- 2091 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
OLMADI BÖYLE
Şehrin kalabalık yerlerinden hayatta hiçbir şeyden korkmuyormuşum gibi bir geçişim var. Damlarda tüneyen ihtiyar kuşlar, arada başlarını kanatlarının altından çıkartıp bu deli güneşin altında nereye gittiğimi merak ediyormuşçasına süzüyorlar beni.
Ellerimi özellikle saklıyorum. Ellerim benim son kalem. Ellerim elimde kalan tek şey. Aslında ceplerim var; ayak bileklerime açılıyorlar, yani genişler. İçlerine çok şey sığdırabilirdim, oysa ben, iki elimi yanıma alarak gitmeyi seçtim.
Aslında korkuyorum. Hayat iki yabancı bağırış arası. Başlaması ve bitişi bir çamaşırın yarım saatte kuruyuşuna tekabül ediyor aslında. Bir de sen öldüğünde, düşlerinde gördüğün gibi figan etmiyor cihan. Bunu yavru bir kuştan öğrendim. Bir sabah penceremi açtığımda. Ayakları yukarıda, tüysüz kanatları yayılmışken karşı damın kiremitlerine. Ötekiler gelip geçti üzerinden. Ötekiler. Yani çok eskiden onun gibi olanlar. Gölgelerini yaya yaya geçtiler. Annesi bile. Gençten bir erkekle çiftleşti beş dakika sonra. Ve sonra…Uçup yuvaya kondu tekrar. Erkek de uçup gitti. Zamanın saniyesi bile teklemedi o yok diye.
Keşke gitmeden önce, birilerine üzgün olmayan bir fotoğrafımı bıraksaydım. Ayakkabıcı Salih Abiye mesela. Kenarları kıvrık resmimi makinanın kenarına yaslar, arada endişeli bakışlarla süzerdi beni. Sonra bir çay söylettirirdi çırağa. Bardağı boyalı parmaklarının arasına alıp, çaycının bıkkın demliğinden boşalan o kara sıvıyı içeceği sırada, sarı peruklu bir kadın girerdi topuğunu çaktırmaya. Kadın, ayakkabıyı tam benim önüme bırakıp -benim önüm, makinenin iğnesinin azcık kenarı oluyor -kapının önündeki hasır iskemleye ilişirdi usulca. Kayan peruğunu düzeltirdi yağlı kapı camına bakıp. Salih Abinin kendisini süzmekte olduğunu görünce, mahcup bir kırılışla dökerdi başını yere. -O zaman bir takım kedi de geçiyor olabilir dükkanın önünden. İkisi birlikte kedilere bakabilirler. Ya da karşı dükkanda öksüren iri adama. Farz edelim ki yağmur yağmış olsun. Peruklu ve mahcup kadınların tıkıldığı bir sahneye, yağmuru ve sisi çok görmemeli. Gönül isterdi ki, uzak bir evin balkonunda, parmak ucu yırtık, teksiz bir çocuk çorabı da asılıyor olsun. Bahçesinde dalı kırık bir kiraz fidesi de olsun o evin. Salih Abi ve kadın bütün bunları göremeyecekler ama olsun. Kırık topukta sarı çamur. Bizim mahallede yok böylesi. Yalnız toptancı Nuri’nin kapısında var. Belediye kamyonuyla döktürdüydü geçen yıl. Köyünden getirttiydi. Karısı domates dikecekti fakat öldü. Sarı peruklu kadına bir kere daha bakmak farz oldu şimdi. Fakat vazgeçti, bakmadı Salih Abi. Ama niye. Oysa devam edebilirdi bu zihinsel oyun. Daha yağmurumuz da vardı ya neyse… Ayakkabıyı tezgaha oturtup, sarı çamurlu topuğa çivileri sapladı. Şimdi kim kovalarsa kovalasın kadını, düşmeyecek o topuk. Yalnız, bir köşeciğine Salih Abinin boyalı elinden siyah bir zerre bulaştı. Derleyip torbaya koyuyor ayakkabıyı bizim ihtiyar. Vahim bir tiksintiye bulanmış sesiyle “Buyur” diyor. Kadın kapıdan çıkarken bir kere daha yokluyor peruğunu. “Ne güzelim” diye geçiyor içinden. “Hep farklıyım, gece başka gündüz başka renk. Bir tane de anadan üryan yanım var kimselerin göremeyeceği. Namahrem gözlerden sakınılıp cüzdanın en ücrasına gizlenen muteber bir sevgili fotoğrafı gibidir o.”
Annemin çok giyilmekten yıpranan bir eteği vardı. En sonunda kesip tezgaha don biçti ondan. Geceleri herkes uyuduğunda, babam horladığında, annem mütemadi hışırtılarla ağrıyan dizlerini okşadığında, nenem İdris Naci Efendinin soluk yüzlü portresine, ayakları ters dönmüş iki kadının onu nasıl dağa çıkartıp, altın vereceğiz diye kandırdıktan sonra eteklerine kızıl közler doldurduklarını ve onu yeniden kapının önüne bıraktıklarını anlatmaya başladığında, ben sofranın üzerindeki kalın kitaplarımdan mazlum bakışlı katillerin hayatlarını ezberlerken, ince fareler o bezin altından kafalarını çıkarır ve aynı hızla geri kaçarlardı.
Niye? Çünkü ben her zaman korkunçtum. Her zaman korkunç şeyler biliyordum. Durağan bir simam, fakat geniş tâklar altından geçip, ezile büzüle türlü şekle giren bir ruhum vardı. Komşular konserve kapatırken avluda, bir kavanozun ne kadar keskin olabileceğini hesap ediyordum mesela. Biri diğerini itse kavanozların üzerine, çığlıklar kopsa. İtfaiyeyi çağırsalar. O da gelse. Üç er bir olup irice bir kadının kaba etinden toplasalar cam kırıklarını. Bunlar korkunç şeyler. İşte şimdi yine aynı sahne. Fakat farelerin yerinde insanlar ve kuşlar var. Dükkanların, evlerin ve saçak aralarının serin kuytuluğundan süzüyorlar beni. Ellerim ceplerimde. Gidiyorum ulan! Korksam da gidiyorum. Arkamdan erik çekirdeği fırlatan çocuklar, balkonda çay içen analarına bakıp gülüyorlar. Kim gidebilir ki böyle, diyor kadının biri. Görmüyorum ama, laflarının yayvanlığından dudağında yağlı bir boya olduğunu hissediyorum. Dükkanının camına devren satılık kağıdı asan bir tokacının küçük tabelasına çarpıp ayaklarımın dibine dökülüyor ne kadar ses varsa. İşte ellerim bugünler için var. Bütün ses kırıklarını bir bir toplayıp unutuyorum.
Bütün bunlar ne anlama geliyor. İzah edemem. Fakat bir fotoğraf bırakmak arzusu ne kadar insani bir duygu değil mi? Belki yeniden bir şeyler görebilme derdidir benimkisi. Bir fotoğraf görür ve hisseder. Biliyorum. Böyle topyekun kaybolmak olmadı aslında. Sami’ye uğrasam. Çek beni desem. Şöyle çok şey biliyormuş gibi bakarken. Fakat artık çok geç. Suyun diğer tarafında toplanan kafile, nargileleri yakmış bekliyor beni. Arada başımı kaldırıp giderek yaklaşan saydam ve titrek sonu görüyorum. Pişmanım. Olmadı böyle sessiz ve sedasız. Akşama kadar sabretmeli, balkona ekmek ve dünden kalma ekşi bulgur pilavını dökmeli kuşları beklemeliydim. Kadınların çamaşırları içeri almasını, bir bulutun sabahın geleceği tarafa doğru seke seke uzaklaşmasını, saat sekizi, etraftan yağan çatal kaşık seslerini akşam haberlerini, annemi…
O kadar sevgilim vardı, bir teki bile çıkmadı yoluma. Hiç değilse Eyüp gelseydi.
Olmadı böyle. Sessiz ve sedasız.
Hayır.
Bir ses var:
"Üzülme, Allah bizimledir."
A. ENGİNDENİZ
YORUMLAR
Sizin sır içinde sır, çarşaf içinde çarşaf, perde ardında perde, konu içinde konu, sözcük içinde sözcük, insan içinde insan zenginliği ve derinliğiyle dolu söylemleriniz, betimlemeleriniz, kurgu ve öykülemeleriniz yok mu?
Aslında kurgu demek içinde bin şahit ister. En iyisi gerçek yaşamdan alınan ya da gözlemlenen yaşanmışlıkların kendi ruhiyatınız, kendi bilge yanınızla derinleştirilerek öykü diliyle kurgulanması demek çok daha isabetli olur.
Bayılıyorum yarattığınız özgün tarza, dile, sıcacık ama bir o kadar da akıcı ve zengin anlatımınıza!
Lütfen, bugüne değin yazdığınız ve burada bizlerle paylaştığınız bütün eserlerinizi kitaplaştırınız! Mutlaka ama mutlaka öğrencilere kaynak olmalı, öz kültürümüzün yarınlara taşınmasında bu değerli eserlerden yararlanılmalı!
Muazzam bir konu, muazzam öyküleme ve güçlü, derin, yaratıcı zengin kalem...
Yolunuz daima açık ve aydınlık olsun güzel can...
Sonuna kadar kadın bir anlatıcı olarak öykünün sonlanacağını bilsem de, yine de bir erkeğin ağzıyla cümleler serpiştirilmiş gibiydi. Bu ne demek peki? İyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi?
İnsanı içine çeken, cümleleri okurken kendi söylüyormuş gibi, bir monolog çevresine öyküyü sarmak gibi bir şey bu... İyi bir şey tabi ki!
Samet Ağaoğlu'nun Kedi Seven Sokağındaki Bahçe' adlı öyküsü var. Yazıyı okurken, yarısına geldiğim an bu öyküyü anımsadım. Tarz elbette farklı, ama işin ilginci ve ortak yanı olarak kabul ettiğim şey, merak duygusu. Bizim merak etmemiz değil ya da bir merakın sonucunu bekleme değil. Sorgulamak olarak da sayılmayacak bir şekilde, daha çok o hat üzerinde yola devam etmek, durmamak, bir nevi sonsuzluk hissini verebilmek okuyucuya... Böyle şeyler arıyor işte insan. Bulduğu zaman da mutlu oluyor.
Aslında öyküyü bağlama konusunda en kestirme ve keskin bir final olmuş. 'Allah bizimledir' sözünün öncesinde 'üzülme' var. Fakat anlatıcının veya öyküyü özümseyen okuyucunun üzülme hali az evvel bahsettiğim gibi bir sonsuzluk içinde ilerliyor. 'Üzülme' bir 'mutlu ol' çağrısından ziyade, haline aldanıp dünyanın her daim böyle olacağını sanma haline geçiş...
'Allah bizimledir' elbette, fakat o üzülme konusunda pek ümitvar olamayacağım...
Saygımla...
Gitmeye çalışırken gidememek
Bu cesaret istiyor sanırım
Biraz gözü karalık
Belki de suyun taşması bir bardaktan
Bardağın boyutu önemli değil
Bir şeyler bırakmaya yelteniyorsa geride kendinden bir iz
Araf'ta kalmış şaşkın bir çocuk var
gideceğini ümit edip, ezber oyunları diline dolayan
İyi geldin canımcazım
Her zaman ki gibi.
Sevgim öpüyor seni tatlı yanaklarından