- 902 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİĞDEMLER SOLMASIN
ÇİĞDEMLER SOLMASIN
Yılbaşında yağan kar dona çekmişti. Güneş parlasa da soğuk ısıracak belli.
İlk ve orta dereceli okullarda eğitime ara verecek kadar olmasa da sarıp sarmalamıştı Ankara’yı beyaz örtü. Balkon demirlerine tünemiş güvercinler, mutfak penceresine konmuş bir çift kumru, ara sıra duyulan karga carlamaları tek yaşam belirtisiydi.
Eskiden uzun yürüyüşler yapardı orman içinde. Çalışırken zamanı daha verimli geçerdi. Koşturmaca içinde bu tür eylemlere vakit ayırabiliyordu. Çiğdem Tepe’ye doğru özlemle uzandı gözleri. Kendi kendine konuşur olmuştu son günlerde.
“Bir aya kalmaz kardelenler başını uzatır kar altından. Ardından çiğdemler gülümser, ormandaki çam diplerinde. Bademlerin çiçek açması, meyveye dönmesi, kekikler, yaban gülleri, papatyalar, gelincikler sıraya girer peşi sıra. Ta Ahlatlıbel tepelerinde yetişen yaban armudu ve çeşme başında açan süsenlere kadar coşturur insanı. Çiğdem Tepe çamlığı dört mevsim seslenir göze kulağa!”
Mavi ladinler, sedir ağaçları ve çamlar, karla kaplı görüntüsüyle bembeyaz ışıldarken, duvar kenarında açmış kızıl ateş dikenleri, ağaç diplerindeki bodur alev çalıları kırmızı, turuncu meyveleriyle bahçenin renkli süsü. Yeşil, beyaz ve kırmızının canlı parlaklığı gözünü alıyor, uzun uzun bakıyor. Çiçeğine köpek elması diyorlar, kışın aç kalınca yiyor olabilir mi sokak köpekleri?
Emeklilik bu olmalı, emekleyerek geçen, ağır aksak günler. Gerilere kaydı gündüz düşleri. Son yıllarda kulağında çalınır gibi oluyor, Çayda Çıra ezgisi.
Memleketinin ak kışlarını anımsatan, her kar sonrası ortalığı kaplayan koygun sessizlik sardı yüreğini. Beyaz ıssızlığın ardında yaşanan günlere gitti düşünceleri. Demli çayın kokusu, bardakta dönen kaşığın tıngırtısı, ibrikte kaynayan suyun dıgıltısı, ocakta yanan kuru dalların çıtırtısı. Başkaydı kokular da sesler de, okşar gibi ısıtır sarıp sarmalardı.
Babaannesini hatırladı, mırıldandığı ilahiler geldi aklına. “Sordum sarıçiçeğe/Annen baban var mıdır?” Kulağı okşardı sesi, güzel söylerdi, konuşulanı iyi duymasa da. Müzik kulağı dedikleri bu olmalıydı.
Çiğdem’i anımsadı birden, küçük kardeşi Vahit’in kız arkadaşını, sevdiğini. Eskilerin “Adı ile müsemma” dediklerinden. Kasabada güzellik ölçüsüydü beyaz ten, sarı saç, pembe yanak. Yağmur sonrası oluşan gökkuşağı gibiydi Çiğdem’in ışıltısı.
Karabasan gibi yaşamlarına çöken Eylül öncesinde, çiğdem’i baba ocağına getirmişti Vahit. Dişsiz ağzıyla babaannesi o zaman söylemişti bu ilahiyi. Sarı Gelin türküsünü de peşi sıra seslemişti, incecikten, sarıca, solgunca… Coşkusu buydu köy yaşlılarının, neşelerinin en dolusu…
Bu ezgiler, sözler nasıl çakılı kaldıysa kafasına, benliğine; aynı belirginlikle ansızın çıkıvermişti yaşamlarından Çiğdem’in varlığı.
O yıl bitecekti okulları. Davullu zurnalı, kına geceli, hamam sefalı düğün hayalleri kurdurmuştu evlerinin damında babaanneye. Tam o sırada görmüştü dam üstünde kuruyan çay posalarını, yerin dibine geçmişti Vahit, Çiğdem’in yüzüne bakamamıştı utançtan.
Babaannesi savaş görmüştü; isyanları, kıtlıkları yaşamıştı genç yaşında. Bir kalıp sabun, has undan yapılmış ekmek, çay, şeker, gazyağı, hasa bezi, hatta tuz bile altın değerinde kıymetliydi gözünde.
Demlikte kalan çay posalarını ziyan olmasın diye dama yaydığı telis gübre çuvallarının üzerine sererek kurutur, yeniden kullanırmış. Babaannesinin çaylarının abdest suyu gibi olmasının nedeni buymuş. Önce çok kızsalar da günlerce gülmüş, daha kim bilir ne tür “artırım önlemleri alıyordur” diye gözlemeye başlamışlar nenelerini.
Çok gülünce de kızarmış torunlarına, sonrası iyi olmaz der, uğursuzluk sayarmış. Şimdi hatırlayınca içinin çekildiğini, gülüşünün yüzünde donduğunu hissetti, dökülemedi yaşlar gözünden, bembeyaz tepelere baktı bir süre. Memlekette kar pencere camlarını kapatırdı kış boyunca. Her kapıdan bir tünel uzanırdı okula doğru. Başka bir şey için çıkmazlardı dışarı.
Köyde yaşlı büyükanneler, baba, anne yaz ola evlatlar gele der, yol gözlermiş. Devlet Demiryollarından emekli baba; çok insan tanımış, çok memleket görmüş en güzeli kendi köyüm dese de uçurmuş hepsini yuvadan.
Ailenin en büyük kızıydı, analık etmişti kardeşlerine. Erkek çocuk yanında varlığı önemsenip destek görmese de okuyup öğretmen olmuştu. Koca eline bakmasın isterdi annesi. Kocasını sabaha kadar beklediği uzun kış gecelerinde, örülü saçlarını sıvazlarken konuşurdu onunla. Kirpiklerinin birbirine değmediği katran gecelerde. Tren seferleri aksamasız yürümezdi o zamanlar.
Yıllar önce gelmişlerdi Başkent’e, evlenince. Vahit yanında okuyordu, en küçüğüydü evin. Ana baba yaşlanınca büyük çocuklara düşerdi kardeşi kollamak, gözetmek. Hepsi yüksek öğrenim görmüş, evlenip çoluk çocuğa karışmıştı.
Uzun sürmemiş birer ikişer toplanmışlar aynı şehirde bacı kardeş. Edememişler yabanda bir başlarına. Ankara’nın Tepe’lerine dağılsalar da görüşürlermiş haftası geçmeden.
Ağabeyi Harun’u görmeye gitmişti yeni taşındıklarında. Görev yeri Ulus’un arkalarında, eski evlerin bulunduğu sokaktaydı, bir ara söylemişti.
Okulda görevi bitince eve dönerken, dolmuştan bir durak önce inmişti. Ağabeyine de haber verememişti. “Dışarı çıktı, birazdan gelir” demişler, sokakta oyalanmıştı. Harun çok kızmıştı onu görünce, oysa sevinir sanmıştı ziyaretine. “Ne işin var buralarda!” diye çıkışmıştı. Hele elindeki halka tatlısını görünce iyice zıvanadan çıkmıştı.
Boyu baldırlarına inen siyah eteği, koyu renk desenli uzun kollu gömleği, ensesinde sımsıkı toplayıp atkuyruğu yaptığı saçları; boyasız, ışıltısız esmer yüzü masumiyetin izlerini taşısa da Harun’un onu hırpalamaması için yeterli olmuyordu.
Boyunun kısalığından, esmerliğinden hoşlanmaz; açık renk giysilerin tenini koyu, bedenini kalın göstereceğini düşünerek, hep kendine yakışanı giyinse de, kocasından başkasına güzel görünmek aklından bile geçmezdi.
Sonradan öğrendi Bent Deresi’nde ne biçim Ev’ler olduğunu; memleket deyişiyle, gözde sarı burma datlısına da ora halkı arasında kerhane tatlısı dendiğini.
Güneşin bir an görünüp, bulutların ardında kaybolması gibi anılar da gözünün önünde belirip, kararıyordu. Duyguları başıboş bulutların peşi sıra dolanıp duruyordu sağa sola. Yıllar mı çok çabuk geçmişti, saçları mı erken ağardı karıştırıyordu. Aynalara da geçen yıllara da dost olamadı bütün ömründe. Bulaşık kapları, dibi tutmuş tencereleri ovduğu, alüminyum tele benzetti saçlarını. Hiçbir zaman özgürce savuramadığı, rüzgârlı havalarda bile uçuşmayan saçlarını.
Giyinişinde, bakışında, sesinde, yürüyüşünde doğduğu büyüdüğü unutulmuş köhne kasabanın yüzlerce yıllık gölgesini taşıyordu. İnsan istese de kusur bulamazdı tavrında, davranışında. Kaynanasının evlenirken beline taktığı, ona da kaynanasından kalmış olan asırlık gümüş kemere benzetti yaşamını; katı, dayanıklı, çabucak kararan gölgeli desenlere. Bir de karşı tepede ışıldayan, yaz kış yapraklarını dökmeyen, her daim yeşil kalan ağaçlara.
Çıtkırıldım, delişmen olamadı hayatı boyunca. Renk vermezdi bakışları, durgun sular gibiydi gözyaşları. Yaz kış, gece gündüz fark etmiyordu artık, birbirine karışmıştı; kimi anlar iç içe yaşıyordu dünle bugünü.
Resimde önemli olan ışıkla gölgeyi yakalamak demişti ressam arkadaşı; ayarlayamıyordu bir türlü, istese de. Görüntü hep kayıyor, silikleşiyor, renkler birbirine karışıyor, her şey kirleniyordu. Geçmişe ait çizimleri, birileri bozuyor, karalıyor, ışığını kesiyordu.
Vahit’e el uzatmış tüm kardeşler, gözleri gibi koruyup kollamışlar, evlat bilmişler en küçüklerini. Evden her çıkışında uyarmayı unutmamışlar; ortalık karışık, gezdiğine, görüştüğüne dikkat et diyerek. Çiğdem var yanında, iyi kızdır, akıllıdır; çekip çevirir onu diye güvenirlermiş.
Ne oldu, ne zaman, nasıl demeye kalmadan. Dergi satmak, yasak yayın… Çiğdem de yanlarındaymış, Kızılay’da yapılan yürüyüşte toplayıp götürmüşler yüzlerce öğrenciyi. Önce Kapalı Spor Salonu, sonra Mamak cezaevi…
Günler, aylar, yıllar geçmiş üzerinden, görüşmek, haber almak ne mümkün. 12 Eylül sonrası, ortalık durulur gibi olmuş görünürde, Mamak suyolu olmuş, günler zehir. Çok uzun süre haber alamamışlar.
Çıktığında ne Vahit göründüğü gibiymiş, ne ülke, ne hayat, ne de Çiğdem’li hayaller…
Çok sular akmış Ankara çaylarından, derelerinden. Bent Deresi’nde suyun, Dikmen’de kekliğin adı kalmış yalnızca. Vahit’in de ağzında dişler dökülmüş, saçları eksilmiş, görünen görünmeyen derilerinde yanıklar, kemiklerinde eğrilikler… Küçülmüş, ufalmış, erimiş sanki… Bakışları da ışığını kaybetmiş, gençliğini, canlılığını yitirmiş, sesi bile farklı gelmiş işitenlere… Acımışlar, Vahit’i yıkan bakışlarla.
Varlıklı, arkası güçlü ailesi tarafından Acı Vatan’a kaçırılan Çiğdem yeni toprağında tutunup kök saldı mı, çiçek açabildi mi bilinmez.
Hiç sular akmasa da Mamak viyadükünün altından, Çiğdem Tepe’ye uzanan çevre yolu var şimdi, upuzun.
Çiğdem toplamaya giderdi öğrencileri bahar gelince. Konya Yolu’nu geçerlermiş Çiğdem Tepe’ye çıkmak için. Salih’i hatırladı. Anayoldan geçerken hayatını kaybetmişti.
Her gün uyarıyordu, pazarda satmak için çiğdem toplayan öğrencilerini. Kelebek yakalamaya, uğur böceği uçurmaya, odun, kozalak toplamaya; koyun otlatmaya da geçerlermiş karşı tepeye; bir şey olmuyormuş. “El edince şoför amcalar duruyormuş!”. Kızıp bağırırmış kendisine kır çiçekleri, dağ çileği, orman kestanesi getirdiklerinde…
Dikmen Çayı, Keklik pınarı, Bent Deresi gibi kuruya kalmış yaşlar gözlerinde. Uçmamış bir daha yüreklerde, ne kınalı keklikler ne de barış güvercinleri. Bataklıkta Çiftlik kuran, bozkırda orman yetiştiren Ata’nın ilinde viran olmuş yaşamlar, yitip giden Keçiören bağları gibi.
Mamak çöplüğünde seralar kurulup, fideler dikilse de yitirilenlerin kokusu silinmemiş, dinmemiş yüreklerde sızısı…
Sökülen fidanlar ışkın vermemiş bir daha…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.