- 1172 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
MUAVİN
Yeni sıfır kilometre bir minibüstü. Beyaz kaportalıydı. Bakınca insanı cezbediyordu. 1980’li yılların minibüsü. Köylerde, kasabalarda da bile araçların olmadığı zamanda ortaya çıkan minibüstü o. Görenleri heyecanlandıran, köyün ilk ve tek minibüsüydü. İlkler hep güzel olur ve heyecan verir. 60 DC 819 plakalı olan bu beyaz güvercin; plakası kadar kendi de muhteşem olan bir minibüstü.
Beyaz teninde bir güvercin masumiyeti vardı. Yola giderken kanatlarını açarak uçardı. Baktığınızda size gülümserdi. Fabrikadan yeni çıkan bu araç, bir dağın köylüleri ile tanışacaktı. Onlarla sabahlı, akşamlı sohbet edecekti. Minibüste sohbetler muhteşem olacaktı. Bir arkadaştan daha dost, daha kardeş olacaktı. Bütün köylülerin dertlerini dinleyecekti. Onlar sevindikçe o da sevinecekti; üzüldükleri zaman o da üzülecekti. Ağladıkları zaman o da ağlayacaktı; güldükleri zaman o da gülecekti. O, cansızlığını bozacaktı. Köylülerin dertlerini çözemese de onları şehre ulaştırmanın gururunu yaşayacaktı. En azında onları şehre ulaştırmakla bir nebze olsun dertlerini çözecekti.
Köyle ilçe arası, yirmi kilometredir. Yollar, kara stabilize ve gıcır gıcırdır. Büklüm büklümdür. Yolların kaderi zaten böyle değil midir? Dağın eteğinden su gibi ırmak tarafına akar, oradan da Çekerek Irmağını takip edip giderdi. Arpaç Köyü arazisinden Kahyalı Köyüne uğrar, pancar ve soğan tarlalarının arasından Kurtağılı Köyü arazisinden ilçeye adımını sevinçle atardı.
Acaba minibüs yolda kaç yolcu taşıyacaktı? Tıklım tıklım yolcu dolacaktı. İnsanlar oturaklara oturacak, kalabalıktan oturaklarda yer kalmayacak, çoğu ayakta gidecekti. Adeta yolcular, kucak kucağa oturacaklardı. Çünkü köyün tek minibüsüydü.
Köyden göç henüz başlamamıştı. Nüfus fazlaydı. Köylü ihtiyacını karşılamak için şehre gitmek zorundaydı. Gerçi köyde ufak bir bakkal vardı ama köylünün ihtiyacını karşılamakta yetersizdi. Bundan başka köylülerin ilçede resmi işlemleri olurdu. Kaymakamlıkta, tapuda, ilçe tarımda, bankada, özel idarede, hastanede…
Şehirdeki işlerin en önemlisi de hastanedir. Hastanenin yolcuları gece gündüz demez ilçeye gidip gelirler. Köyde hayat, Çekerek Irmağı gibi akıp gidiyordu. Beyaz minibüs; kar, kış demeden harıl harıl yolcu taşıyacaktı. İlçenin neşesine neşe katacaktı, köyün insanları. İlçe köylülerle coşacaktı…
Bu beyaz güvercinin bir şoförü vardı. Şoförün yanında bu yeni minibüse, on bir ya da on iki yaşlarında bir çocuk muavinlik yapacaktı. Bu çocuk, tombul yüzlü, topak boylu; apalak ve sevecen bir çocuktu.
Minibüsü iki vatandaş ortaklaşa almışlardı. Minibüsün ortağının bir, yurt dışında Fransa’nın Annecey şehrinde çalışıyordu. Bunlar Murat ve Mustafa kardeşlerdi. Küçükleri de yurt dışına gitmeyen Haydar’dı. Haydar minibüse şoförlük yapacaktı. Diğer ortağı ise Dursun’du. Babasını küçük yaşlarda kaybetmişti. Ailesinin geçim sıkıntısı omuzlarına küçük yaşlarda binmişti. Bu yüzden Dursun da yurt dışına gitmiş ve belli süre çalıştıktan sonra temelli dönüş yapmıştı köyüne. Düğününü yapıp askeri görevini yapmaya gitmişti. Onun akabinde Dursun’un kardeşi Veysel de askere gitmişti. Evde en küçük kardeşleri İdris kalmıştı. O da arabada muavinlik yapacaktı. Bu zamanda bir kişinin minibüs alamsı zaten imkânsızdı. Bu sebeple minibüsü ortak almışlardı.
Babasını küçük yaşta kaybeden bu sevimli çocuk, yıllarca abisinin Fransa’da çalışıp kazandığı parayla ortak aldığı bu beyaz minibüse muavinlik yapacaktı. Aslına bakarsanız, bu çocuk, okumak istiyordu fakat elinden tutan biri lazımdı. Ama okumanın bilincinde olan nerde! Ufacık çocuk tek başına nasıl okurdu? Öksüzdü, onun elinden kim tutacaktı? Üstelik abisi de “okusun” demiyordu. “Arabamızın başında ilçeye gitsin, gelsin” diyordu. Dul annesi ne yapabilirdi?
Çaresizlik, yoksulluk bu çocuğu küçük yaşlarda minibüsün koltuğuna taşıyor, onu girdabına sokuyordu. On iki yaşındaki bir çocuk çalıştırılabilir miydi? Okumak varken neden muavinlik yapacaktı? Muavin İdris mecburdu. Köyde başıboş gezemezdi. Babası sağ olanlar çocuklarını okutma gayreti içindeydiler. Öksüz çocuk ne yapabilirdi? Abisinin annesinin sözünden de çıkmıyordu. Mecburen bu beyaz güvercine muavin olacaktı. Şoför Haydar’ın yeğenleri okuyordu, öksüz İdris ise muavinlik yapıyordu…
Ufacık bu çocuk, muavinliğe çoktan başlamıştı bile. Sabahın köründe kalkıp kış, yaz ve bahar demeden minibüsün yanına varıyordu. Kış günleri ufacık elleri titriyor, kulakları kıpkırmızı kesiliyordu. Ufacık ellerini cepleri ısıtıyordu. Minibüsün içi de soğuktu.
Her sabah minibüs köyde caminin önüne çekilir, yolcular birer birer gelir, sonunda arabayı tıklım tıklım doldururlardı. Bazen araba günde iki hatta üç sefer yapardı. Yolcular sabırla arabanın gelmesini beklerlerdi. Bu köylünün kaderi ve çilesiydi. Dönüşlerde de aynı hengâme yaşanırdı. Araç, her gün ilçeye gidip geliyordu. Yolcular yine arabayı tıklım tıklım dolmuşlardı. Araç Karahacılı köyünden, Çekerek ilçesine doğru yol kat ediyordu. Şoför Haydar, yolcu paralarını muavine topallattırıyordu. Muavin İdris hep ayakta gidip ayakta gelirdi. Bu ufacık evladın günahı neydi? Yolcular içerisinde ufacık masum yüzlü bir çocuk vardı. O, istikbalini düşünemeyecek kadar küçüktü. Bu çocuğun elinden kim tutup da “oku yavrum! Senin minibüsle ne işin var?” diyecek biri yok muydu? Muavin İdris yolcuların bir parçası olmuştu. Bütün yolcular, onu evlatları gibi severdi. Severdi sevmesine de biri bu çocuk için: “Bu çocuk neden okumuyor? Buna yardımcı olalım.” demiyordu her nedense…
Arabadaki yolcular:
“Hadi muavin, paraları toplamaya başla.” Diyorlardı.
O, başlarda yolcu paralarını toplamaya alışmamıştı. Utana sıkıla yolcu paralarını istiyordu. Sonunda kaderin cilvesi onu da bu hayatın bir parçası olmaya mahkûm etti. O utana sıkıla para toplayan muavin, kabak çiçeği gibi açılmıştı. Artık kimseden utanmıyordu, çekinmiyordu. Açılmıştı ve toplumda kendini ifade edebiliyordu. Muavin kendine göre para toplama üslubu bulmuştu.
Muavin para toplarken:
“Baylar bayanlar, merdivenden kayanlar;
Pamuk eller ceplere, gelsin paralar,
Bozulmasın aralar…” diye sesleniyordu.
Muavin, bu sözleri o kadar güzel ve içten söylüyordu ki arabada bulunan yolcuları gülmekten kırıp geçiriyordu. Yolcular tekrar tekrar bu sözleri muavine söylettirdikçe söyletiyorlar, bundan da büyük keyif alıyorlardı. Onlar da usanmadan dinliyorlardı. Yolcular sanki kaseti geri sardır dercesine dinledikçe tekrar dinliyorlardı. Her dinleyişlerinde kahkaha tufanı kopuyordu arabada…
Muavin topladığı paraları kuruşu kuruşuna Şoför Haydar’a teslim ediyordu. Araba günde kaç lira lazanmış? O gün kaç lira harcanmış? Bunu hiç bilmezdi. Hesaplar hep şofördeydi. Bu güzel araba, muavine abisinin emanetiydi. Muavinin ağabilerinin ikisi birden askere gitmişti. Babaları da öleli yıllar olmuştu. Evin umuru ufacık omuzlarına yüklenmişti. Arabadan alınan yolcu parasından ev ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu.
Arabanın içinde sıcak yaz günlerinde yolcuları ter basıyor ve terledikçe terliyorlardı. Günler, haftalar ve aylar derken zaman hızla kaçıyordu. Arabanın içindeki şakalaşmalar gülüşmeler ve kahkahalar hiç eksik olmuyordu…
Arabanın şoförü muavine durmadan takılırdı:
“Sana baldızımı alacağım. Olmadı sana Çeltekli Deli İpek’i alacağım.” derdi. O zaman muavin, söylenen her sözü ciddiye alarak dakikalarca ağlardı. Çocuğun alındığını anlayan yolcular bile takılmaya başlarlardı. Deli İpek, Karahacılı Irmak köprüsünde hep minibüsü beklerdi. Muavin onu gördü mü kahrolurdu, bana yine takılacaklar diye…
Şoför:
“İpek’i sana alacağız.” Derdi.
Deli İpek; kırk, kırk beş yaşlarında kısa boylu, tombul bir bayandı. Muavin kendisine takınılan bu sözlere çok kızardı. Kızarır, bozarır ve sarardı. Utanırdı ve sıkılırdı. Sorulan sorulara cevap vermezdi. İsmi gibi temiz ve saf olan kadın, kendisi hakkında yapılan şakalardan habersizdi. Muavin, bu kadının oğlu yaşındaydı. Arabanın şoförü, muavine takılmadan edemezdi. Muavin de şoförün şakalarına bazen ağlardı.
Bazen muavine şoför:
“Bacanak, sana baldızımı vereceğim. Seninle bacanak olacağız.” derdi. Tabii ki bütün bu şakaları muavini sinirlendirmeden ve şakanın dozajını iyi ayarlayarak yapardı.
Öğle oldu mu ilçede şoför, muavini lokantaya götürürdü. Beraberce döner yer, çorba içerlerdi. Muavin ömründe hiç lokanta yemeği yemediğinden, ilk başta lokanta yemeklerine alışamaz; daha sonra yemeklere alışır ve yemekleri isteyerek yerdi. Belki de muavinin beslenme döneminde ihtiyaç duyduğu kaloriyi bu zamanda sağladı. Burada almış olduğu gıdalar, devlet parasız yatılı okuluna attı onu. Yatılıda aç ve susuz, yeterli beslenememenin enerjisini bu bir yılda alacaktı.
Muavinin içine kapanık ama şımarık olmayan bir hali vardı. Duygusal bir yönü vardı. Masum bakışları vardı. Onun bu duygusal yönü hayatını okuyarak, yazılar yazarak yaşamasına neden olacaktı. O, ta o zaman kalbine yazdıklarını öğrencilik yıllarında sayfalarla tanıştırdı.
İlkokuldan sonra bir yıl süren muavinlik dönemi tabii ki takdiri ilahi idi. Yolcular, muavinin para toplama seslenişini kendileri de tekrar ederlerdi.
Muavin İdris:
“Baylar, bayanlar merdivenden kayanlar,
Pamuk eller cebe, gelsin paralar,
Bozulmasın aralar…”
Yolcular hep birden:
“Hah hah hah hah...” Gülüşmeler…
Sohbet, neşe; köy, ilçe haberleri; bitmez tükenmez araba sohbetleri… O mutlu gülüşler, unutulmaz heyecanlar hep bu beyaz güvercinin içinde yaşanırdı…
Okuma bilincinde ve şuurunda olan bu ufacık çocuk, okumak ve adam olmak istiyordu. Okumak ve adam olmak kolay değildi. Muavinlik, onun hayatının dönüm noktalarından biri oldu. O, okuma mücadelesini ve hırsını bırakmadı. Yüce yaratıcının yardımıyla okumaya karar verdi ve okumaya başladı. Ayrıca onun en sonunda okumasına vesile olan biri çıktı. Bu şahıs aynı köyden ve yurt dışında çalışan Kadir (Kadim) Şahbaz’dı.
Kadir (Kadim) Şahbaz:
“Bu çocuğun arabada ne işi var? Okulda olması gerekirken bu muavinlik de neyin nesi? Bunu derhal okutun.” dedi. Ailesi kendisin de istekli olması sebebiyle okumasına karar verdi.
Muavin İdris yıllar sonra herhangi bir arabaya bindiğinde, hemen arabanın sağına soluna bakar ve araba yoksa:
“Abi sağ serbest.”
Ya da:
“Bekle araba var.” derdi. Bu güzel alışkanlık ona, muavinlik döneminden kaldı. İyi ki de kalmış…
30.05.2013
Çekerek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.