AH BU SİYASET !
Bir türlü beceremedim, içime sindiremedim ne kadar gayret ettiysem de, aklım mı desem vicdanım mı desem, bir iç ses " sakın ha! " diye fısıldadı kulağıma bir partiyi tutmaya karar verme sürecinde, be de o sesi dinledim.
Bir liderin doğrularını alkışlarken yanlışlarına itiraz etmeyi "erdem" kabul ettim. Yanlış söyleyeni alkışlamayı "onursuzluk" saydım.
Doğru yapana karşı koymayı "haysiyetsizlik" kabul ettim.
“Türkiye seninle gurur duyuyor” diyemedim inanmadığım için hiçbir lidere.
Günlerce huzur dolu mekânlarımızı ateşe, endişeye sevk eden haberleri seyrettim. Haklı taraflarını düşündüm. Haksız saldırılarını eleştirdim.
Büyük gazetelerin başlıklarını hayretlerle okudum."Havaalanında tehlikeli slogan" haberinin altında küçücük harflerle "Yaralanan komiser öldü" haberlerine içim acıdı. Dört aylık hamile eşini, ailesini, sevenlerini düşündüm. Bir an o genç adamın benim kardeşim olduğunu hayal ettim.
Etmez olaydım!
Havaalanındaki tehlikeli sloganların Taksim’de yakılan halk otobüslerinden, polis araçlarından, yerlerden sökülüp nereye gittiğine bakılmaksızın atılan parke taşlarından, esnafın dükkânlarının talan edilmesinden daha tehlikeli olup olmadığını düşündüm.
Başbakanın ailesine yönelik çirkin kelimeler içeren pankart çok mu fayda sağladı demokrasiye,sosyal barışa.
Bir sanatçının eşi hakkındaki pankartı havaalanında Başbakanı karşılama sırasında sallayan şahıs kim bilir ne kadar mutludur yaptığı şerefsizlik için?
Galiba asıl sorun bizde.
Hoşgörümüzün sınırları, kapsama alanı sadece bizim gibi düşünenleri istiap ediyor. Diğerleri dışarıda kalıyor.
Her yere sınırlar çiziyoruz.
Bizim gibi düşünen insanların ikamet ettiği gettolar oluşturuyoruz.
Böylece kendi muhteşem dünya görüşümüzü ve kültürleme yoluyla bize benzetmeye çalıştığımız çocuklarımızı koruduğumuzu zannediyoruz.
Oysa her sınır bazılarını içerisine hapsederken diğerlerini dışarıda bırakır.
Bizden uzaklaştırır. Ve sınırların ayırdığı insanlar bir birinden habersiz ve ilgisiz yaşar.
Artık sizden olmayan, sizin gibi düşünmeyen komşularınız olmaz. Dertleriniz merdiven boşluğunda paylaşılmaz, fincanlarla tuz alınıp, karabiber verilmez.
Sonra diğer aşamaya geçilir “sınırın diğer tarafındakilere kin besleme “ çalışmasına başlarız. Kirletme sürecinde araya yalanlar, uydurma hikâyeler ve kutsal sözler karıştırılır.
Tıpkı bir zamanlar uydurulan “hadisler” gibi, nifak sözcükleri dilden dile dolanıp kara yanımızı besler.
Bizden olan her yanlışı doğru görmeye başlarız. Diğerlerinin doğru yönlerinin yanlış olduğuna iman ederiz.
Bu hal ile bütün yanlışlar hakikatlerin yerine oturur ve her ahlaksızlık, hırsızlık, edepsizlik bizden olduğu için “helal” kabul edilerek doğruluğun hükmüne son veririz.
Artık ne kadar yamulduğumuzu görebilmek için, mihenk olacak bir doğru kalmamışsa yeryüzünde, yanlışlarımız doğru görünür menfaatin ve enaniyetin kör ettiği gözlerimizde.
Diğerlerine edilen küfürleri hakaretleri görmezden geliriz. Yaşam hakkı bizim gibi düşünenlerin, özgürlük bizim içindir sadece.
Ve kibir kapkara kabuğuyla ruhumuzu esir alarak vicdanımızı kurutup her zerremize nüfuz ederek canavarlaştırır bizi.
Bir zamanlar sırf kendi tükürdüğünü yalayan siyasetçilerin güç ve iktidar uğruna sahiplerinin tükürdüklerini de yalamaya başlamasını “olgun ve haysiyetli “davranış olarak kabul eder hakikate mühürlenmiş kalbimiz.
Her halükârda bizim yerimize düşünen yöneticilerimiz, haklıyı haksızı elleriyle ayırıp bize sunan ulu kişilerimiz olur.
Birey olmaktan yorulan kalıbımızı ellerine teslim ederek her dediklerine itaat ederek mana âleminde inkişaf ettiğimizi zannederiz.
Oysa insan olmadan nasıl erdem sahibi olabiliriz?
Erdem sahibi olmadan insan olamadığımız gibi.
Taraf olanın adaletli olduğunu iddia etmek, dürüst olduğunu zannetmek bok böceğinin abdestli olduğunu kabul etmek gibi değil mi?
Oysa onun işi zaten pislik yemek, abdestli olabilir mi?
Bir yanda polis otosu devirip halk otobüsü yakan gençler birkaç adım ötede gitar çalıp aşk dolu şarkılar söylerken dönüp yaptıkları eylemi haklı göstermek için daha fazla hürriyet talep ettiklerini söylüyorlar.
Ölen komiserin yaşam hakkı, doğacak çocuğunun baba özlemi, otobüsü yakılan halkın seyahat talebi ne olacak?
Aşırıya kaçsa da bir yönüyle halkın tepkisi sayılan bu hareket neden görmezden geliniyor?
Neden yöneticilerin hayalleri hepimize, bütün İstanbullulara ve halka mal edilmeye çalışılıyor.
Biz kimseye kenedi şahsi hayallerini, verilmiş sözlerini gerçekleştirsin diye oy vermiyoruz ki.
Bizim hayallerimizi, müşterek taleplerimizi dikkate alsınlar istiyoruz.
Hiçbir tarihi eser değeri olmayan kışla inşa etmek için bunca kıyamet neden?
Yoksa birilerine verilen sözler halkın canından daha mı kıymetli bu ülkede?
Galiba asıl arıza bizde, halkta.
Biz hala birbirimizi sevmeyi saymayı öğrenemedik.
Bu zafiyetten faydalanmak için fazla bir şey yapmaya gerek yok.
Bir arada yaşamasını, değişik inanç ve görüşlere saygı duymasını, hoşgörüyü öğrenemedik.
Bu gidişle öğrenemeyeceğiz de.
YORUMLAR
Sevgili Erol
Rum hatun Eleninin oğlu Yohan müslüman olmaya karar vermiş..Ama müftülüğe giderken yolda trafik kazası geçirip ölmüş...
Madam Eleni aylarca arkasından '' Ah Yohan'ım'' diye ağlamış...Sonunda komşular ''Yapma Eleni..Bir evladın öldü tamam ama bu kadar da ağlanmaz...Öteki alemde buluşacaksınız nasılsa'' Deyince Eleni Cevap vermiş.
-Ah komşular ah...Ne olacak benim Yohan'ımın hali? İsa'yı kızdırdı, Muhammed'i sevindiremedi..Ona kim şefaat edecek öteki alemde? Ben ağlamayım da kimler ağlasın.
Sen de ben de aynı durumdayız maalesef.
resimden aniden irkildim ,nedir bu inek sevdası Sami abi ve sende:) Siyaset çirkin ,çirkin olduğu kadar da vaz geçilmez malesef.Ne zaman ki bir solcunun başına kötü bir şey gelince bir sağcı onun için hak ararsa veya bir kapalı kız ateist biri için hak arasa o zaman inanırım bu dostluğa .En ufak bir şeyde olmaz ki.Aslında dost olmak olmasa da saygı ve kendine hiç benzemeyen birine de yaşama hakkı verince medenileşeceğiz şu an o inek resmi iyi:))