- 460 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
tedavülden kalkmış bozukluklar
Tezeğin kokusu yayılırken, alnımın içine akmış arsız geçmişimi tutuverdim. Çay kokulu saçların aynada yerini boşluğa bıraktığını bilmiyordum. Önceleri gözlerimizi kapatıyorlardı, ama şimdi herkes gözü açık gidiyor.
Bunu bilerek yenidünyanın çekirdeklerini ağzımda biriktirip, pencereden aşağı fırlattığım çocukluk başıma belâ oldu. Ayakkabılarımın arkasına basa basa Cuma’dan gelen nur yüzlü adamı amcayı düşündüm. Nasıl da basitti aslında her şey! Alkolü uçup gitmiş zambak kolonyasının ağır kokusu genzime kaçtım. Gemi arıyordu gözlerim. Gidecek ve geri dönmeyecek!
Cumbalı evlerin ikinci katında Türk kahvesi içmenin nasıl bir duygu olduğunu merak ettim hep! Panjurların kirli ve tozlu plastik bölmeleri arasına sıkışan nem düşlerime karışıyordu. Erkenden uyumam gerekiyordu; belki de uymam! Annem hep derdi:’ Erken uyuyacaksın ki, hemen büyüyesin. Yoksa bücür kalırsın. Aklında çalışmaz.’
Aliye Rona’nın bakışlarını hissederdim annemin bakışlarında. Gözlük taksa dahi o bakışları saklayamazdı. Eski bir heyecan gibi işlenmişti zihnime. İki tepsi peynirli su böreği, yağlı kete, şerbeti bol baklava, menemen ve yaprak sarma. Erkenden büyümem için kıyametten daha çok alamet vardı. Dizleri dövülesi kadınların haylaz düşleri hurçların içinde gizleniyordu. Bankın üzerinde oturup, göbeğini içine çeken güneş akşamsefalarını ayartıyordu.
Büyük büyük konuşanlar hep vardı, tanışmamıştım onlarla henüz.
İçeri girdiler. İçerisi çok büyüktü. İçerisi büyük bir şehri andırıyordu. Ölenlerle yaşayanların aynı yerde bulunmaları gerekiyordu. Ama yaşayanların hakkını hiç çiğnemedim ben. Ölenler, ölmeleri gerektiği için ölmüşlerdi. İsimlerini bile hatırlamadım sevdiklerimin.
Üzerine ‘ah’ sıçramış mektupların zarflarını tükürüklemek zevkliydi. Kendi tükürüğüm ile karışmış zarfın bacakları bembeyaz sütun gibi pembe bir kadına gittiğini hayal ettim.
Gidiyordu, önce postacı dokunacağını bile bile karışıyordu gariplik suyu aşklara.
Aşkın uykusu geliyordu. İşkembecinin önünde nöbet tutan mahalle kedilerinin asaleti gibi, kapının eşiğinde aşk sinek avlıyordu. Kimsenin umurunda olmayan kedilerin, kimseyi takacak halleri yoktu. Aşkın en tüysüz hali akciğerlerime karışmıştı. Öksürdüm.
Sadri Alışık’ın sesi geliyordu. Cami köşesinde oturmuştum. Yıllardır bu mekân ünlüydü. Nargile içen genç bir kızın kırışan alnının içerisinden geçenler tıkadı beni. Ud ile mi Sadri Alışık söylüyordu, yoksa tambur ile mi? Sonradan öğrendim, udun sapı kısaydı, tamburunki ise uzun.
Zarfı yere düşürüp, kirleten postacıyı düşündüm. Kucağına alıp, beni kediler gibi sevecek kadının tülbendini sana kefen yapacaklar dediler. Kim dedi? Tramvayın altından geçen derenin denize döküldüğü gün malihulyalar kahverengiye boyanacaktı. Dedemin en sevdiği renkti kahverengi.
Bozuk paralar biriktirdim bozulmamak için.
Önce sizi saçlarınızdan yakacağız dediler. Toprak içinden dışarı fırlatacak, su söndürmeyecek ateşi, ateş küle doymayacak, hava rüzgârı azat eyleyecekti. Sonra herkes bir rivayet uydurup, söyleyecekti. Ben yalan söyleyemem dedim.
Hangi cehennemdeydi o güzel yaz kokusu? İçime çekip çekip, işte bu onun kokusu dediğim günler çöktü hayal meydanına. Yüreğimin ıslanası geldi, dayanamadı gözlerim.
Topuklarını sürte sürte bir Fatiha okumaya gitmediğim çok oldu ona. Helal eder miydi bilmem, yine gamlı gönül şarkısını dinledim. ‘Sen bir kedisin a canım, ne sürtersin burada? Git sahibin okşasın o yumuşak aşkını’ diyen etli butlu, lunaparkta fal bakan kadındı.
Ama görünürde yakan yoktu. Yanan vardı, evet yanan alûde yaşadı ömrünün geri kalan deminde. Bâb-ı kereminde kâh ağladılar, kâh Yasinleri ahlara karıştırıp inlediler.
Hora hor, kaleme kan değdi usta!
Kaleme kan değdi. Oturdum yazmak için tahta iskemle üzerine. Gözlerimde rüzgârla oynaşan solmayacak çiçeklerin kıvırcık saçlarından öptüm. Kasvet dolu her saniye, darmadağınık zihnimin çevresindeki nurların diyarına taziyeler sunmaktan bıkmadı. Güneşlere taçlar giydirilmiş kâinatın her zerresi eskimeyen bir merasimi hatırlatıp durdular. Aydınlık ölümsüzler semanın irem bağlarında sönük masalları çalıp, çocukların tertemiz zihinlerine salık eylediler. Muştular dansız, tutkular amber kokusunda uzakta, meltemler güneşin kadehinden çok uzakta esip, insanlığın dört bir yanına sermesti dudakları serpiştirdiler.
Kendi parmağımı ısırıp, beyaz kâğıtlara kanadım.
‘Çay koy, geleyim de içelim’ demek kadar kısa ve güzeldi aslında hayat.
Neyse, rengimiz kaçtı. Kahve öğütme makinesini bile elektrikli yapmışlar. Doluyuz, çok dolu. Artık voltuna göre insan seçiyorlar.
Tepsiye paketteki pirinci döküp, siyah taşı arıyormuş yürektekini hiçe sayıp.
Eyvallah, mide yanmasından daha fena değil ya!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.