- 715 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir beyaz kartal geçti Tanır’dan
Kahramanmaraş’ta ikamet etmekte olan, Türk şiirinin beyaz kartalı, hemşerimiz Bahattin Karakoç, 25 Ağustos’ta yaptığımız piknik sonrası, bizlerle vedalaşırken “Çocuklar, buraya bir daha geleceğim!..” demişti. Biz de bu sözünü bir müjde olarak algılamış ve o günü, kulağımız seste, iple çeker olmuştuk.
25 Ekim’de (Perşembe) başlayan Kurban bayramında, bayramlaşmak üzere telefon açmıştık. Hal hatırdan sonra, Bahattin ağabey, Haşim Kalender’in Hurman çayının üstünde bulunan, oda büyüklüğünde ve yerden iki metre yüksekliğindeki oturma yerini/haymasını kast ederek, “Bu pazartesi geliyorum o leylek yuvasına… Kış bastırmadan, o havayı bir daha ciğerlerime çekmem lazım…” dediler. Beklediğimiz muştuyu almıştık; ama bu arada, hava nasıl olacak, ya soğuk olur da misafirimizi üşütürsek diye de kaygılanmadık desek yalan olur.
***
Sekizi yirmi geçe Maraş’tan çıktıklarını Yasin Mortaş’la yaptığımız telefon görüşmesinden öğrendik. Çalıştığımız gece vardiyasından Haşim Kalender’le birlikte çıkmıştık. Yaptığımız istişare sonucu, ben doğruca, Tanır’da Marabuz istikametine beş km daha giderek varılan sakaya giderken, Haşim de, Afşin üstünden dolanarak piknik için gerekli malzemeyi alacak; sonra misafirlerin gelmelerini bekleyecektik.
Öyle de oldu. Ben erken vardığım sakada ön hazırlıkları yaparken Haşim, iki oğlu Hacı ile Ömer de beraberinde olduğu halde geldi. Ora-bura derken, kulağımıza çalınan sesler misafirlerin geldiklerini işaret ediyordu. Haşim aceleyle kalktı ve “Bahattin abiyi, bir Hurman gezisi yaptırıp öyle getireyim” diyerek yanımızdan ayrıldı. Haşim’in, henüz gelmiş konukları, çevreyi dolaştırmak amacıyla bizden uzaklaştırdığı, arabanın giderek zayıflayan sesinden anlaşılıyordu.
Misafirlerden, bulunduğum yere gelen Tanırlı Bünyamin Bozkurt, kahvaltı yapmadan yola çıktıklarından, hazırlayacağım kahvaltıya yardım etmek için geride kaldığını söyleyerek işe koyuldu; bir taraftan da hoş-beş ediyorduk.
Kahvaltıya yardım etmekte olan Bünyamin ara ara iç çekiyor, bir yandan da gözleri bulutlanıyordu. “Hayırdır, nedir sana böyle iç çektiren?..” diye sorduğumda, “Sorma Mehmet hocam…” derken, anlatacağı şeylerin içine sığmayacak büyüklükte olduğu hissini veriyordu.
“Henüz çocuk denecek yaşlardaydım…” diye başladı anlatmaya:
“Bir gün, iki arkadaş, Tanır’dan Marabuz istikametine Hurman’ın kıyısını takip ederek olta ata ata ilerliyorduk. Ne hikmetse, bu mevkiye kadar tek bir balık dahi yakalayamamıştık. Buraya geldiğimizde, açlığımızı giderebilmek için, yeşil soğanlarından ekmeğimize katık yapmak üzere, Haşim’in babası rahmetli Hacahmet dayının bostanına girdim. Tam soğanın başına geçmiştim ki Hacahmet dayı beni kolumdan yakaladı. ‘Ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Acıktık, balık da tutamadık; ekmeğimize katık olsun diye yeşil soğan alacaktım…’ dedim. ‘Gel bakalım, eyle kolayı var mı?..” diyerek, beni, şu köprüden geçirerek evlerinin bulunduğu tarafa doğru götürmeye başladı. Doğrusunu söylemek gerekirse korkmuştum. ‘Yalnız değilim, bir de arkadaşım var…’ dememle, ‘Onu da çağır gelsin!..’ dedi. Arkadaşıma seslendim, o da geldi. Eve iyice yaklaşınca ‘Oğlum Mâmmet!.. Çocuklar acıkmış; misafirin büyüğü küçüğü olmaz. Şu oğlağı kes de biz de yiyelim, onlar da…’ dedi. Bir oğlak kestirerek bizim karnımızı doyurdu. Ardından, ‘Hah, işte şimdi gidebilirsiniz!..’ dedi. Bunu hayatım boyunca unutamadım. Her ne zaman söz cömertlikten açılsa bu olayı anlatırım. Her türlüsünü gördüm de, iki çocuğa oğlak kesenini görmedim… Yattığı yer nur olsun!..”
Bu arada, kahvaltının hazır olmasına ramak kala, giden misafirler de geldiler. Sofra başına buyur ederek kahvaltıya oturduk. Misafirleri nereleri gezdirdiğini sormam üzerine Haşim başladı anlatmaya:
“Marabuz kalesini gezme davetimin, fotoğraf merakı da olan Şahin Erayman’la Yasin Mortaş Bey tarafından geri çevirilmeyeceği bilsem de Bahattin hocamın böylesine istekli davranacağını ve kendisini bu kadar memnun edeceğini doğrusu düşünmemiştim.
“Marabuz kalesine doğru yol alırken ‘Bahattin hocam, isterseniz, Hurman’ın kenarında görülmeye değer çok güzel yerler var…’ dedim. ‘Gelirken inelim’ dediler. Kaleye yakın bir yerde, Keklik pınarının yanına vardığımızda, kale, yukardan aşağıya tadına doyulmaz bir manzara seriverdi önümüze... Yasin ve Şahin Beyler arabadan gördükleri bu manzara karşısında ‘Durdur arabayı, biz yaya inip resim çekelim; siz araçla varın!’ dediler. Biz devam ettik. Kalenin yakınlarında bir alabalık üretim tesisi var. Suyunu Hurman’dan alan tesisin balıklarının lezzeti çok farklı. Bahattin abiyle alabalıklarımızı alarak kalenin yanına indik.
“Gelirken, asfalttan iki-üçyüz metre aşağıda, Söğüt köprüsü ismiyle andığımız güzel bir doğal çim alanı var; burası, aynı zamanda köyün sulak alanıdır da… Tam bizim vardığımız saatta çoban sulamak üzere sürüsünü aşağı indirmiş. Yasin’le Şahin kardeşim yine ‘Dur’ diyerek indiler. Bizse araçla patika bir yoldan yavaş yavaş köprünün yanına indik. Davarları izledik ve çimlerde durup bir süre Hurman’ın akışını seyrettik. Bu arada resimci kardeşlerim, her çektikleri fotoğraf için ‘Ne harika poz!..’ diyorlardı. Misafirlerimizin manzarayı bu denli beğenmeleri ve memnuniyetleri beni daha da mutlu ediyor, bu gezintinin pikniğin ruhuna uygun düştüğünü düşünüyordum. Biraz ilerde değirmen bendi çıktı önümüze… Patika yoldan aşağı, Hurman çayının kenarına indik. Hoş bir kanyon arasında güzel mesire alanları…
“Aracın varabileceği, Camızatlayan dediğimiz yerin karşısına kadar vardık. Yasin’le Şahin orada da resimler çektiler. Bu sırada ben Camızatlayan’ın hikayesini anlattım: ‘Vaktiyle iki hırsız, çaldıkları bir camızı götürürlerken camız kaçar ve hemen karşısında bulunduğumuz dağdan aşağı düşer. Hırsızlar hemen inip camızı keserler. Mundar olmaktan son anda kurtulan hayvanın derisini yüzerler. O zamanlar derisi etinden kıymetlidir. Hırsızlar, etin üzerine şu yazıyı bırakarak giderler: ‘Vallahi musmul, billahi musmul; gönü bize, eti size…’ İşte o gün bugündür burası Camızatlayan diye anılır olmuştur...”
Bunları tek tek anlatan Haşim’in “Aha gezdirdiğim ekip, aldım getirdim; onlara sormuyorsun da niye bana soruyorsun?” demesi, kahvaltıya koyulan herkesi tebessüm ettirdi. O olup biteni kendinden geçercesine anlatırken yemek yarı olmuştu.
Havanın soğuk olmasından endişelenmemizin yersizliğini ceketlerimizi asarak oturduğumuzda farketmiştim. Bir kere, gelen, bu iklime yabancı değildi... Neden bu kadar kaygılanmıştım ki... Sararan yaprakların düşmesinin tam vaktiydi oysa. Ömrünün güzüne eren yaprağın, dalından koparak bir akarsuya düşmesiyle yeni bir yolculuğa çıkması arasında saklanan, şiir miydi acaba?.. Bunları düşünürken göz göze geldiğimiz Bahattin Karakoç, aşağıdaki dizeleri yorumuna kattığı anda acaba mevsim neydi ve havalar nasıldı?
Sen bir şarkıyı yorumluyorken
Ayaklarım yerden kesilir benim
Yedi kat göklerde dolaşırken
Başım bir yıldıza çarpar,
Akkor kesilir bedenim
Bunları söyleyen Karakoç’un gönül dünyasında nasıl bir gezinti yaptığını kim, nasıl tahmin edebilir?.. O, olayları herkesten çok farklı yorumladığı içindir ki, Türk şiirinin önünde bir yerde yer tutmayı başarmıştır.
Arazi sapsarı ufuk kırmızı
Eylülde azalır kokusu gülün
Sende kırılıyor ışığın hızı
Gözlerimi kapatıyor kâkülün
mısralarını atfettiği sevgiliye durumunu İsmail’ce izah eden şair, “Eylülde azalır kokusu gülün” derken, Eylülü içinde bulunduğu ömür dilimine benzetmiş olmalı. Kelamın boşluğa söylenilmeyeceği hakikatinden yola çıkarak, sözün muhatabının sevgili olduğu gerçeğine ulaşırız. “Gözlerimi kapatıyor kâkülün” mısraıyla “Seni temaşa etmeme sen mani oluyorsun. Seni göremememi isteksizliğime bağlama sakın!..” diyerek, sevgiliye gösterdiği ihtimamı ortaya koyan şair, buyur edilmeyi ne de çok hak ediyor, değil mi?..
Aşk yoldan çıkarır, âşık ar etmez
Sevda hastasına ilaç kâr etmez
Nabız saymak, dile bakmak boş, doktor;
Felek yâr değilse yâri yâr etmez.
Ayrılığı bu derece yalın ifade eden, aşkı bu denli objektifleştirerek muhatabına sunan şairle yapılan bir piknik insana haz vermez de ne verir Allah aşkına?..
O günü, güneşin gurûbuna yakın zamana kadar birlikte geçirdiğimiz Karakoç, ayrılırken çektirdiğimiz son fotoğrafta, resmimizi alan Yasin Bey’e “Güneşi başımıza bir taç gibi otuttur!..” diyordu.
Merak etme şairim, sen Türk şiirinin üstüne yeni doğmuş güneş tazeliğinde, ufkumuzu ve gönlümüzü aydınlatmaya devam edeceksin.
Ellerimi açıyor, sağlıklı ve nice bereketli yıllar diliyorum sana… *
• ALKIŞ Dergisi –Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi Yayın Organı– Yıl: 12 Sayı: 69 Mayıs-Haziran
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.