşim Zuhal Olcay, ben ve Ahmet Levendoğlu ile beraber Tiyatro Stüdyosu’nu kurduk. Aldatma (Herold Pinter), Kan Karedeşleri (Willy Russel), Derin Soluk Al (Ben Eltun), Çöplük (Turgay Nar), Histeri (Terry Johnson) ve Balkon (Jean Genet) oyunlarını beraber oynadık. 1999’da ise yine eski eşim Zuhal Olcay’la Oyun Atölyesi’ni kurduk. Burada da sırasıyla Dolu Düşün Boş Konuş (Steven Berkoff 1999), Ayrılış (Tem Kempinsky 2000), Ermişler ya da Günahkarlar (Antony Horowitz 2002), Cimri (Moliere 2004, Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü, Ufak Tefek Cinayetler ve Atinalı Timon oyunlarını sergiledik. Oyun Atölyesi’nin 11. yılını kutluyoruz. 1989’da Tiyatro Stüdyo’yu kurdum. 1999’da Oyun Atölyesi. Yani 1989’dan bu yana toplam 21 yıldır Türkiye’de tiyatro yapıyorum.
Daha öğrenecek çok şeyim var...
Bahçeşehir Üniversitesi ‘nde 2 yıl, Akademi İstanbul’da 2 yıl öğretmenlik yaptım. Öğretmenliği çok severek yaptım. Ben hep kendimi de öğrenci olarak gördüm. Daha öğrenecek çok şeyim var. Öğretmenliği çok ciddiye aldığımdan, diğer işlere vaktim kalmıyordu. Öğretmenlik yaptığım dört yıl boyunca hiç kaçırdığım dersim olmadı. Dolayısıyla tiyatro yapmama öğretmenlik engel oluyordu. Ancak ben yine sergilediğim oyunlarda birçok genç arkadaşlarla çalışıyorum. Onlarla da bilgi alışverişinde bulunuyoruz.
“7” şekspir müzikali...
“7” Şekspir Müzikali’nde çok iyi bir kadro oluşturduk. Müzikal olduğu için önce seslerine baktık. Oyunculuklarını bildiğimiz iki oyuncumuz vardı: Evrim Alasya ve Selen Öztürk. Onlarla daha önceki oyunlarda çalışmıştık.
Zeynep Alkaya ve Tuğçe Karaoğlan’ı tanımıyorduk. Seçim yaparken şunu dikkate aldık: Dört değişik oyuncu kız, dört değişik ses olması lazımdı ki, çok ses yapabilsinler. Gerçekten de yaptığımız seçim çok iyi sonuç verdi. Ve geçen sene çok mutlu bir sezon geçirdik. Geçen seneden bu yana 120. oyun oldu sergilediğimiz. Şekspir Müzikali çalışması 2005 yılında başladı. Bu beş yıl önce düşlediğimiz bir müzikaldi. Daha önce yapılmış bir örneği olmamasını istedik. Benim bildiğim kadarıyla dünyada başka bir örneği yok. Shakespeare’in yazdığı oyunlardan ilham alınarak yapılmış müzikaller var: Romeo Jüliet, Hırçın Kız.. gibi. Ama Shakespeare’in sözlerini kullanarak bu güne kadar müzikal yapmak kimsenin aklına gelmemiş. Ben duymadım. İngiltere’de olmadığını biliyorum. Kolajını Kemal Aydoğan yaptı. Çok da iyi oldu. “Bütün dünya bir sahnedir, İnsanlar da birer oyuncu” diye başlayan “7” şekspir müzikali, doğan ve ölen varlık olan “erkeğin”bir ömürlük yolculuğunun genel bir hikayesi ya da masalı. İnsanın yedi devresini; bebeklik, çocukluk, askerlik, aşk, yaşlılık ve ölüm devrelerini anlatan bir kolaj oluşturduk. Hiç adaptasyon yok. Tamamı Shakespeare’e ait. Tercümelerin tamamı değil de çoğu bana aittir. Tercümeler güzelse başkasının tercümesini oynamayı tercih ederim. Maalesef bu Shakespeare konusunda çok sorun yaşıyoruz. Elimizde olan tercümeler çok eski, yeni çevirimler yok. 1940’lardan kalma. Onların da çoğunun yeniden çevrilmesi gerekiyor. Günümüze pek uygun düşmüyorlar. Örneğin son sahnedeki tercüme Can Yücel’e, Asker bölümündeki tırad ise Talat Halman’a aittir. Bunların dışındakileri ben çevirdim.
Ayşegül Yüksel, Sahne Dergisi Mart 2010
“oyun atölyesi bir kaç ay önce seyirciyle buluşturduğu 7 (yazıyla Yedi) Shakespeare Müzikali 2009-2010 tiyatro döneminin en çok ses getiren oyunları arasında yer alıyor. Oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan’ın, Shakespeare oyunlarından, sonelerinden ve başka şiirlerinden seçip harmanladığı dizelerle biçimlenen sahne metnine, Tolga Çebi’nin düzenlemesiyle müzikal bir doku oluşturulmuş. Sekiz kişilik orkestranın canlı sunumu, Oyuncunun seslendirdiği solo parçaları ve koro/dans grubu olarak oyuncuyla söyleşen soykarıların performansı bir araya gelince, ortaya her kesimden seyirciye seslenen bir gösteri çıkmış. Aydoğan, yaptığı uyarlamayı karnaval anlayışına yakın düşen bir anlayışla sahnelemiş. Oyun Atölyesi’nin 10. yılını kutlayan bir şenlik oyunu izliyoruz.”
Kamera ve sahne oyunculuğu...
Tiyatro oyunculuğun er meydanıdır. Kamera oyunculuğunu da seviyorum. Ancak kamera önünde oyunculuk öğrenmek mümkün değil. Benim anladığım anlamda oyunculuğu kastediyorum. Çünkü oyunculuğun, sahne oyunculuğunun farklı güçlüğü var. Bu iki saat içinde siz seyirciyle bir şey paylaşıyorsunuz. Tiyatro oyunculuğu yaşam gibi. Yaşamda da böyle; ben pişman oldum, bir daha yaparım diye geriye dönüş yok. Oysa kamera önünde bambaşka; bir sahne olmadıysa, bir daha, bir daha, hatta defalarca çekme şansına sahipsiniz. Kamera önünde oynamak için oyuncu olmanız gerekmiyor. Oyuncu olmayanlar da oynuyor; gördüğünüz gibi... Çok ta iyi sonuçlar çıkıyor zaman zaman. Çünkü, kamera, daha doğrusu sinema yönetir insanı. Yönetmen yoksa sinema da yoktur. Ancak tiyatro oyuncunun sanatıdır. Oyuncu yoksa tiyatro da yoktur. Oyuncusuz tiyatro yapabilmeniz mümkün değil. Oysa oyuncusuz sinema yapabilirsiniz. Çok ta güzel örnekleri var. Hatta ayılarla bir film çektiler. Hiç oyuncu yoktu filmde. Gayet güzel oldu. Çünkü yönetmenin kafasında bir hikaye var. Bir şey anlatmak istiyor. Nasıl ve nereden gireceğini biliyor, masalı nasıl anlatacağını biliyor. Siz oyuncu olarak yönetmenin hayalini gerçekleştirmesine yardımcı oluyorsunuz. Ve tabii ki, oyunculuğunuzu kullanarak yapıyorsunuz bunu. Ama yönetmen öyle bir masal anlatmak ister ki, insana bile gerek yoktur; insansız , sadece ayılarla çekilen film örneğinde olduğu gibi.
Oyunculuk deneye deneye öğrenilir...
Oyunculuk dediğimiz zaman, mutlaka ve mutlaka sahnenin tedrisatından geçmesi gerekiyor. Oyunculuğu kendinize öğretebildiğiniz tek yer tiyatro sahnesidir. Çünkü oyunculuk, kendinize öğretebildiğiniz bir şey; deneye deneye, bir bisiklete binmeyi öğrenmek gibi bir şey. Ya da ıslık çalmayı ben size tarif ederim. Dudağınızı ve dilinizi şöyle yapacaksınız derim. Siz dudağınızı ve dilinizi çeşitli hallere sokarak, deneye deneye yaparak kendiniz ıslık çalmayı öğrenirsiniz. Ben tiyatro oyuncusu olmasaydım ruh hastası olurdum!.. Çünkü tiyatro ruhumu sağaltan bir şey. Ben sahnede kendimi çok mutlu hissediyorum. Kendimi ifade etmemin aracıdır tiyatro. Tiyatro aracılığıyla insanı anlamaya çalışıyorum. Ve dolayısıyla ben anlamaya çalışırken, beni seyreden diğer insanlar insanı anlamaya çalışıyorlar. Birlikte bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Ne ben onlardan, ne de onlar benden üstün. Sadece ben kendimi bu işi yapmak üzere yetiştirdim. Bir başkası da kendini, örneğin marangoz olarak yetiştirdi. Sen kendini kimya mühendisliği için yetiştirdin. Eşitiz. Evet biliyorum ömrümüz yetmeyecek, ama deneyelim; insanı beraber anlamaya çalışalım. Oynadığınız her rolde başka başka bir karakteri anlamaya çalışıyorsunuz. Kısaca insanı anlamanın yollarından biri, belki de en güzeli tiyatro sanatı!..
New York’ta 5 Minare...
“New York’ta 5 Minare” çok güzel bir çalışma oldu. Mutluyum. Mahsun Kırmızıgül iyi bir çalışma yaptı. Diğer çalışmalarını bu son çalışması ile aştı Mahsun. Tutku ve büyük bir bir enerjiyle işini severek yapıyor. Çok büyük bir risk alıyor. Yoksa şarkısını söyleyip parasını alabilirdi. Film çekmek çok risk almaktır. Fakat tutku bambaşka bir şey. Ancak bizde çok ön yargı var. New York’ta 5 Minare için geçenlerde benimle röportaj yapan bir gazeteci hanfendiye şunu söyledim:
“Zülfü Livaneli ilk filmini çektiğinde hiç ona böyle bir soru soruldu mu? Niçin? Livaneli de türkücü değil mi? Zülfü Livaneli’yi biz nereden tanıyoruz?.. Türkülerinden. Livaneli’ye göstermediğimiz ön yargıyı niçin Mahsun’a gösteriyoruz? Nedir beynimizde bizi tutan, bizi sınırlayan ön yargı? Ne zaman kurtulacağız bunlardan?”
dedim. Bana “haklısınız” dedi.
İnsanın ne yaptığına bakacaksınız!..
Hiç sinema filmi yapmamış bir insanın, bir sinema filmiyle gündeme gelmesi, iyi şeyler yapmak istemesi... Mahsun olmaz da herhangi sarı çizmeli Mehmet olabilir... İlk filmini çeken yönetmenlerle ben çok çalıştım. Daha önce çektiği kısa filmleri gösterdiler bana. Reklam filmleri ve senaryoyu gösterdiler. Uzun uzun konuştuk, tartıştık. Baktım ki bu filmi çeker bu adam. Pişman da olmadım. Mahsun zaten iki film çekmiş; “Beyaz Melek” ve “Güneşi Gördüm”... gibi. Çektiği bu her iki filmle de ispatlamış kendini. Ayrıca gişe olarak ta başarıya ulaşmış filmler bunlar. “Güneşi Gördüm” 2 buçuk milyon seyirci yapmış bir film.
Türk Sineması...
Son yıllarda Türk Sineması’nda gerçekten bir gelişme, bir enerji, bir hareketlilik var. Fakat bu her çalışmanın çok iyi olduğu anlamına gelmez. Sinema sektörü para kazanmaya başlayınca doğal olarak daha fazla filmler çekildi, daha kaliteli filmler yapılmaya başlandı. Eskiden seyirci gitmediği için kimse sinemaya yatırım yapmak istemiyordu. Şimdi bakıyorsunuz filmler 10 milyon Dolar gibi bütçeyle çekiliyor. Mahsun bu son filmi için minimum on milyon Dolar harcadı sanıyorum. Gençler daha çok film çekiyor. Yeni ve yetenekli gençler çoğalıyor. Yeni ufuklar, yeni bakış açıları çoğalmakta. Yani Türk Sineması bence artık 80’ler de yaşadığı üzerine ölü toprağı serpilmiş halinden çoktan sıyrıldı. Taze kan geldi. Yılda 90 film çekiliyor. 20 yıl önce düşlenemezdi. En fazla 5-6 film çekilirdi yılda. Seyirci sinemaya küsmüştü. Seyirci tekrar sinemayla barıştırıldı. İnsanlar sinemaya para yatırıyorlarsa, demek ki kazanıyorlar. Bu iyi bir haber Türk Sineması için. Türk Sineması’nın dünyada da dünya seyircisinin beğeni kazanacağına inanıyorum. Basit bir örnek: New York’ta 5 Minare 90 ülkede vizyona girdi. Özellikle Almanya, İngiltere, Belçika, Avusturya ve Amerika...
Türk Tiyatrosu da hareketlendi...
Tiyatro yapmak isteyen, tiyatro tutkusu olan gençler kendi tiyatrolarını kurmaya ve bununla mücadele etmeye başladılar. Tiyatro kurmak gerçekten çok zor bir iş. Yönetmek, sahibi olmak, sorumluluğunu almanın çok zor olduğunu ben iyi biliyorum. Bu gençlerin çabalarını, mücadelelerini gördükçe çok gururlanıyorum, mutlu oluyorum. Bir sürü yeni tiyatro kurulmaya başlandı. Kendilerini değişik ifade etme biçimlerini arıyorlar. Tabi ki hemen bulacaklar diye bir şey olamaz. Tiyatro yapa yapa öğrenilen bir sanat. Bu hareketlilik tiyatro seyircisinin 250-300 bin olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Yıllık üç milyon bilet satılmış olabilir. Ancak bir kişi 4-5 oyun seyretmiştir. Nüfusumuz 70 küsur milyondur. İngiltere’de tiyatro seyircisi futbol seyircisinden fazladır. Sebebi de, insanlar beş yaşından itibaren tiyatro seyircisidirler. Tiyatro yaşamlarının bir parçasıdır. Tiyatro lüks değildir orada. Londra’nın bir mahallesinde Türkiye’nin tamamından daha fazla perde açılır.
Tartışma ve polemikler üzerine...
Bir dergideki (46 Dergisi) benimle yapılan röportajın tamamı okunmadan yanıt verenler oldu. Çok ayıp oldu. Röportajın tamamını okusunlar. Aklı başında olan herkesin altına imza atacağına eminim ben. Çok hayal kırıklığına uğrattılar beni. Şunu anladım: Türkiye’de seyircinin deşifresi ,eğlence sektörünün deşifresinden çok daha iyi. Çünkü eğlence sektöründeki insanlar, magazin gazetecilerinin onlara aktardığı cümlelere bakarak, röportajın tamamını okumak zahmetine girmeden tepki gösterdiler. Ben tiyatrocuyum. Okuduğum metni anlamak benim vazifemdir. Onlar okudukları metni anlamıyorlarsa, deşifre edemiyorlarsa benim suçum değildir bu. Röportajı okuma zahmetine girerlerse, benden özür dileyeceklerine eminim!..
Filmlerim...
Kara Sevdalı Bulut, Ölürayak, İki Kadın, 80. Adım, İstanbul Kanatlarımın Altında, Nihavent Mucize, Masumiyet, Usta Beni Öldürsene, Harem - Suare, Fasulye, Güle Güle, Filler ve Çimen, Neredesin Firuze, Hırsız Var, Kısık Ateşte 15 Dakika , Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü, Devrim Arabaları, Güneşin Oğlu, Suluboya, Yedi Kocalı Hürmüz, Polis ve New York’ta 5 Minare
Aldığım Ödüller...
34. Antalya Film Şenliği, 1997, Masumiyet, en iyi yardımcı erkek oyuncu
10. Ankara Film Festivali, 1998, Masumiyet, en iyi erkek oyuncu
9. Sadri Alışık Ödülleri, 2004, Neredesin Firuze, en iyi erkek oyuncu
18. Ankara Uluslararası Film Festivali, Ulusal Uzun Film Yarışması, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü (Polis)
ADEM DURSUN