- 854 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞIYOR PABLO NERUDA
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürerde
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde
Buğdayın Türküsü adlı bu şiirin sahibi olan Neftali Reyes, 1904 yılında Şili’nin orta bölgesindeki Parral kentinde açar gözlerini dünyaya. Daha birkaç aylıkken, anne ve babası onu ülkenin ta güney ucuna, Temuco’ya götürürler. O zamanlar Temuco küçücük bir köydür. Köy, çepeçevre,yerli Mapuche’lerin yaşadığı orman ve kırlarla çevrilidir.Şair daha sonra bir söyleşide:’’Temuco benim tabiata açılan pencerem, şiirimin özü olmuştur’’diyecektir.
Mapuche’ler Temuco’nun dışında,çevredeki kırlarda,birbirinden kilometrelerce uzakta tek tek saz kulübelerde oturuyorlardı. Köye yünlü eşya,yumurta,koyun gibi mallarını satmak için gelirlerdi. Akşam evlerine dönerken, erkekler at üstünde kadınlar yayan.
Mapuche imparatorluğunun yayıldığı Araucanie bölgesinin en büyük savaşı, işte bu Temuco topraklarında olmuştur. İspanyol fatihler her yanda harıl harıl altın arıyorlardı.Yerliler onların gırtlaklarından erimiş altın akıtarak:’’Alın bakalım,doyun şimdi altına’’ dediler.
Küçük yaşta annesini kaybeden Reyes’in babası, demir yollarında katar şefiydi. Yolcu trenleri değildi bunlar.Tahta travesler arasına yerleştirilen balastları taşıyan marşandiz katarlarıydı.
O günleri ve babasını şöyle anlatıyordu şair:
‘’Bu trenler onun evi gibiydi. Uykusunu uyuduğu bir vagon vardı ve ben ara sıra, onun yanında birkaç gün geçirmeye gelirdim. Demiryolu işçileriyle birlikte, birkaç günlüğüne yola çıkardık. Tabiat, dereler, çiçekler,dağlar incelenirdi. Bu yolculukların çekiciliğine diyecek yoktu.’’
Çok küçük yaşta annesi ölmüş ve babası Dona Candia adlı kadınla evlenmişti. Annesinin yüzünü hayal meyal hatırlayan Reyes, üvey annesini çok seviyordu.. İlk şiirini sekiz yaşında yazmıştı ve şiir üvey annesi Dona’ya ithaf edilmişti.
On altı yaşındayken Santiago üniversitesine görürüz onu.O sıralarda,bir çeşit karnaval gibi kutlanan, İlkbahar Şenliği vardır. Bu şölenin açılış törenini bir şairin başlatması gerekmekteydi.. .Bu iş için,en güzel şiiri seçmek üzere bütün Şili’de bir de yarışma düzenlenmiştir. Neftali Reyes’te bu yarışmaya bir şiir gönderir. Binlerce şiir arasında şiiri birinci seçilir. Öylesine heyecanlanır ki, o törende kendi şiirini okuyamaz. Onun yerine bir başkası okur şiiri.
Tam adı Ricardo Eliecer Neftali Reyes Basualto olan şair, on dört yaşındayken babasının yüzünden adını değiştirmek zorunda kalır. Babası mükemmel bir insandır, gel gelelim, şairlere karşıdır. Ona göre oğlu mühendis, doktor, mimar olmalıdır. Bir gün okuduğu bir dergide Neruda imzalı bir hikaye görür. Ve hemen karar verip Neruda soy adını seçer, ad olarak ta Pablo adını alır. Artık adı:Pablo Neruda’dır.
Neruda artık Şili’de tanınan bir şairdir. Fakat üniversiteyi bitiremeyen şair işsizdir ve iş aramaktadır. Arkadaşları ona akıl verirler ve konsolos olarak atanabileceğini söylerler.
Konsolos olabileceğine kanaat getiren Neruda, bu konuda görev almak için Dışişleri Bakanlığı’na başvurur. Aradan uzun bir müddet geçtikten sonra Birmanya’da Rangoon şehrine konsolos olarak atanır.
1927 yılıdır, Deniz yollarının üçüncü mevkiinde seyahat ederek Singapur’a gelir. Rangoo’nun yakınlarındadır ama yola devam edecek parası kalmamıştır. Orada Şili konsolosluğundan bilet parası için yardım ister. Bilet parasını borç olarak alabilen şair hemen Birmanya vapuruna biner.
Neruda artık Asya’da yola çıkmıştır. Kalküta’ya, Madras’a, Kolombo’ya gider. Çin hindi yarımadasını boydan boya geçer. Neruda o sıralarda başından geçen bir macerayı şöyle anlatır:
‘’Saygon’a giden otobüslerde yolculuk yapıyordum. Otobüsler sık sık arıza yaptığı için, ikide bir duraklıyorduk.
Bir gece yine otobüsle gidiyorduk. Benden başka 4-5 kişi daha vardı ki, dillerinden tek kelime anlamadığım için bana tehlikeli görünüyorlardı. Birden, ormanın tam orta yerinde durduk. Bütün yolcular aralarında bakıştılar, sonra otobüsten ayrıldılar. İçimden:eğer dışarı çıkarsam, bunlar beni gırtlaklar dedim. Aramızda anlaşamazdık, çünkü onlar ne İngilizce, ne de Fransızca biliyorlardı;bense onların dillerinden tek kelime anlamıyordum.
Bu yüzden, gözün gözü görmediği zifiri bir karanlıkta, sık ormanların ortasında, otobüste bir başına oturmakta iken, ansızın bir takım ışıklar gördüm ve dümbelek sesleri duydum. O sırada, İngilizce bilen biri, peşinde bir sürü insanla birlikte yaklaştı. Otobüsün ağrıza yaptığını ve tek yabancı olduğum ve canım sıkılabileceği için, öbür yolcuların komşu köyden, bana bir şeyler çalsınlar diye çalgıcı istediklerini anlattı. Beni öldürecekler diye korkmuştum,oysa bana hayatın en güzel şeylerini:müziği ve dansı getiriyorlardı.’’
O sıralar Neruda Agnostik, yani bilinmezci görüşü benimsemişti. Üstelik, ekzotizm ile gizli güçler felsefesinin birbirine karıştığı, o yersiz yere dinsel görünüşlü hareketlerden; nefis terbiyesiyle , sihirle tanrıya yaklaşma çabalarından tiksiniyordu. Bunların, ayakları yerden kopardığı, insanları gerçek’ten uzaklaştırdığı düşüncesindeydi.
Neruda Rangoon’da başından geçen bir olayı anlatırken şöyle diyordu:
‘’Bir gün bardaktan boşanırcasına bir tropikal yağmur yağıyordu ve bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı. Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Onlar da, tapınağın içindeki rahiplerle aynı dindendiler, fakat tapınaktan içeri giremiyorlardı. Bu benim için dayanılmaz bir şey oldu. Ne kaba bir haksızlık! İçimde bir protesto yükseldi, ama bir Hıristiyan olarak başkaldırdığımı fark ettim. Ne de olsa, Hıristiyanlıkta, bir ölçü de olsa eşitlik olduğu içindi. Sonra bir şeyi daha gördüm. Budizm, idealini gerçekleştirmiş toplumda reform yapmış değildi. Buda, düşüncesiyle büyük bir reformcuydu; gelgelelim düşüncesin dünyayı değiştirecek gücünü uygulamaya geçirememişti. Bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim.’’
Kendine Müslümanlığı daha yakın bulan Neruda, bir gün baştan başa mermer olan bembeyaz bir cami görür. Kapı açıktır, girer içeri. İçerdeki manzara onu birv kat daha etkiler. İçerde tek bir mobilya, tasvir, heykel yoktur.
Bundan sonrasını şair şöyle anlatır:
‘’Dışarısı korkunç sıcaktı. Çok yorgundum. Adetim üzere ayakkabılarımı çıkardım. Camide kimsecikler yoktu. Fakat biraz sonra sesler işittim, kapıdan çıkarken yüzleri asık Müslümanlarla karşılaştım. Bana sordular:’’Buraya ne diye geldin? Sen Müslüman mısın?, -Hayır-Hıristiyan mısın?..-belki- Peki orada niçin yattın?-Biraz oturmak istedim, yorgundum. –Ne yapmak istiyordun?-Belki biraz fikre dalmak, düşünmek…’’O zaman, aralarında konuştular ve dönüp bana:’’Hakkın var, burası fikre dalınacak yerdir. Tekrar gelebilirsin’’dediler.
Katı bir dogmadan bu anlayışlılık beni son derece duygulandırdı. Doğuda geçirdiğim yıllarda beni en çok etkileyen bu olay olmuştur. Bilirsiniz, fillerle yapılan ayinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü tanrıça Kali’yi boğazlanan hayvan çığlıklarını, sokaklara saçılan kan’ı, sinekleri ve üç-beş kuruşa takla atacak rahipleri;bunları hiçbir zaman çekici bulmadım ben. Oysa susuz bir havuz gibi serin , o aydınlık cami beni çok etkiledi.
Birmanya’da Rangoon konsolosluğu’ndan sonra, yine aynı görevle Seylan, Singapur, Java ve Arjantin de bulundu. 1930 yılında İspanya’ya gönderildi. Önce Barcelona’da, sonra da, Madrid’de konsolosluk yaptı. 1934 yılında bütün ilerici İspanyol şairlerinin toplandığı Caballa lo verde por la Poesia dergisine katıldı. Derginin yönetimi kendisine verildi. Franco Cumhuriyete baş kaldırdığı sırada derginin 6. sayısında yayınlanan Anlatalım başlıklı şiiriyle bir anda dünya çapında ün kazandı.
Neruda’nın şiiri şöyleydi:
Hani ya leylaklar,
Diyeceksiniz?
Hani ya diyeceksiniz,
Gelincikler bürünmüş,
Metafizik?
Kuşlarla,boşluklarla elenmiş,
Kelime yağmuru;
Hani ya diyeceksiniz?
Al buyur:
Bir mahallesinde yaşıyordum,
Madrid’in:
Çanlı,çalar saatli,ağaçlı.
Kocaman,
Meşin bir okyanus gibi,
Uzaktan görünürdü Kastil’in
Kuru çehresi.
Çiçekler Evi’ydi,
Evimin adı.
Itırlar fışkırırdı,
Köşe bucak.
Güzel evdi bu
Köpekleri,bebeleriyle.
Raoul,hatırında mı?
Ya senin,Raphael?
Sen Federico,
Hatırında mı?
Sen,yer altında yatan,
Hatırladın mı,
Balkonlu evimi?
Haziran güneşi hani,
Çiçekler basardı ağzına,
Orda...
Kardeş,kardeş,
Ateşli seslerden ibaretti,
Her şey;
Mallardaki tuzdan,
Çırpınan ekmek yığınından,
İbaretti her şey;
Donuk bir hokka gibi duran,
Heykeliyle;
Arguülles’deki mahallemin,
Çarşıları...
Yağ akardı kaşıklara,
Caddeleri doldururdu,
El ayak sesleri,derin..
Metreler, litreler,
Kıvıl kıvıl hayat;
İstif istif balık yığınları,
Çatılar:
Yorgun çan kulelerinin,
Yüceldiği;
Soğuk güneşle kaynaşan,
Çatılar..
Patateslerdeki,
Narin ve taşkın fildişi beyazlık;
Yumak yumak dalgası,
Domateslerin:
Tıngır mıngır,haydi denize...
Bütün bunlar,
Tutuşuyorlardı,
Bir sabah;
Közler,
İnsanları dağlayarak,
Topraktan çıktılar,
Bir sabah;
Nah bu anda ateş,
Nah,bu anda barut,
Bu anda kan.
Bebekleri öldürmek için,
Göğün yücesinden geldiler,
Göğün:
Uçakları, Magriplileriyle,
Haydutlar;
Yüzükleri, kurumlu avratlarıyla,
Haydutlar;
Kara keşişleri, dualarıyla,
Haydutlar;
Ve,
Çocuk kanları,caddelerden,
Aktı tıpış tıpış,
Çocuksu çocuksu.
Çakallar,
Çakalların tiksineceği
Çakallar!
Taşlar,
Dalar dikenlerin dişlerken
Tu diyeceği taşlar!
Engerekler,
Engereklerin kin güdeceği
Engerekler!
Sizleri,
Gurur ve bıçaklardan bir dalgayla,
Boğmak için;
Önünüzde gördüm İspanya’nın,
Kıyamet kanını.
Generaller,
Gelin de,
Yıkılmış evimi görün.
Görün,
Yaralı İspanya’yı.
Her göçük evden,
Bir ateş metal çıkar ama,
Çiçek yerine.
Her yarasından,
İspanya’nın;
Doğar İspanya.
Her ölmüş bebekten,
Çıkar, bir mavzer:
Gözleri de var,gözleri.
Mermiler doğar,
Her cürümden;
Mermiler ki gün ola
Kalbinizde yeri.
Neden diyorsunuz şiirlerin,
Söz açmaz, düşten yapraktan;
Doğduğun yerin,
Yüce volkanlarından?
Gel de gör:
Caddeler kan-revan.
Gel de gör:
Caddeler kan-revan.
Gel de gör:
Caddeler kan-revan.
İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçiler yararına çalıştığı için, hükümeti tarafından görevinden alınıp geri çağrıldı. 1937 yılında İspanya’yı terk ederek Fransa’ya geçti. Paris’te Aragon’la birlikte ‘’Yazarlar Kongresi’’ni hazırladı. Madrid kuşatılır ve bombalanırken toplanan Kongre’de İspanya Cumhuriyeti’nin ‘’katledilmemesi için’’ bütün dünya halklarına çağrıda bulundu.
Şili’de bir ‘’Halk Cephesi’’ hükümeti kurulunca, Neruda hemen ülkesine döndü. Şili’nin yeni hükümeti İspanya Cumhuriyetçilerine sığınma hakkı tanıdığı için, ülkeye birv mülteci akını başlamıştı. Ve Neruda’nın yeni görevi deişte bu mülteciler işini düzenlemekti.
Neruda, İkinci Dünya Savaşı başladığında Mexico konsolosluğuna atandı. 1943 yılında da Şili Parlementosu’na senatörseçildi. Aynı dönemde onunla birlikte seçilen yakın dostu Videla, cumhurbaşkanı oldu. Ne var ki Videla, çok geçmeden diktatörlüğe kayacak;Neruda’da bu tutuma şiddetle karşı çıkınca bir kez daha ülkesinden ayrılmak zorunda kalacaktır.
Videla bir süre sonra iktidardan düşünce yeniden ülkesine dönen Neruda, büyük bir halk kitlesi tarafından coşkunluk gösterileriyle karşılandı. Savaştan hemen sonra hemen bütün dünya ülkelerini gezdi, konferanslar verdi, uluslar arası kültür ve edebiyat toplantılarına katıldı. Bu arada 1971 Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.
Uluslar arası kapitalizm Şili’deki Allende hükümetini devirip ünlü’’Eylül katliamı’’nı başlattığı sırada Pablo Neruda ağır hastaydı, Darbecilerin ilk işlerinden biri de büyük şairin evini basıp kitaplarını yakmak ve bir süre sonra da’’öldüğünü açıklamak’’ oldu.
Guatemalalı şair Miguel Asturias, bu güzel insanı ‘’Yaşıyor Pablo Neruda’’adlı şiiriyle ölümsüzleştirdi:
Guatemala’da yıkıntılar Ekim’i
Muz ordusunun ihaneti,
Göğün tadı kurumuştu ağızlarda,
Yüzler
Bir tuz yağmuruyla sırılsıklamdı,geldi acılı halk,
Şairin yüreğine bıraktı acısını.
Sen acılara kulak veren şair,
O Haziran ayında anladın,
Elli dördünde yüzyılın-
Tohumlar, kırlangıçlar ayında-
Anladın tropiklerin yiğitliğini,
Muz damarları kesildiği zaman.
Çizmeler altında yatıyor şimdi
Şili’de, Şili halkının üstünlüğü de,yıkıntılar içinde, kan içinde.
Tek yüreğin damarlarıdır onlar:
Allende:atardamar,
Neruda:toplardamar,
Ayıramaz onları hiçbir şey.
Ne yaptılar orada işte-
Yas yok yas üstüne-
Yengi var yengi üstüne.
Amerikalıların yüceliğiydi Şili
Daha da yücelecek zamanla.
Ve Neruda’nın şiirleri,
Köpükler üstünde martılar gibi
Binlerce yıl ses verecek
Sonsuzluğun ötesinde.
Çatışma sürüyor şimdi kanda.
Bir kıvılcım oldu sonun,
Işıl ışıl tutuşturdu bizi,
Senin o ateşten şiirlerin
Yıkacak zalimleri, hainleri, uşakları.
Kimse öldü demesin sana, dirisin sen, yaşıyorsun!
Söylüyorum işte bir daha, bir daha:
Okunduğu zaman yoklamada Şili’nin adı,
Sen bağıracaksın:BURADA!