- 528 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÜTOPYA (3)
Üretimin sosyalleştirilmesi fikrini, emeğin sosyalist organizasyonuna ve dağılımına dayandırmak suretiyle ilk defa işleyen More olmuştur. Burada, aile, bu ideal bir ütopya devletinin ekonomik temel birimini teşkil eder; ve üretim zenaate dayanır. Demokratik bir yönetim içinde yaşayan ütopya’lılar, çalışma eşitliğinden yararlandıkları gibi, şehir ile kır ve fikir işçiliği ile kol işçiliği arasındaki zıtlıklardan da kurtulmuşlardır. Ütopya’lılar günde altı saat çalışırlar, geri kalan zaman bilim ve sanata ayrılır. Ütopya’da ferdin çok yanlı gelişmesine, teorik eğitimin pratikle kaynaştırılmasına büyük önem verilmiştir Bu fikir, sosyalist eğitim görüşünün henüz işlenmemiş halidir. More, sosyalist ideoloji düzeyine varılmış olması gerektiğini kavrayamamış;yeni düzene barış içinde geçilebileceğini hayal etmiştir.
Ütopya adlı yazımızın üçüncüsü olan bu son bölümü de More’un bu konudaki üç görüşüyle bitirelim:
PARA ORTADAN KALKINCA:
Ütopya’da cimrilik diye bir şey olmaz;çünkü para diye bir şey yoktur orada, paranın geçerliliği yoktur. Ve sırf bundan dolayı büyük bir dert kaynağı kurutulmuş, dal budak sarmış bir cinayetler ekini köklenmiş bulunmaktadır. Gerçekten de, para ortadan kalkınca,bütün hırsızlıkların , kaçakçılıkların, soygunların, baskınların, haraçların,
kavgaların, ayaklanmaların, cinayetlerin, hıyanetlerin, zehirlenmelerin...kısacası, cezalarla bastırmağa çalıştığı bütün suçlarında ortadan kalkacağını bilmeyen var mı?..
ZENGİNLER FESADI:
Soylu diye adlandırılanlara, tembellere, geçici zevkler ardında koşmaktan ve bu zevklere hizmet etmekten başka bir şey bilmeyenlere bütün her şeyi fazlasıyla ihsan edipte köylüye, kömürcüye el emekçisine, arabacıya , işçiye, toplumun temel direği olan bu insanlara katiyen acımayan bu toplum değil de nedir? Gaddar bencilliği içinde bu toplum, onlardan daha çok kazanç çekip sağabilmek için, tüm gençliklerini sömürür emer; ve ihtiyarlık yada hastalık yükü altında çökmeğe başladıklarında , ellerinde avuçlarında hiç bir şey kalmadığı anda, geçmişteki bütün o uykusuz geceler pahasına ettikleri sayısız hizmeti unutup açlıktan ölmekle ödüllendirir onları.
Dahası var:
Zenginler yoksulların gündeliğini her gün biraz daha kemirip çalmaktadır. Ve bu işi sadece yasa dışı yollardan değil, sırf bunun için özel yasalar çıkararak yapmaktadırlar. Cumhuriyetin nimetlerini en iyi hak edenleri bu zalimce ödüllendirmek, apaçık bir adaletsizlik gibi görünür ilk bakışta:Ama zenginler bu canavarlığı,yasalarla payandalayarak, bir adalet haline getirmişlerdir.
İşte bunun içindir ki, bugün dönüp te çağımızın en gelişkin, en dört başı mamur cumhuriyetlerine baktığımda, Tanrı beni bağışlasın ama...bir zenginler fesadından başka bir şey göremiyorum. O tantanalı cumhuriyet adı altında , sadece kendi davalarını yürüten, sadece kendi çıkarlarını zenginlerin fesadı...
Ve bu fesatçılar, akla gelebilecek bütün yollara, bütün hile ve kurnazlıklara başvurarak şu çifte ereğe ulaşmak için çabalamaktadırlar:
İlk olarak, şu yada bu kötü yollardan elde edilmiş bir servetin kesin ve süresiz iyeliğini sağlamak..
İkinci olarak da, yoksulların sefaletinden ve çaresizliğinden yararlanarak, onların hünerlerini ve emeklerini elden geldiğince düşük bir fiyata satın almak.
doğrudan doğruya yoksullar adına döndürülen bu dolaplar, birer yasa haline gelmiştir.
MÜLKİYET ADALETE KARŞIDIR:
Nerede ki mülkiyet bireysel bir haktır, nerede ki bütün her şey parayla ölçülür, oraya adaleti ve toplumsal refahı sokup örgütleyemezsiniz. Ama en iyi şeylerin en kötülerin payına düştüğü bit topluma adaletli bir toplum diyorsanız ve halk yığınları sefaletin pençesinde kıvranırken kamu servetinin bir avuç gözü doymaz bireyin keyfine terk edildiği bir devleti mutlu bir devlet olarak kabul ediyorsanız o başka.
Ütopya’da yasalar, bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdır; ve yönetim, bütün yurttaş sınıflarını aynı titizlikle gözetir. Değere ödül verilir orada; ve ulusal servet öylesine eşit bir şekilde üleştirilir ki, bütün herkes dünya nimetlerinden doyasıya yararlanır.
Öte yanda ise, işleyişi karmaşık olduğu kadar kusurlu bir örgüte davalı senin-benim ilkesi egemen. Ve binlerce yasa var;ama bu binlerce yasa, herkesin bir mülk edinmesine, o mülkü savunmasına ve başkalarının mülkünden ayırt etmesine hala yetmiyor. İspatı mı? Her gün ortaya çıkan ve katiyen sonu gelmeyen binlerce dava.
İşte bu düşüncelere daldığım vakit, Platon’a tamamiyle hak veriyor; ve onun mal ortaklaşmacalığını kabul etmeyen halklar için yasa koymaya tenezzül etmemiş oluşuna artık şaşmıyorum. Bu büyük deha, kamu mutluluğu sağlayacak olan biricik aracın eşitlik ilkesinin uygulanması olduğunu görmüştü elbette. Oysa eşitlik, öyle sanıyorum ki, iyeliğin tekil ve mutlak olduğu bir devlette olanak dışıdır. Çünkü orada bütün her kes bütün her şeyi ele geçirebilmek için, çeşitli ünvan ve haklar tanır kendine;ve ulusal servet, ne denli büyük olursa olsun, sonunda gidip, kendileri dışındaki insanlara kara sefaletten gayrı bir şey bırakmayan bir avuç bireyin iyeliğine düşer.
Çoğu zaman zenginle yoksulun yer değiştirmesi gerekirdi aslında. Cimri,ahlaksız, hiç bir işe yaramayan zenginlerle dolu ortalık. Buna karşın sade, alçak gönüllü, emek ve hünerleriyle kendilerine hiç bir çıkar sağlayamadıkları halde devlete yararı dokunan milyonlarca yoksul var.
İşte bütün bunları göz önüne alınca kesinlikle inanıyorum ki, mal ve ürünleri eşitlik içinde ve adaletli bir biçimde dağıtıp üleştirmenin biricik yolu, mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Mülkiyet hakkı toplum yapısının temeli olarak kaldıkça, sayıca en fazla olan ve saygıyı en fazla hak eden sınıfın payına sadece yoksulluk, acı ve umutsuzluk düşecektir.