- 706 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SONSUZ TEŞEKKÜR
Mevsimler bizim hayat ölçümüzdür. Yazın havalar sıcak olur kışın da soğuk. Bu Sünnetullahtır. Rabbimin takdiri böyledir. Onun fiiliyatına sual olmaz. O ne yaparsa bizim hayrımıza yapar. Temmuz ayının ilk günleriydi. Sıcak mı sıcak bir hava vardı. Temmuz ayı yine sıcak yüzünü göstermişti her zaman ki gibi.
Annenin kız kardeşine teyze denir. Hala ise babanın kız kardeşidir. Bizim köyümüzde ve bazı bölgelerde ise bu farklı söylenir. Bizim köyümüzde ise annenin kız kardeşine hâl denir. Babanın kız kardeşine ise bibi veya eme denir. Elvan enişten yıllar önce turist olarak Almanya’ya çalışmak için gitmişti. Daha sonra işçilik hakkını aldı oradan. Eşini ve çocuklarını da Almanya’ya götürdü. Köyünde sadece büyük oğlu Ömer kalmıştı. Yaşının büyük olması dolayısıyla onu Almanya’ya götürememişti. Arife halam ve Elvan eniştemin çocukları Almanya’da çalışıyorlardı. Oraya uzun süreden beri yerleşmişlerdi.
Arife halamın çocukları; Seyfettin, Ali, Ramazan ve Hüseyin 2000 yılının Temmuz ayında beni davet ettiler. Almanya’da yaşadıkları şehirde beni misafir etmek istediler. Benim Almanya’da yaşadıkları şehre gelmemi, bulundukları yerleri gezip görmemi istediler. Ayrıca oradaki Türk vatandaşlarımızın çocuklarını okutmamı istediler. Ben de bu güzel teklife, evet dedim. Çocuk okutmak deyince duramadım yerimde. Kanım kıpır kıpır oldu heyecanımdan.
Almanya’ya yolculuk için bütün hazırlıklara başlandı. Hazırlık olup da ne olacaktı sanki? Bir el çantası vardı. Bundan başka yanımda hiçbir eşyam yoktu. Uçak biletim Almanya’dan gönderilecekti. Biletim belirlenen tarihte gelmedi. Gecikti. Bir gün sonra geldi. Biletimin bir gün geç gönderilmesi, Almanya’ya bir gün geç gitmeme neden oldu. “Bunda da bir hayır vardır” dedim. “Tevekkül Alallah” kulpuna sarıldım. Her işte bir hayır vardır. Kısmetten önce bir şey nasip olmaz kişiye.
Temmuz ayının sıcağında Ankara sokaklarında dolaşırken terler şafaklarımdan yanaklarıma iniyordu. Yanaklarımdan da dudaklarıma, dudaklarından da ağzıma iniyor ve tükrüğümün tadını değiştiriyordu. Nefes alamaz olmuştum. Bunalıyordum sıcak hava ve yorgunluktan. Ankara’nın sıcağı da soğuğu da bir başkadır.
Ağaçlar, bu yaz ayının sıcağına boyun eğmiş ve boyunlarını bükmüş mahzun bir halde yanlarından geçenlere bakıyordu. Kuşlar, bir damla su bulabilmek için daldan dala konuyordu. Diğer bütün canlıların durumu da aynen böyleydi. Serinlemek için “bir damla su, su!” diye çırpınıyorlardı. Ot, çöp; kurt, kuş vb. bütün canlılar hep bu beklenti içindeydi…
Bu yaşıma gelmiştim de hiç uçak yolculuğu yapmamıştım. Tren, otobüs, gemi, vapur vb. ile yolculuk yapmıştım. Hava araçlarıyla yolculuğum ise yoktu. Ömrümde ilk defa, bir uçakla yolculuk yapacaktım. Şimdiye dek bulutları yerden, bana uzak olarak izlemiştim. Bu Almanya yolculuğunda uçakla bulutların üzerine çıkacaktım. Bu ne güzel bir duygu ve olaydı...
Benim Almanya’ya gideceğim gün, Yeşilçam artistlerinden Kemal Sunal, Trabzon’a film çekmek için giderken, yolda kalp krizi geçirerek vefat etmişti. Kemal Sunal’ın daha önceleri uçak ile yolculuğa karşı bir korkusu vardı. Ben de onun ölümünden bir gün sonra Almanya’ya uçacaktım. Bu sanatçının uçak korkusundan kalp krizi geçirerek ölmesi bende uçakla ilgi korku ve endişe uyandırmaya başladı. İnsan, ister istemez, böyle durumlardan etkileniyordu.
Uçuş tarihim 03.07.2000’in sabahıydı. Kemal Sunal ise 2 Temmuzda hayata gözlerini yummuştu. Uçakla kalkış saatim gelip çattı. Yolculuk için uçağa bindim. Bütün yolcuların eş dostları, yakınları büyük bir sevinç, heyecan ve neşeyle yakınlarını yolcu etmek için kümelenmişlerdi hava limanına. Ben ise tek başımaydım. Beni yolcu etmek için gelen kimse yoktu. Uçaktaki biletimin, pencere kenarına gelmesi benim için sevindiriciydi. Uçaktan tabiatı izleyecektim.
Ben, bu geçmiş anımı hikâyeleştirirken, şu günlerde olan bir uçak kazasını hatırlatmaya çalışacağım. Türkiye’de; Isparta yakınlarında bir uçak kazası oldu. Uçak, 1830 rakımlı bir dağa kanatlarını ve kuyruk kısmını çarparak düştü. Uçakta bulunanlardan hiç kurtulan olmadı. Elli yedi kişinin hepsi de bu elim kazada ölmüştü. Allah rahmet eylesin bu uçak kazasında vefat edenlere. Ailelerine sabrı cemil diliyorum.
Uzmanların anlatımına göre bu uçak kazasında uçakta meydana gelen ani hava değişiminin ve basıncının etkisiyle bütün yolcular ölmüştü. Yolculardan burnu kanamadan hatta bir yeri dahi çizilmeden ölenlerin sayısı çoktu. Olanların hepsi de birden olmuştu. Bu esnada yolcuların hepsi de ölmüştü. Bu da gösteriyor ki şimdilik uçak kazalarından kurtulma imkânı yok denecek kadar azdır.
İnsanın kaza ve kadere inanması gerekir. İnsan, ölüme her an hazır olmalıdır. Ölümün ne zaman geleceği ve insanı nerede yakalayacağı hiç belli olmaz. Kadere boyun eğmeliyiz. İnsanlardan çoğu şöyle der:
“Şu şöyle olsaydı, kaza olmazdı.”
“Bu gün gitmeseydi, ölmeyecekti.”
“Uçağa binmeseydi, ölmeyecekti.”
“Oğlunu yanına almasaydı, genç yaşta ölmeyecekti.”
“Sözümü dinleyip gitmeseydi ölmeyecekti.”
“Ben ona gitme demiştim. Keşke gitmeseydi.”
Bu tür soru ve serzenişlerin ardı arkası kesilmeden devam edecekti. İnsan yaşmak için elinden gelen bütün tedbiri mutlaka almalıdır. Sonucu Allah’a bırakmalıdır. Kısaca Allah’a tevekkül etmelidir.
Uçağa bindik ve kemerlerimizi sıkıca bağladık. Bizi hayata bağlayan kemerler, bizi bir dost arkadaş gibi saran kemerler. İlk işaretle uçak harekete başladı. Uçakla ilk kalkışımız, titrek ve korkutucu oldu. Şimdiye dek ayaklarımız yerden hiç kesilmemişti. Uçağımız, yerden yavaş yavaş, bir kuş hızı ve sessizliğiyle havalanıyordu. Uçaktaki yolcuların burunlarının kanamaması için pilot büyük özen gösteriyordu. Hatta onları incitmeksizin kalkıyordu.
Uçak, kanatları sallanmayan, hareket etmeyen kocaman sabit bir Anka Kuşuydu. Biz onunla göklere uçuyorduk. Bu Anka Kuşu, bizleri Kaf dağının arkasına bırakacaktı. Sevenleri sevdiklerine kavuşturacaktı. Hasretlikler kucaklaşacaktı. Sevgiler yuvarlanarak büyüyecekti.
Uçaktaki koltuğumun önünde bir ekran vardı. Sıcaklık, yükseklik, basınç ve anlık hava olayları ekrandan anında bizlere iletiliyordu. İlk etapta gözlerim rakım ve sıcaklığa takıldı. Uçağın havadaki yüksekliği; üç, dört hatta beş yüz metreden fazlaydı. Uçağın kanatlarını soğuktan buz tutuyordu. Sıcaklık, uçak yükseldikçe o kadar düşmüştü ki uçağın içinde yaz mevsimi yaşanırken uçağın dışında şiddetli bir kış mevsimi yaşanıyordu…
Uçak yerden yükseldikçe nesneler küçülüyor, küçüldükçe de gözden kayboluyordu. Nehirler bir sicim gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Yükseklik, üç, dört ve beş bin metre olduğu zaman; ısının sıfırın altında olduğu hemen dikkatimi çekiyordu. Yüksek dağlardaki karların, yaz mevsimine meydan okurcasına neden kalkmadıklarını bizzat yaşayarak anladım. Dağlar yalçındı. Bize de ilk meydan okuyan bu yalçın dağlardı. O dağlar, hiç küçülmüyor; aksine büyüdükçe büyüyordu. Tabiatın muhteşemliği karşısında dona kalıyordu. Tefekkürüm kat be kat artıyordu. Rabbimin gücünü takdir ettikçe takdir ediyordum. Rabbime sonsuz teşekkürler ediyordum. Bu güzel nimetleri bizlere sunduğu için. Bütün canlıları rızıklandırdığı için. Bize yaşam hakkı verdiği için. Bize sevdiklerimizi bağışladığı için…
Acıktığınızda uçakta yemeklerinizi yiyorsunuz. Çayınızı, kahvenizi veya meşrubatlarınızı içebiliyorsunuz. Hostesler durmadan hizmet ediyorlar. Hizmette sınır yok onlar kusursuz hizmet ediyorlar. Uçaktaki yemekleri yolcuların kültürüne göre yapmışlardı. Yemekleri yiyip yememe konusunda serbestsiniz. İstediğiniz yemeği yiyip istemediğinizi yemiyorsunuz. Seçme hakkınız var. Helal ve haram etler konusunda duyarlı davranılıyordu.
Uçakla gökyüzünde bir kuş kadar özgürdük. Gökyüzü; insanın özgürlüğe ve ölüme en yakın olduğu yerdir. Uçaktaki insanlar da özgürlüğe, ölüme ve Allah’a daha yakındılar. Benim en çok yaşamak istediğim manzaraydı özgülüklere uçmak. Evet, özgürlüğe uçuyordum. Sanki uçağın dışında uçuyordum. Dışardaki havayı içime çekiyordum. Temiz havayı iliklerimde hissediyordum. Kuşlar kadar özgür ve hafiftim. Ben uçuyordum uzayın derinliklerine doğru. Uçuyordum ve yine uçuyordum...
Uçak, hava boşluğuna girdi mi yolcular arasında korku ve panik başlıyordu. O zaman yolcular, hep birlikte yüce Rablerine yani Yüce Allah’a sonsuz teşekkürlerini hemen sunuveriyorlardı. Dua okuyanların, tekbir getirenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ne zamanki bu korku ve panik kayboluyor, işte o zaman insanlar yüce yaratıcıya teşekkürden hemen uzaklaşıyorlardı. İnsanoğlu böyle bir yaratık işte. Ne diyelim!
Yükseklik, sizin en iyi dostunuz ve arkadaşınızdır. Yüce Rabbimiz bizleri her yerde koruyup gözetleyip ve kollamaktadır. Onun bizlere yardımını hissetmek, insanı daha da rahatlatıyordu. Ben bu yükseklikte bunu hissettim ve yaşadım.
Uçakla bulutların üzerine bile çıktık. Bulutlar önümüzde bembeyaz pamuk tarlası gibi duruyordu. Bulutlar sessiz, sevecen ve sıcakkanlıydılar. Biz bulutların içinde kayboluyorduk. Bulutlar kadar özgürdük, beyazdık ve günahsızdık…
Bir anda bulutların daha da üstüne çıktık. Şimşekler, bizim altımızda bulunan bulutlarda çakıyordu. Gök gürlüyordu. Şimşekler ardı arkası kesilmeksizin çakıyordu. Bizim üstümüzde de bulutlar vardı. Biz iki bulut arasında kalmıştık. Yani iki dağın arasında kalır gibi kalmıştık. İnsanın altına hallaç pamuğu gibi serilen bembeyaz bulutlar. Ne muhteşem gözüküyordu. Duygularım uçup gidiyordu. Tutamıyordum bu duygularımı. İnsanları beyazlatmaya çalışan, masum ve günahsız bulutlar. Katılaşmış kalpleri yumuşatmaya çalışan, kar gibi bembeyaz bulutlar. İnsana, sevgi kanatlarını açan bulutlar. İnsanın dertlerini dinleyip dertlerine ortak olan bulutlar, bulutlar, bulutlar…
İnsanların kalplerinin bulutlar kadar beyaz olduğu yer burası. Yani burası zirvelerin zirvesi… Sonsuzluk sonsuzluğunun başladığı ve bitiş noktasıdır burası. Ölüm ve yaşamın arasında gidip gelinen noktadır burası. Tefekkür denizinin yolcuğudur burası. Yüce yaratıcının kalplerdeki deruni duyguları coşturduğu yerdir burası…
İçinden çıkılmaz sanılan şehir, bir çil yavrusu gibi ayaklarımızın altında kaybolup gidiyordu. Uçsuz bucaksız derin ve geniş ırmaklar, bir ip gibi dağları birbirinden ayırıyordu. Yüksek dağların yalçın bakışları ve korkusuzluğu, uçakta da sizleri bırakmıyordu. Uçaktaki insanların bir kısmı horul horul uyuyordu. Bir kısmı da deruni bir tefekkürle etrafı benim gibi izlemeye ve incelemeye devam ediyordu.
Gökyüzündeki hava boşlukları uçağın dengesini bir an bozarken, uçaktaki insanların kalplerine derin derin korkular salıyordu. Sevgi, heyecan, korku ve endişenin tam dorukta olduğu zamandır uçağın hava boşluğundaki sarsılması. Bu sarsıntı insanların korkulu rüyasıdır.
Yolculuk yavaş yavaş sona eriyordu. Hedefimize az kalmıştık. İneceğimiz şehre yaklaşıyorduk. Nihayetinde ineceğimiz şehir uçaktan gözükmeye başlandı. Derken havalimanı gözüktü. Uçak iniş hazırlığına çoktan geçmişti bile. İniş esnasında koltuğumun yanında oturan bir öğretmen; heyecan, korku ve stresten bayılmaya başladı.
Öğretmen arkadaş:
“Hocam, bana bir şeyler oluyor. Bana bir şeyler oluyor.” dedi. Beti benzi küle dönmüştü. Ben de Almanca bilmiyordum. El, kol hareketleri yaparak sağa sola baktım. Yakınımda bulunanlara hastaya müdahale etmelerini istedim. O esnada Hosteslerden ortalıkta görünen de yoktu.
Öğretmen arkadaş:
“Hocam, elimden sıkı tut; galiba ölüyorum.” dedi.
Ben de kendisine:
“Hayır, korkma, korkulacak bir şey yok! Sana bir şey olmayacak Allah’ın izniyle. Uçağımız inişe geçti. Az kaldı sabret kardeşim, sabret.” Dedim.
Sonra etrafa bakarak:
“Kimse yok mu? Buraya su ve kolonya getirin.” Diye seslendim. Derken kabinin en ücra köşesinden bir hostes gözüktü ve koşarak bize doğru geldi. Hostes, hastaya ilk yardımı yaptı. Hastanın eline yüzüne kolonyayı döktü ve hastaya su vererek, hastayı ayıltmaya çalıştı. Hasta hâlâ baygın bir halde duruyordu. Uçak ise yere doğru inmek için bir kuş gibi süzülüyordu.
Bu müdahalelerden sonra baygın hasta, ayılarak yavaş yavaş kendine geliyordu. Uçağımızın inişe geçmesi dolayısıyla arkadaşımız ölüm tehlikesi atlattı. Bütün bunlar hayal değildi geçekti ve bütün bunlar gözümün önünde yaşanıyordu. İşte ölüme bu kadar yakınız. Keşke bununu görüp bir anlayabilsek. Yirmi sekiz yaşındaki öğretmen arkadaşımız girdiği bu ölüm girdabından yavaş yavaş kurtulmaya çalışıyordu. Uçağımız yolcularını hiç incitmeden ve onların burunlarını kanatmadan piste inmeye başardı. Artık yorucu yolculuk bitmişti. Yolcular kendini daha güvenli alan olan yeryüzüne atmışlardı. Rabbimin yardımı olmasa biz asla yere inemezdik.
Uçağın tekerlekleri yere ilk bastığında büyük bir gürültü tufanı koptu. Bir anda, uçaktaki yolcuların gözleri fal taşı gibi açılıp parlamaya başladı. Derin bir uykuda olanlar uyanıyordu. Onlar zaten ayakları yere basarken de uyuyanlardı. Dünyadan habersizler çoktu gezegenimizde. Uçak yolculuğundan korkanlar için endişeli bekleyiş sona eriyordu. Dalgın duranların gözleri, bir anda parladı, parladı ve etrafa fırlayacak gibi oldular. Bir ses, bir gürültü bir uğultu göklere doğru yükseliyordu…
Acaba bu da neyin nesiydi? Birkaç yüz metre daha gittikten sonra uçağımız piste inerek durdu. İnsanlar, sevinç, neşe ve mutluluk içinde yüzüyorlardı. Onların mutluluklarını izlemek bile insana mutluluk veriyordu. Bekle ve onları izle. Bu sana yeter de artar şükretmen için.
Uçağın iniş merdiveni, uçağa yaklaştı. Yolcular büyük bir sevinç ve heyecanla merdivenlerden inmeye başladılar. Büyük bir tebessüm hazını duyan bu insanlar, yüce yaratıcıya teşekkürlerini sunmak için çeşitli şekillerde dua, niyaz ve yakarışta bulundular.
Bu yolculuğun bitiminde, herkes kendi dininin gereği olarak yüce yaratıcısına sonsuz teşekkürler sundu. Yolculardan kimi secdeye kapandı, kimi tekbirler getirdi. Kimi toprağı öptü. Kimi ellerini açtı, Allah’a niyaz ve dua etti.
Bütün yolcular, yüce yaratıcının kendilerini sağ salim olarak yere ulaştırması ve sevdikleriyle buluşturması dolayısıyla; yüce Allah’a sonsuz teşekkürlerini sundular. Sonsuz Teşekkürlerini yaptıkça yaptılar, yüce yaratıcılarına. Ben de aynı duyguları onlarla doyasıya yaşadım. Rabbime sonsuz teşekkür ettim. İnsan, elindekinin kıymetini darda kalınca anlıyormuş. Asıl olan bu nimetin kadrini her zaman bilmektir…
03.07.2000
Weltzar
Frankfurt/Almanya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.