Bir Garip Yolcu Thomas Aqunias
İtalya’nın güneyinde Aquinum adıyla tanınan yerleşim biriminin hemen yakınlarında yer alan Roccasecca kalesinde ya 1224 yılının sonlarında ya da 1225 yılının başlarında dünyaya gelen Thomas Aquinas( Aquina’lı Thomas) olarak bilinen döneminin ünlü Hıristiyan filozoflarında biridir.
Thomas Aquinas’ın babası Roccasecca ve Montesangiovanni yöresinin hâkimi ve Aquinum kontu olan Landulf’tur. Ve Landulf’un son çocuğudur. Annesi ise Napoli’li Caracciolo ailesinden gelmektedir. Fakat asil bir aileden gelişini babasına borçludur çünkü asıl soylu olan babasıdır.
Aquinas’ın doğduğu yer olan Aquinum, o dönemde bölgenin birbiriyle üstünlük mücadelesi içinde olan iki kuvvetinin aşağı yukarı sınırında yer almaktaydı. Papalık ve Sicilya Krallığı birbirlerine karşı verdikleri üstün gelme savaşında bölge insanının da karakterini belirleyen önemli etkiler üretmişlerdi. İnsanlar yaşam koşullarındaki zorluklardan dolayı kendilerini her zaman güçlü olanın yanında görmek istiyorlardı. Bu yüzden Thomas Aquinas’ın ailesinden pek çok ismin yaşamları süresince pek çok farklı iktidarın hizmetinde bulunduklarını görüyoruz. Bu durumun o dönemde eleştiriye tâbi tutulacak bir özellik olmadığını; ancak hayatta kalma mücadelesinin pratikteki yansımalarından sadece bir tanesi olduğunu belirtmemiz gerekir.
Buna küçük bir örnek vermek gerekirse, Thomas Aquinas daha doğmadan önce aile, Sicilya Krallığının da hamisi olan İmparator Frederick’in hizmetindeydi. Hatta Aquinas’ın ağabeylerinden Aimo, beşinci Haçlı seferi sırasında İmparatorun yanında sefere katılmış ve esir düşmüştü. Kıbrıs adasındaki esaret hayatının sona ermesine neden olan unsur Papa IX. Gregorius’un çabaları olunca ağabey Aimo minnet duygularının bir ifadesi olarak saf değiştirmiş, Papalık emrine girmişti. Aile bu denli “soylu” olunca içine girdiği siyasî oyunların boyutları da ister istemez büyük oluyordu. Örneğin, Thomas Aquinas’ın bir başka ağabeyi Rainaldo’nun, 1246 yılında II. Frederick’e suikast girişimine adı karıştığından bizzat İmparatorun emriyle idam edilmesi, o dönemin entrikalarla dolu iktidar mücadelelerinin rengi hakkında basit bir fikir verebilir.
Thomas Aquinas’ın içine doğmuş olduğu çağın bir başka önemli özelliğini Thomas O’Meara ilginç benzetmelerle şöyle açıklamaktadır: ‘’Tarımsal ekonomi ve şehir hayatına dayalı derebeylik çökmüş, buna karşılık kendisini ticarete adamış olan şehirler genişlemişlerdi. İmar programları için büyük miktarda kaynak harcandı. Bir şehrin gururunu ilan etmek ve ticarî ve turistik yönden çekici olmak için devasa boyutlarda ve iç zenginliği olan taş kilise inşaatları yükseldi. 1180 ile 1270 yılları arasında Fransa’da on sekiz milyondan az bir nüfus, katedral büyüklüğünde seksen kiliseyi ve yüzlerce manastırı ortaya çıkardı. Bir örnek vermek gerekirse, on bin yurttaşlık bir topluluk olan Chartres, sadece bir nesillik süre zarfında muazzam boyutlardaki katedralini yeniden inşa etti. ‘’ der O’Meara...
Avrupa, hiç şüphe yok ki, büyük ve baş döndürücü bir hızla değişiyordu. Ticaret merkezleri arasındaki para akışı, sınırlı da olsa insanların gittikçe daha uzak yerlere ulaşmaları gerektiği konusunda bir düşüncenin yer etmesine olanak tanıyordu. Bu da yeni yerler ve farklılıkların tanınması, dünyanın sınırlarının genişlemesi anlamına geliyordu. Nüfusun o dönemde, diğer dönemlerle kıyaslandığında biraz daha fazla artıyor olması bölgeler arasındaki insan değiş tokuşunu zorunlu hale getirmiş ve ‘daha kolay’ seyahat için olanaklar giderek daha fazla zorlanmaya başlanmıştı. Yolculuğun nispeten kolaylaştığı Avrupa’nın bu nimetinden Thomas Aquinas da sıkça yararlanma yoluna gitmesine vesile olacaktı.
Abelardus’un bir ara hocalığını da yapmış olan Lanfranc zamanından beri gündemde olan seküler okullar, bir başka deyişle manastırın yüksek duvarları içinde çok iyi eğitilmiş rahiplerin ders verdikleri okulların yerine kurulmaya başlayan şehir okulları, dünyanın o güne değin saptanmış ve neredeyse ‘mutlak’ olarak kabul görmüş olanlarının dışında da görünüşlere sahip olduğunu anlatan veya en azından anlatmaya çalışan hocalarla işbaşındaydı. Bir tarafında üniversitenin yüzünü taşıyan bu okulların derebeyliğin tutucu yaklaşımlarından kendisini sıyıran ve toplumsal evrime bir taraftan yön veren diğer taraftan da hız kazandıran ayrıcalıklı konumları bulunmaktaydı. Öyle ki, üniversiteler, durgun bir suya düşen yağmur damlaları gibi yarattıkları etkiler birbirlerinin üzerinden geçen, birbirine katılarak büyüyen bir büyük kültür hareketi haline gelmişti.
İşte Thomas Aquinas böyle bir ortamda ve henüz beş yaşındayken bir aile geleneği olarak eğitimine ilk adımını attı diyebiliriz. Tam da Iustinianus’un Atina’daki felsefe okulunun kapısına kilit astığı 529 yılında bu kez İtalya’da, sanki sadece doğanın değil fakat düşünce dünyasının da boşluk kabul edemeyeceğini göstermek istercesine Nursia’lının, temeline ilk taşını koyduğu Monte Cassino manastırı Aquinas’ın eğitiminin kısa bir döneminde ona ev sahipliği yapacaktı. Bunca yıldır belki de duvarlara resmedilmiş olan bir geleneğin küçük bir çift göze ilginç gelebilecek karakteri Aquinas’ın ilk sorularının keşfinde, bu soruların aydınlanması için dur durak bilmeyecek araştırmalarının ilk adımlarını oluşturmak adına çok yardımcı olmalıydı.
Thomas Aquinas’ın ailesinin, onu bir zaman sonra manastırın başrahibi olabileceği ümidi ile bu eğitime gönderdiğini söyleyen bazı tarihçiler de bulunmaktadır. Bununla birlikte günümüze gelen bir başka bilgi olarak; Thomas Aqunias hiçbir zaman manastırın ve hatta bu manastırın başına geçmei düşünmemiştir. Onun arzusu dinsel hakikatleri insanlara ileten ve bir şekilde onları doğru yola sevk eden bir keşiş olabilmekti. Bu isteğini duyumsadığı andan itibaren aslında babasının siyasî arzularının odağındaki küçük bedenini de fizik dünyanın ihtiraslarından kesin bir şekilde uzaklaştırmaktaydı. Neredeyse bebek denilecek bir yaştan itibaren kendisinde gözlenen olağanüstülüğün iktidar mücadelesinde kullanılamayacak olmasının aile üzerinde bıraktığı derin hayal kırıklığı Thomas Aquinas için küçük, basit bir ayrıntı olarak kalacaktı.
Papa tarafından aforoza uğrayan II. Frederick kendini korumak bahanesiyle Thomas Aquinas’ın ilk eğitimini almakta olduğu Monte Cassino manastırının da içinde yer aldığı bölgeyi işgal etmiştir. Bu işgalin sadece o bölgenin siyasî kaderini değil; ama bir insanın da geleceğinin çok önemli kısmını değiştirecek bir yönü vardı. Thomas Aquinas, 1239 yılının bahar aylarında gerçekleşen bu işgal nedeniyle eğitime ara veren manastırdan on dört yaşındayken evine gönderildi.
Aile meclisi hemen toplandı ve onun geleceğinin inşası için en doğru kararın hangisi olacağı üzerine uzun uzadıya tartışmalar yapıldı. Bu tartışmaların temelinde Thomas Aquinas’ın elbette gene bir Benedikten okuluna gönderilmesi ön koşulu bulunmaktaydı. En sonunda Aquinum’a çok da uzak olmayan bir yer olan Napoli üzerinde karar kılındı. Napoli’deki “Studium Generalia” II. Frederick tarafından 1224 yılında kurulmuştu ve aslına bakılırsa Bologna üniversitesinin bir tür rakibi görüntüsünü veriyordu. Bu Napoli ten üniversite, Edebiyat, Kilise ve Sivil Hukuk; Tıp ve Teoloji alanlarındaki fakülteleriyle Frederick’in, Latin, Müslüman ve Yahudi bilim insanlarının birbirleriyle düşünce alışverişinde bulundukları, Arap astronomisi ile Yunan tıbbının buluştuğu, Aristoteles’in metinleri ile onların Arap yorumcularının incelendikleri ve Latinceye tercüme edildikleri Palermo’daki meclisinin sahip olduğu havayı yansıtmaktaydı.
Thomas Aquinas burada 19 yaşına kadar ‘’yedi özgür sanat’’ temelinde bir eğitim aldı. Bu temeli oluşturan dersleri veren hocaların Aristotelesçi bir ağırlığa sahip oldukları hemen göze çarpmaktaydı. Burada daha ilk bakışta çok keskin bir felsefî-teolojik problemin varlığından dolayı Aristoteles felsefesinin aslında Kilise’nin resmî öğretisi ile ciddi bir karşıtlık içerdiğini söylemek kolaydır. Aristoteles’e göre evrenin öncesiz-sonrasız bir yapısının oluşu, Plâtoncu kozmolojinin önemli figürlerinden biri olan ‘’demiurgos’’ gibi bir ‘anahtar’a sahip olmayışı Aristoteles’in Batı Ortaçağında özellikle Fizik’i ve Metafizik’i ile yer etmesine engel olmuştu. Bu konudaki engellerden birisine ilişkin gösterilebilecek en güzel örnek Aristoteles felsefesinin Paris Üniversitesi’nde okutulmasının yasaklanmış olmasıydı.
Thomas Aquinas’a Aristoteles ve Aristotelesçiliği tanıtan isim İrlandalı Petrus’tur. Tabii Petrus sadece ‘’Philosophus’’u değil, onunla birlikte onun eserlerine o güne değin en iyi nüfuz etmiş olduğuna inanılan İbn-iRüşd’ü, yani ‘’Commentator’’u da tanıtmış oluyordu. Bu etkileri Batı Ortaçağına aktaran ve anlatan ise öğrencisi Aquinas olacaktı.
Thomas Aquinas’ın etkisi altında kaldığı tek şey Aristotelesçilik değildi. Değişik yaşam tarzları ve etraflarında oluşturdukları gizemli hava nedeniyle hemen herkesin ilgisini çeken bu tarikatlardan Dominiken tarikatı onun da çok ilgisini çekmekteydi. Napoli sokaklarında olasılıkla tarikatın üyeleriyle konuşuyor, onların düşünceleri ile hesaplaşmalara giriyordu. Fransa’nın güneyinde ortaya çıktıktan ve böylelikle dinî otoriteden aldığı kısa süreli tepkiden sonra 1217 yılında Papalık’ın onayını elde ederek sadece sokaklarda dolaşan basit eylemciler olmaktan çıkarak kiliselerde halka kendi anladıkları biçimde dini anlatabilecekleri mevkiler elde eden, bu tarikata Thomas Aquinas’ın girdiği tarih 1244 olmuştur.
Kendisine tarikat hakkında olumlu izlenimler veren yaşlı keşiş Giovanni di San Giuliano’nun rehberliğinde Thomas Aquinas Napoli’deki tarikat manastırında, 1244 yılında büyük bir olasılıkla Büyük Üstat Ioannes Teutonicus’un ellerinden keşiş cübbesini giydi. Bundan sonra o, İsa’nın yolunda ilerleyecek ve Söz’ünü insanlara yardımcı olmak için izleyecekti. Ailesindeki burukluğa karşılık Thomas Aquinas çok mutluydu ve şimdi artık gönül rahatlığıyla kitaplarına ve okuluna dönebilirdi.
Ancak bu dönüş kesinlikle Napoli’de olmayacaktı. Büyük Üstad’ın kararıyla ve aynı zamanda ailesinin kendisini her an kaçırma girişiminde bulunabileceği korkusuyla Thomas Aquinas 1244 yılının Mayıs ayında alelacele Paris’e gitmek üzere yola çıktı. 19 yaşında genç bir delikanlının bu kendi başına almış olduğu karar ailenin hiç hoşuna gitmemiştir. Bundan çok kısa bir süre önce ölen kocasının boşluğunu kesinlikle aratmamaya yeminli olan anne Theodora hemen II. Frederick’in yanında asker olan oğlu Rainaldo’ya haber gönderdi ve Thomas Aquinas’ın yakalanarak kendisine getirilmesini istedi. Sadece ailenin çıkarları gözetilerek yapılan bu eylem sonucunda Aquinas, Toscana’daki bir tarikat evinden kaçırıldı ve bir yılı aşkın bir süre ev hapsinde tutuldu. Bu süre içinde o, okumalarına devam etti ve annesini ikna etmek için dil döktü. 1245 yılının baharında Theodora onun Dominiken tarikatına geri dönmesi için ikna oldu ve Thomas Aquinas serbest bırakıldı. Bu durum aile tarafından yapılmış olan büyük, çok büyük bir fedakârlık anlamına gelmektedir.
Bu fedakârlığın temelinde o dönemdeki değer yargılarının bulunduğunu söyleyebiliriz. Thomas Aquinas’ınki gibi soylu ailelerin çocukları genellikle manastırlarda yerleşik ve onurlu bir hayat süren rahipler sınıfından olurlardı. Bu sınıfın içinde yer alan çocukların ileriki yıllarda yöneticilik konumları elde ederek ailelerin siyasi iktidarlarının dinî bakımdan da sağlamlaştırılması mümkün olmaktaydı. İşte bu yüzden, Thomas Aquinas’ın soylulara yaraşan rahipliği reddederek bir dilenci keşiş olmak istemesi ailede ciddi bir sarsıntıya neden olmuştur.
Ortaçağın çok önemli bir başka ismi ise şüphesiz Albertus Magnus’tur. Albertus Magnus o dönemlerde Paris’te ders veren ilk Alman Dominiken olarak dikkat çekmektedir. Albertus Magnus’un o dönemler şüphesiz üne ulaşmasının kaynağı için ilginç ve son derecede yaratıcı bir yaklaşımla Aristoteles metinlerini yorumlaması olmuştur. Ve Thomas Aqunias için çok verimli olacak olan Albertus Magnus bu dönemde büyük görmüştür Aqunias tarafından.
Bir yılı biraz aşan bir çömezlikten sonra üstün algılama gücü ve büyük zekâsıyla Thomas Aquinas 1248 yılına kadar Albertus Magnus’tan dersler aldı. O yıl Dominikenler, Köln’de büyük bir araştırma ve çalışma merkezi kurdular. ‘’Studium generale’’ adını verdikleri bu merkezin başına Albertus Magnus’u getirdiler. 1248 yılının yazında Köln’e gitmek durumunda olan hocasını yalnız bırakmayan Aquinas da Almanca konuşulan topraklara doğru yola çıkmıştır.
1252 yılında hocasının önerisi ve tavsiyesi ile Paris’e geri döndü. St. Jacques’da İncil ve aynı zamanda Petrus Lombardus’un Sententiae’ı üzerine 09.00-12.00 arasında dersler vermeye başladı. Bu saatler arasında genellikle henüz profesör olmamış akademik kadrolar dersler vermekteydi. Örneğin Paris Üniversitesi’nde profesörler sabah 06.00’dan 08.00’e kadar olan süre içinde derslerini verirlerdi. Bazı istisnai durumlarda profesörler kendilerinin belirledikleri bir konu üzerindeki tartışmaları yönlendirmek ve yönetmek adına bu saatlerin dışında da öğrencileriyle birlikte olmaktaydılar. Bu toplantılarda ortaya atılan sorular ve bu sorular etrafında oluşan tartışmalara ilişkin olarak hocanın zaman zaman açıklayıcı araya girmeleri olurdu ve oturumlar genellikle hocanın o günün sorunu üzerine yaptığı kapsamlı açıklamalar ile sona ererdi.
Paris’teki günler bu şekilde yoğun ders vermeler ve çalışmalar ile birbirini kovalamaktaydı. Thomas Aquinas herkesin takdirini toplamayı artık başarmış ve yaptığı çalışmalarla çok dikkat çeken bir isim haline gelmiştir böylelikle. Yakın arkadaşı, ancak kendisi bir Fransisken olan Bonaventura ile birlikte Paris teoloji kürsüsüne 23 Ekim 1256’da müracaat ettiler. Ne var ki, bu dilenci tarikatların varlığı hala pek çok insanı rahatsız etmekteydi ve bu yüzden bu müracaatlar işleme konulmadı. Ancak bir yıl sonra ve çok büyük çabalar sonucunda Thomas Aquinas ve arkadaşı Bonaventura bu kürsüye birer öğretim üyesi olarak girebildiler.
Bundan sonraki üç yıl boyunca Lombardus’un eseri üzerine ders verdiği süre zarfında bu eser üzerine dört kitaplık bir de yorum kaleme aldı. İlk felsefî çalışması olan De Ente et Essentia (Varlık ve Öz Hakkında) başlıklı eserini de bu dönemde bitirdi. Bu eser, ötekileriyle kıyaslandığında kısa fakat özellikle Aristotelesçi varlık anlayışını ele alışı bakımından metafizik boyutu ve etkisi tartışılmayacak denli yüksek olmuş bir eserdir. Thomas Aquinas Paris’ten ayrılana kadar geçen süre içinde doğaldır ki, asıl olarak İncil yorumu üzerine odaklanmış dersler vermiştir. Bu yorumlar genellikle iki farklı biçimde ortaya çıkmaktaydı. Bunlardan ilki dersi verenin bizzat kendisi tarafından anlatılan veya yazılı olarak öğrencilere verilen metin ve öğrencilerin ders sırasında tuttukları notlardır.
Thomas Aquinas’ın sadece hocasının verdiği derslerdeki çalışkanlığı ve yüksek düşünme kabiliyeti ile değil, fakat aynı zamanda ders verme bakımından da dikkat çekici bir yeteneğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, ders verdiği saatlerde başka derslerin verildiği odalarda genellikle birkaç öğrenci olur, onun ders verdiği salonun kapıları ardına kadar açık bir şekilde katılımcılarla dolup taşarmış. Aquinas’ın verdiği derslerde kendisine ilke olarak aldığı çok önemli bir yaklaşım bulunmaktaydı. Kendisi bir yerde iyi bir öğretmenin yerine getirmek zorunda olduğu koşullardan söz eder. Ona göre ‘’iyi bir öğretmen cahili eğitmeli, sıkılanın ilgisini çekmeli ve ilgisizi cezp etmelidir.’’Bu anlayış doğrultusunda verdiği derslerinde Plâtoncu görüşleri taşıyan Augustinusçu anlayışı Aristotelesçi bir yaklaşımla harmanlayarak ortaya gerçekten de o güne kadar çok da tanıdık olmayan yeni bir yorum gücü koymuş oluyordu.
1260 yılının başına kadar Paris’te kaldı. O güne değin kendisinin işgal etmiş olduğu kürsü bir süreliğine İngiliz Dominikenlerine verilmişti ve bu yüzden yıllar önce siyah harmanisini giydiği tarikatın Napoli’deki manastırına geri döndü. Yolu üzerindeki kimi şehirlerde kısa molalar vererek vaazlarına devam etti. Paris’te iken yeni bir çalışmaya henüz başlamıştı. Bu çalışmanın tarzı ötekilerden daha farklıydı. O dönemde bu tarzdaki çalışmalara Summa adı verilmekteydi. On üçüncü yüzyılın bir bakıma bir ‘’Summa’’lar çağı olduğunu söylemek mümkündür. Bu geleneğin en önemli isimleri arasında hiç kuşku yoktur ki Thomas Aquinas gelir. Ortaçağ spekülatif düşüncesinin, üzerinde durduğu sorunları ele alış biçimi olarak farklı bir yönelimin ifadesi olan Summa’nın bu önemli örneklerinden birisi olan Summa Contra Gentiles 1265 yılında tamamlamıştır.
Hiç durmadan çalışıyor, bir taraftan yazarken diğer taraftan düşüncelerini dikte ediyor; öğrencileriyle birlikte yürüyüş yapıyordu. Gerçi bu yürüyüşler artık onu bir hayli yormaya başlamıştı. Doymak bilmeyen iştahı sadece aklıyla sınırlı değildi. Sürekli ve çok miktarda yemek yiyordu. Zaten uzun boylu biriydi ve bu şişmanlık onu bir dev gibi ağır hareketlere mahkum etmişti. Hocası ile kıyaslandığı zaman epeyce genç sayılacak bir yaşta olduğu halde artık günlük yaşantısını sürdürmek konusunda bir hayli zahmeti vardı. Yanındakiler gerçi ona yardım etmek konusunda birbirleriyle adeta yarış halindeydiler; fakat o gerçekten bir deve benziyordu ve vücudu kendisini taşımakta zorluk çekiyordu.
1273 yılının ılık bir Aralık gününde, ayın altısında odasından dışarıya bakarken belli belirsiz bir sesle yanındaki çömezine ‘’artık daha fazla yapamayacağım’’ dedi. Reginaldus şaşkın bir halde ‘’neyi?’’diye sordu, o, ‘’artık bir daha yazmayacağım, bu kadar yeter. Geriye dönüp baktığımda bütün bu yazılanların büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum. Hakikat, kendisinin anlatılabilmesi için bütün bu saçmalıklara katlanamayacak kadar saf ve biricik. Artık onu bir daha rahatsız etmeyeceğim!’’dedi ve hemen ardından derin bir iç çekişiyle desteklenen son cümlesi dökülmüştür dudaklarından:’’benim için yazılarım tamamına ermiştir, şimdi ömrümün tamamına erişini beklemek zorundayım’’.
Yaklaşık bir ay kadar sonra Papa X. Gregorius’un, kendisini Lyon’a davet eden mektubunu aldı. Paris’ten arkadaşı olan Bonaventura ve hocası Albertus Magnus’un da bu toplantıya davet edildiklerini belirtiyordu mektup. Yerine getirilmesi mutlak anlamda şart olan bir emir almış basit bir er edasıyla hemen yola çıkılması için gerekli hazırlıklara başlanmasını söylediğinde Reginaldus çok heyecanlı bir şekilde ‘’Siz ve Fidenza’lı (Bonaventura) Kardinal seçileceksiniz’’ dedi. Thomas Aquinas ağır bedenine yakışan bir yorgunlukta iç geçirerek, ‘’hayır!’’dedi “ben, Kardinal seçilmeyeceğim; çünkü tarikatıma şu anda bulunduğumdan daha iyi hiçbir konumda hizmette bulunamam!’’Öyle de olacaktı bu durum.
Yol üzerinde Campania civarındaki Maenza’da oturan kuzenini görmek için küçük bir mola verdi. Gün bu büyük insanın üzerine adeta kapaklanırcasına karardığında o, kendisini artık taşıyamayan bacaklarını hissetmekten uzaktı. Herhangi bir acı çekmediği sükûnetinden çok açıktı. Kırk dokuz yıla nasıl sığdırılabildiği hala merak konusu olan bir eserler topluluğu selama durdu, hak ediyordu bunu. Gün 1274 yılının 7 Mart’ına düştüğünde düşünce dünyası gerçekten de büyük bir insanı kaybediyordu. O kadar iri bir cüsseye sahipti ki, naaşı oda kapısından geçirmek mümkün olmadı. Dış duvar yıkıldı, bir kaldıraç aracılığıyla dışarı çıkartılabildi ve gömüldü.
Yaklaşık yedi ay sonra gömüldüğü yerden âdet gereği çıkartıldı; ancak ceset hiç bozulmamıştı. Yeniden gömüldü ve ikinci kez mezardan çıkartılması on dört yıl aldı; aynı şey tekrarlandı. Bu türden mucizeler ve bunları görenlerin tanıklıklarına dayanılarak Thomas Aquinas, Papa XXII. John’un 1316’daki talimatıyla başlayan sürecin sonucunda ve uzun münakaşalardan sonra 18 Temmuz 1323 yılında Avignon’da Aziz ilan edilmiştir.
İşte bu kısa fakat bir o kadar dolu olan 49 yıllık yaşantı ve bu yaşantı sırasında verilen eserler günümüze kadar gelmiştir. Evet, Thomas Aqunias bir döneme hatta Ortaçağa damga vuracak bir potansiyelde olsa da bu kadar dile getirilmemiştir. Fakat onun vermiş olduğu cabalar, eserler ve hocası olan Ortaçağın diğer önemli ismi Albertus Magnus’dan öğrendiği bilgiler ışığıyla ve de aracılığıyla döneminde Aristotales’i iyi bir şekilde dile getirmiş ve o dönemin Aristotales ile tanımasına büyük bir vesile olmuştur. Son olarak bu dünyadan Thomas Aqunias yani Aqunialı Thomas büyük bir filozof olarak gelip geçmiştir.
YORUMLAR
Uzun ancak bilgilendiren bir yazıydı. Geçmişin görüntücülüğünü yapmak galiba yazmak biraz da. Fikirlerini ister beğenelim, ister beğenmeyelim böylesi pek çok insan gelip geçti dünya yüzünden. Hepsi kendilerince izler bıraktılar dünyada. Şimdilerde yalnızca bu güne dalıp oradan dünü anlamayı deniyoruz. Fakat başımızı ara sıra da olsa gerçek dünün belirdiği yöne doğru çevirmemiz gerekiyor. Çünkü bu yaptığımız sayesinde tanımlanamayan akımları bilmek, yordamak şansı bulabiliriz. Anlamak öncelikle öğrenmektir bence. Karşıt tepkiler göstereceğimiz fikir akımlarını bile öncelikle anlamalı, varlıklarına gerekçe teşkil eden zaman tüneline yürümeliyiz. Eğer anlamanın ilk basamağı öğrenmek ise, öğreten bir yazıydı. Kutladım.